Hindistan’da 12 Aralık’ta önemli bir seçim gerçekleşti. Seçim gerçi Gujarat eyaletiyle sınırlıydı, ama sonuçlarının etki alanı çok daha geniş olacağa benziyor. Hindistan’ı Hindistan yapan ve nicedir yara üstüne yara alan çok-kültürlülük temeline dayalı ‘toplumsal sözleşme’ bu kez en ölümcül darbelerinden birini yedi.
Anketlerin öngördüğü gibi, Hindu milliyetçiliğini kendine bayrak yapan aşırı sağcı Bharatiya Janata Partisi (BJP) seçimde ezici bir galibiyet elde etti. Yerel parlamentodaki 182 sandalyeden 126’sını kazanan BJP, böylece 2004’teki genel seçimlere hazırlık babında, koyu bir din sömürüsüne ve azınlık düşmanlığına dayalı siyasî söylemini bir sınavdan daha geçirmiş oldu. Tarafsız yorumcuların çoğu, bu sonucun ülke tarihinde bir dönüm noktasına işaret ettiği hususunda birleşiyor.
Avrupa’da neo-Naziliğin yükselişi, sözgelimi Avusturya’da Haider’in iktidara gelişi dünya basınında büyük infial yaratırken, nüfusu bir milyara yaklaşan bir ülkede yaşanan böylesi vahim gelişmeler en fazla ‘dış haberler’ sayfasında küçük bir yer kapabiliyor. Üstelik Hindu olmayan herkesi açıkça hedef alan BJP’nin ve arkasındaki örgütlerin siyasî emellerinin, yabancı göçmenlere diş bileyen bir Haider karikatüründen çok daha fazla Nazi çağrışımı yapıyor olması da, durumu değiştirmiyor. Bunu sırf enformasyon kaynaklarının Batı merkezciliği ile açıklamak mümkün mü? Yoksa medyanın gözünde, her tür musibetin olağan gözüktüğü o ‘uzak’ diyarlarda ırkçılık da handiyse doğal/hoşgörülebilir bir imge mi kazanıyor acaba? Belki de. Ta ki, o ırkçılık, haber değeri taşıyan bir vukuata yol açana kadar. ‘Dış haberler’ servisi, böyle yerlerden ancak bir felaket haberi geldiği zaman hareketlenir, özellikle büyük fotoğraf kullanmak için sütunlarını cömertçe açar. Bu nedenle Hindistan gibi ülkeler o sayfalardan, tren kazaları, doğal afetler, katliamlar, facialar diyarı olarak görünür. Doğrusu bunun pek de yanlış bir görüntü olduğu söylenemez, sadece eksik...
İşte tam 10 yıl önce, önümüze yine bu türden haberler ve görüntüler akmıştı Hindistan’dan. Kuşkusuz hepimiz çoktan unuttuk, hatırlayalım: Uttar Pradeş eyaletinin Ayodhya kentinde, Hindu fundamentalistler Babri Mescid adlı bir camiye saldırıp yerle bir etmiş, hemen ardından patlak veren olaylar 3.000 (yazıyla üç bin!) kadar insanın canına mal olmuştu. Bu saldırı, gerçekte BJP’nin ve onun arkasında duran sivil faşist örgüt VHP’nin (Vishwa Hindu Parishad) yıllardır yürüttüğü bir kampanyanın ürünüydü. ‘Hindutva’ kavramında somutlaştırdıkları ideolojilerine siyasî destek arayan aşırı sağcılar, o güne kadar gözden ırak duran ve pek seyrek kullanılan bu camiyi gözlerine kestirmişti. İddialarına göre, beş yüzyıl kadar önce Moğollar tarafından inşâ edilen caminin yerinde bir Hindu tapınağı vardı; aynı mekân tanrı Rama’nın da doğum yeriydi. (Başından beri sağlam temellere dayanmayan bu sav, 1998’de Haryana’daki arkeolojik bulgularla iyice tartışmalı hale gelecekti.) Sağcılar, tapınağın yeniden inşâsı için kampanya açarak tutucu Hinduları saflarına kazanmaya çalışmış ve Ayodhya’daki camiyi ülke geneline yayılacak bir gerilimin odağı haline getirmeyi başarmıştı. 6 Aralık 1992’de kazma kürek elde saldıran fanatiklerin camiyi yıkmasıyla provokasyon doruğuna ulaşmış, saldırıyı televizyondan izleyen Müslüman kitleler, Bombay (yeni adıyla Mumbai) ve Gujarat başta olmak üzere ülke çapında sokağa dökülmüş ve ülke tarihinin en kanlı çatışmalarından biri yaşanmıştı.
6 Aralık 2002, bu olayın 10. yıldönümüydü; Hindistan o haftayı yeni bir çatışma ihtimalinin gölgesinde geçirdi. Bombay’da bir otobüste patlayan bomba herkesin yüreğini ağzına getirdi. Neyse ki korkulan olmadı, muhtemelen Ramazan bayramına girilmiş olmasının da etkisiyle önemli bir olay yaşanmadı, ama cami-tapınak tartışmasının külleri kısa vadede soğuyacak gibi görünmüyor. Üç bin insanın kanı, BJP ve VHP’yi kararından döndürmeye yetmedi çünkü. Sağcı partiler, 2002’nin başlarında tapınağın inşâatına yakında başlanacağını ilân ederek yeni bir kışkırtmanın fitilini yaktılar. Sonuç: Şubat sonlarında Gujarat’taki Godhra istasyonunda Hindu eylemcileri taşıyan bir trenin Müslüman fanatiklerce kundaklanıp 58 kişinin canlı canlı yakılması ve ardından gelişen kitlesel katliamlar...
Gujarat’taki seçim kararı, bu kanlı olaylar silsilesinin son halkasıydı. Bugüne kadar arkalarında, etten kemikten bir tapınak inşâ etmeye haydi haydi yetecek kadar ceset bırakan siyasî odaklar, seçimlerden daha da güçlenmiş olarak çıktı. BJP’nin cemaatler arasındaki gerilimi sonuna kadar tırmandırarak, örneğin seçim kampanyasında Godhra’daki trenin alevler içindeki video görüntülerini alenen kullanarak elde ettiği başarı, terör ortamında kitleleri manipüle etmenin en garantili yolunun daha fazla korku ve nefret yaymaktan geçtiğini bir kez daha kanıtladı. Şiddetin yayılmasında etkin rol oynayan Narendra Modi, seçimden partisinin en güçlü neferi olarak sıyrıldı ve yeniden Gujarat’taki hükümetin başına geçti.
BJP, halihazırda merkezî iktidarı da elinde tutuyor. Ancak partinin ılımlı kanadını temsil eden Başbakan Atal Behari Vajpayee’nin kısmen perdelediği faşizan damar, bu son seçim zaferiyle epeyce kabaracak gibi görünüyor. Nitekim, partinin tabandaki temsilcisi VHP’nin lideri Pravin Togadia, seçimden hemen sonra muzaffer bir edayla, “Gujarat’ın Hindutva açısından laboratuvar işlevi gördüğünü , aynı deneyin yakında Delhi’de tekrarlanacağını” açıkladı. Şimdi gözler önümüzdeki yılın eyalet seçimleri ile 2004’teki genel seçimlerde. Muhalif kesim ülkenin vahim bir noktaya sürüklendiğini haykıradursun, milliyetçiler Hindutva’nın nihai zaferini ilân etmeye hazırlanıyor.
‘HİNDUTVA’ NEDİR?
“Hindutva” Türkçede birebir karşılığını “Hindistan Hindularındır” şiarında bulan, bizim ırkçı-Turancı’ların muadili sayılabilecek bir zihniyet. Hindistan’dan “tek ulus tek kültür” yaratmaya çalışan, hayli geç kalmış bir ulus-devlet projesi de denebilir. Fikir babaları, Hinduizm sözcüğündeki ‘-izm’ ekinin kötü çağrışımlarından kaçmak için bu kavramı seçtiklerini söylese de, bu kavramla temsil edilen anlayışın Hinduculuğun geleneksel ruhani dünyasıyla pek bir ilgisi yok. Tersine Hindistan’ın tarihsel/kültürel mayasını hedef alan, söylemini “Biz” ve “Onlar” kamplaşması üzerine oturtan bir anlayış. (“Biz”, yani Hindular; “Onlar”, yani Müslümanlar, Hıristiyanlar, Sihler, Komünistler, vs.)
Kozasını dinsel ve etnik bir köken etrafında örmesi dolayısıyla ‘faşist’ etiketini peşinen hak eden Hinduculuğun bu aşırı milliyetçi yorumu, BJP gibi partilerin ve içinden kopup geldiği geleneğin temel ideolojik dayanağını oluşturuyor. Kökleri 1920’lere kadar uzanan bu siyasî çizginin telif hakları, kısaca Sangh Parivar (Sangh Ailesi) olarak bilinen bir grup örgüte ait. En başta, ‘aile’nin anası ve isim babası Rashtriya Swayamsevak Sangh (RSS) var; ardından onun siyasî kanadı BJP ile partinin kitle tabanını oluşturan VHP geliyor, bunlara Shiv Sena gibi faşist cephe örgütlerini, VHP’nin yurtdışındaki, özellikle ABD’deki kollarını eklemek mümkün. Bu hareketlerin marjinal gruplar olmaktan çıkıp, Hindistan gibi bir ülkede prim kazanması dünya konjonktürüyle de yakından bağlantılı. Reel sosyalist deneyin başarısızlığı ve iki kutuplu dünyanın çökmesi ile birlikte ‘özümüze dönelim’ çağrısına kulak asanların hızla çoğalması, Keşmir ve Jammu’daki ihtilaflı durum nedeniyle Pakistan’la yaşanan gerilim -İktidara geldiğinde ilk iş olarak nükleer denemeleri yeniden uygulamaya sokan BJP, Pakistan’la gerilimin tırmanmasında birinci derecede rol oynamıştı oysa-, buradaki Hindu azınlığın ‘mazlum soydaş’ sömürüsüne uygun malzeme oluşturması, bütün bunlar ’90’lı yılları kan gölüne çeviren ve milliyetçilerin ekmeğine yağ süren terör eylemleriyle birleşince şimdiki noktaya gelindi. Mahatma Gandhi’yi Hindu karşıtı bir hain ilân etmiş ve sonunda 1948’de yok etmiş bir zihniyetin (Gandhi’nin katili Nathuram Godse, bir Hindutva taraftarıydı) uzantıları, bugün birinci parti konumunda. Terör ve nefret dalgası bir kere esmeyegörsün, çoğulcu bir kültürü binlerce yıl yeşertmiş topraklar bile, faşist hareketlerin at koşturduğu bir alan haline gelebiliyor.
RSS, VHP ve parlamentodaki temsilcileri BJP, 11 Eylül eylemi sonrasında Müslüman kavramına yüklenen olumsuz imajın getirisinden faydalanmayı da ihmal etmedi. Fakat Hindutva şiddeti sadece Müslümanları hedef almıyor. Hıristiyanlar başta olmak üzere -kiliseleri basıp rahibelerin ırzına geçmek dahil- bütün azınlıklar bu hiddetten payını alıyor. Ne var ki, işleri eski Yugoslavya’daki etnik temizlikçilerden çok daha çetin görünüyor: Çünkü Hindistan’ın, Pakistan nüfusundan fazla Müslüman vatandaşı var (120 milyonla dünyadaki en büyük İslâmi cemaatlerden birine sahip); Hıristiyan, Sih, Jainist ya da Budistlerin sayısı da, dünyadaki birçok ülkenin nüfusunu kat kat aşacak miktarda. Toplumsal temeli farklılıkların bir aradalığına ve kültürel/dinsel/ulusal çoğulculuğa dayalı bir ülkede, bunları ayıklamak ya da aynı kalıba sokmak bir hayli çaba ve sebat istiyor. Son seçimler, Hindutva güçlerine en azından bunu deneme cesareti vermiş oldu.
’90’lı yılların başında Hindistan’da faşizmin ayak sesleri duyuluyordu, şimdilerde aynı faşizm sokakta davul çalıyor. Son on yılda mebzul miktarda kan döküldükten sonra, şimdi safran sarısı kaşkolleriyle dolaşan ‘ülkücü gençler’ sokakta davullar eşliğinde nümayiş yapıyor. “Tek ulus, tek kültür” sloganları atıyorlar ve ne gariptir ki, böyle bir slogan Hindistan gibi bir ülkede bile prim yapıyor artık. Oysa siyaset bilimci Sunil Khilnani’nin dediği gibi, 19. yüzyılın sonlarından beri Hindistan’ın aydınları ve siyasî önderleri temel bir sorunla boğuşup durdu: Buradaki halkları bir arada tutacak uyumlu bir değerler sistemi oluşturmak, ortak bir atmosfer yaratmak. Hindistan üzerindeki kara bulutların bu atmosferde açacağı gedik, tüm dünyayı etkileyecek bir ozon deliğine dönüşebilir.