Hrant Dink’in alçakça katledilmesi sevgili eşi Rakel’in o unutulmaz veda konuşmasında belirttiği gibi, Türkiye toplumu için bir milat olmuştur, bir milat olmalıdır.
Olabilir de. Çünkü, eğer Hrant’a sıkılan kurşun, hiç kimsenin, özellikle de katillerinin ummadığı ve öngörmediği biçimde sanki bir tahammül sınırını da patlatmışçasına bir etki yaratmış ve daha ilk anlardan itibaren toplumun hatırı sayılır bir kesiminde gayet belirgin bir “artık harekete geçmek gerek” kararlılığını dillendiren bir tepki potansiyeli doğmuş, yüzbinlerce insan kendiliğinden sokaklara dökülmüş ise, bir miladın ilk ve en gerekli koşulu var ve ilk adım da atılmış demektir.
Bu tepki potansiyelini neyin ve neye karşı harekete geçirdiğini bilmek, bunun kapsayıcı bir sahicilikte tesbitini yapmak, bu tesbitin bilincine gereğince vakıf olmak, hiç şüphesiz hayatî önemdedir ve o tepki potansiyelini bir milada dönüştürecek olan da budur.
Eğer, Hrant’a sıkılan kurşunun tetiği ve barutu örtünmeye bile gerek duymayan pervasızlıkta bir milliyetçilik idi ise; onun artık yeter dercesine patlattığı şey de o milliyetçiliğin her türüyle ve dört koldan onyıllardır gerek bireysel varoluşlarımızı gerekse toplumsal aidiyet halkalarımızı ezici ve törpüleyici bir mengene gibi sıkıştırmasına gösterilen tahammülün, çekilme ve çekinmenin sınırıdır. Bu sınırın, Hrant Dink’in katledildiği haberiyle patlamış olması da anlamlıdır. Çünkü Hrant Dink, bu ülkede ve üstelik milliyetçiliğin “çılgın”ca kuşatması ve sirayeti altında bir Ermeni olarak varolmanın dayanılmaz ağırlığına rağmen, cemaatinin çoğunluğu gibi adeta görünmezcesine yaşamayı seçmediği gibi Ermeni milliyetçiliğine de savrulmamış, bir kişilikti. Ermeni kimliğini, akli, ahlaki ve vicdani değerleri, yani insanı insan yapan, uygarlaştıran hasletleri özümsemiş olma ışıltısının verdiği ve sadece onun verebileceği bir gururla taşıyordu. Bu yalnızca onun bireysel varoluş hali, tutumu değildi. İçinde yaşadığı Müslüman Türk, Kürt ... büyük çoğunluğun bu değer ve hasletlere sahip olduğuna tüm içtenliğiyle inanmış olarak; onları ketleyen her türden milliyetçi saplantı ve önyargıyı göğüsleyerek, o insanî zeminde ortak tarihimizin en ağır sorunlarını bile çözebileceğimizi, gerçek bir barışma ve hatta kaynaşma iklimi yaratabileceğimizi anlatıyordu durmadan ve yılmadan.
Adeta bir misyon gibi benimsediği, içselleştirdiği bu tutumu ve bu tutumun simgesi olduğu için Hrant Dink’e sıkılan kurşun, milliyetçi mengenenin en ilkel güdülerimize teslim olmaya zorladığı bireysel ve kollektif varoluşumuzun -eğilip bükülmekle birlikte hâlâ koruyabildiğimiz- insanî kanallarını da dağıtmaya yönelik bir kurşun gibi algılandı.
Bu nedenledir ki; cinayetin hemen ertesinde, kendiliğinden ortaya atılan “Hepimiz Hrant Dink, hepimiz Ermeniyiz” sloganında yoğunlaşan ve dışavuran tepki potansiyelinin çekirdeğinde, son on yılların hercümercinde milliyetçiliklerin ağır tasallutu altında salt ilkel güdülerimize cevap verir bir içeriğe kıstırılmış olan kimlik/kişilik sorunlarımıza insanî-evrensel nitelik ve değerlerimiz temelinde bir cevap arama-bulma arzusu, bunun susuzluğu vardır. Şimdi artık sorun bu arzuyu gerçek bir iradeye dönüştürmektir.
O irade ve arayış perspektifinin, özellikle şu ilk açık tezahür evresinde, kendisi ile tepki duyduğu şeyin arasındaki farklılığın niteliksel olduğunu bilmesi ve bildirmesi derhal yerine getirilmesi gerekli bir zorunluluktur. Sözkonusu tepkinin neye karşı ve nasıl bir simge üzerinden kendini ifade ettiği zaten neredeyse dolaysız biçimde o niteliksel farklılığın mahiyetini de işaret etmektedir. Bu, 1990’lar milliyetçiliğinin hemen bütünüyle bireysel ve kollektif korkulardan, daha doğrusu bir korkular -düşmanlar- mozayiği olarak çizilen bir dünya-çevre algısından beslenen karakterinin karşısına insani değer ve yetilerimizin tezahürleri ve gelişim/zenginleşme imkanlarını gösteren, vurgulayan bir dünya-çevre tarifiyle çıkmayı gerektirir ilkin. İkinci ve asıl önemli olarak da, milliyetçilik(ler)in çizdikleri o dünya-çevre ile başedebilmek, öyle bir ortamda varolabilmek için, insanların, diğer yaratıklarla esasta aynı, sadece şeklen farklı biçimde -doğal- fiziki güç/şiddet kapasitesini kullanma, sahip olma içgüdülerine yaslanarak, vicdani, ahlaki hukuki, estetik değer ve ölçütleri bu içgüdülerin gerekleri önünde neredeyse sıfırlayan tavır ve yaklaşımının karşısında, tam zıddı bir tutum ve yaklaşımı etkin biçimde yükseltebilmeyi gerektirir. Bu ise ancak insanı insan yapan etkinliklerin, yani bilme yeteneğinin, kendini ve dünyayı gittikçe daha derinleşen bir bilgiyle kavrayabilme ve dönüştürebilme arzusunun, iyiyi, güzelliği arama, yaratma eğiliminin düzeyi oranında geliştirebileceğimiz salt insanî değerlerimizin kaynaştırıldığı, bunlara tekabül eden vasıflarımıza seslenen bir dilin ve varoluş biçimlerinin aktığı bir mecra/cephe oluşturmakla mümkündür. Özetle milliyetçiliğin, insanı-toplumu insaniliğinden olabildiğince “arındırıp” yabaniliğin, herhangi bir canlıdan farksız güdülerin inine çekmeye çalışmasına karşılık, açılacak bu yeni mecra insanı yabaniliğin cangılına sürükleyen o güdülerden silkinip sıyrılmaya, insani yetenek ve vasıflarıyla belirlenen bir atılıma çağıran bir niteliği ifade etmelidir. Bu bireysel ve kollektif bir yeniden -kendini- inşa çağrısıdır. Milliyetçiliğin o pek benimsediği “doğa yasaları”nın ebedi geçerliliği iddiasının karşısına, kendi türsel biricikliğinin bilincindeki insanın o ayırdediciliğine has değer ve kuralların işlediği bir dünyanın giderek daha da yetkinleşecek bir işleyiş düzenine kavuşmasını mümkün kılma iddiasını, idealini koymak demektir.
Birikim’de daha 1990’ların başından itibaren Türkiye toplumunun, Cumhuriyetle birlikte yürürlüğe konulan toplumsal bütünlük projesi ve mantığının giderek işlemez hale geldiğini, bu mantığı ve projeyi hâlâ ayakta tutma ısrarının da Türkiye toplumunu gittikçe hızlanan bir çözülüş sürecine ittiğini, yıllar boyu artan bir kaygıyla defalarca belirttik. O mantık ve projenin ideolojisi olarak Atatürk milliyetçiliğinin başlangıçta içerdiği “uygarlaş(tır)ma misyonu”nun ağırlığı zamanla tedricen azaldığı gibi, onun kanatları altında varlığını daima sürdüren ve “uygarlaş(tır)ma”yı değil o mahut “beka kaygısı”nı ön plana alan ve yıllar geçtikçe de bu kaygısı azalacağı yerde daha da ağırlaşan soy-Türk milliyetçiliği ile arasındaki mesafe de zamanla silikleşti. Son yıllarımızın ulusalcı-milliyetçi ittifakı bunun göstergesidir. “Devlet”in resmî ideolojisi, Atatürk milliyetçiliğinin yasal-kurumsal şemsiyesi altında “sivil” alanda bu iki milliyetçilik iş görmektedir. Bu işbölümünde resmî -Atatürkçü- milliyetçilik, özel olarak asker-sivil bürokrat zümrenin imtiyazlarının, fiilî siyasal ağırlığının korunmasının kalkanı olurken; “sivil” milliyetçiliğin bahsedilen iki kanalı -ki buna örneğin Akit gazetesinin temsil ettiği “İslami” versiyonu da bilhassa eklemek gerekir- Sünni-Türk çoğunluğun -yasalarca çoğu kez üstü kapalı bazen de açıkça ifade edilen- imtiyazlarını koruma güdüsünü kamçılarlar. “Beka endişesi” ya da “parçalanma-yokolma tehdidi” diye ifade edilen şeyin çekirdeğinde bunlar yer alır. Resmî -Atatürk- milliyetçiliğin gayrımüslim (azınlık)ları fiilen millet dışı (yabancı) sayıp, tüm Müslüman etnisiteleri Türk çoğunluğu asimile etmeye yönelik temel devlet politikası -ki bu tüm ulus devletlerin kuruluş evrelerinde geçerli olan “milleti yaratma” amacına tekabül eder- bu amacı gerçekleştireceğine inancını sürdürüyorken, o politika adına Türkçe dışındaki tüm dillerin yasaklanması Türk etnisiteye tanınmış bir ayrıcalık gibi görünmeyebiliyordu. Ancak, 1970’lere doğru durumu, Türk ve Türkleşmiş çoğunluğa göre bariz bir “azgelişmişlik, geri bıraktırılmışlık”la tarif edilebilen Kürtlerin, bu durumlarını etnik kimlikleriyle ikinci sınıf muameleye maruz bırakılmaları ile açıklamaya başlamaları ile içine girilen süreç 1980’lerin dünya ve Türkiye’sinin ekonomik-siyasal sarsıntıları ile beslendiğinde, hem diğer Müslüman etnisiteler içinde de (kısmen) işler hale geldi hem de Kürt muhalefetinin silahlı mücadele eksenine savrulması ile karşılıklı bir meydan okuma karakteri edinmiş oldu. Bu durum ve ortamda Müslüman etnisitelerin başta dil olmak üzere kendi kültürel kimliklerini Türk kimliğinin kendini tezahür ettirme biçimleriyle eş hakka sahip kılma talebi, Türk dil ve kültürünün kapsadığı alan ve derinliği ciddi ölçekte kaybetmesi tehdidi olarak algılanmaya başlar oldu. 1980 sonrası içine girilen sürecin, Türk milliyetçiliğinin her tür versiyonu tarafından Osmanlı’nın Sevr’e varan son dönemi ile kıyaslanması, hatta özdeşleştirilmesi bunun sonucudur. Biraz derinliğine bakıldığında, 19. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun içine girdiği modernleşme sürecine Müslüman tebaanın çoğunluğu tarafından gösterilen ve “İslamiyet” adına meşru sayılan tepkinin kökeninde de gayrımüslim “reaya”ya Müslüman kesimin “zimmeti” addedilegelmiş bu topluluklara eşit siyasi-hukuki haklar tanınmasını kabul edememenin yattığını görmek zor değildir. Bu eşitlenmeyi bir imtiyaz kaybı, gerileme olarak algılayan, siyasi-hukuki üstünlüğünü, asırlardır sürmesi nedeniyle adeta doğal bir özelliği, varlığının ayrılmaz ve hayatî bir unsuru olarak içselleştirmiş olan Müslüman çoğunluk açısından bu eşitlenme nasıl bir “yokoluş” sendromuna yol açtı ise; 1980’ler sonrasında -o geçmişi de dolaysızca hatırlatan- Ermeni -soykırımı- sorununun da eklenmesi ile, Türkiye toplumunun Müslüman bileşenlerinin Sünni Türklük ile eş siyasi-hukuki-kültürel hak talepleri de benzer ağırlıkta bir sendromun depreşmesi sonucunu verdi.
Osmanlı son döneminde Müslüman çoğunluk, siyasi ve hukuki eşitliğin, modernleşme sürecinde, gayrımüslimlerin o sürecin gerektirdiği ve başatlaştırdığı ticari-sınai etkinliklerdeki yerleşikliği ve birikimlerini ciddi bir avantaj, bir imtiyaz haline getireceği endişesini taşıyorlardı. Islahat, Tanzimat ve Meşrutiyet girişimlerine gösterilen “İslami” tepki gücünü bu endişenin doğurduğu korkudan devşiriyordu. O nedenle de sözkonusu tepki, modern ticaret, tarım ve sanayinin gerektirdiği koşul, maddi imkan ve insan kaynağına sahip olduğuna güvenen Müslüman kesim ve bölgelerde çok daha az, buna mukabil o bahiste kendini donanımsız ve hazırlıksız hisseden, daha da alta düşeceği korkusuna kolayca kapılabilen kesim ve bölgelerde ise yoğundu. 1980 sonrası süreçte de milliyetçi tepkinin ülkede ekonomik gelişme ve altüst oluşlara en az uyum sağlayabilmiş yörelerde ve sürecin istediği ekonomik-teknolojik donanım ve yetilere en az sahip, “tutunamama” ihtimali fazla olan -çoğunlukla genç- kesimde çok daha yoğun olduğu apaçıktır.
İktisadi-sosyal içeriği, bu hayli nesnel “tutunamama korkusu” ile şekillenmiş milliyetçilik -ki bu korkunun neden milliyetçiliklere, kimlik hareketlerine yöneldiği sorusu Birikim’de çeşitli vesilerle geniş biçimde açıklanmıştır- Türk/Türkleşmiş kesim gençliğinin sadece Türk olmalarından bir avantaj sağlamayı umacak kadar donanımsız unsurlarında mutlak bir nihilizmin eşiğinde duran bir ırkçılığa, onun söz ve davranış şirretliği ve sınır tanımazlığına dönüşmektedir. Yazılı basın, yayın ve televizyonlarda nadiren ve çıkardıkları “olay”lar vesileyle kendini duyuran bu plebyen/lumpen ırkçılığın ifade ve iletişim aracı internet siteleridir. Yasal milliyetçi parti ve derneklerin, varlığını pekala bilip, kollayıp, o açık ırkçı dillerini yansıtmadan “vurucu güç”lerini yedekte tutma politikalarının daha ihtiyatlı bir tarzını yürüten resmî milliyetçilik ise bunlardan devşirme kadroları kendi güvenlik aygıtlarının alt kademelerinde istihdam etmektedir. 1990’larla birlikte hatırı sayılır bir hızla çoğalan özel güvenlik şirketlerinin vasıfsız personelinin “insan kaynağı” da büyük ölçüde aynı kesimdir. Yine de ancak sayılı bir kısmı bu yollarla kurulu düzene tutunabilen sözkonusu kesimin yıllar geçtikçe büyüyen kalabalığının o oranda büyüyen umutsuz öfkesi, milliyetçiliğin ekonomik-siyasi rant kanallarına yerleşmiş olanlar tarafından şimdilik daha çok tekil siyasal suikastlerle tatmine -elbette üstü kapalı olarak- yönlendirilmekte ise de; linçlere, “Türklük düşmanı” azınlıklara yönelik kitlesel saldırı-imha teşebbüslerine de fazlasıyla açıktır. Aynı özelliklere sahip -çoğunluğu ile- genç bir kesimin, Kürt nüfus içinde, Kürt milliyetçiliğine sarılarak -belki daha da hızla- çoğaldığını da bilhassa belirtmek gerekir. Türkiye toplumunu 1990’lardan bu yana giderek daha fazla kuşatarak, artık iliklerine işlemeye başlamış milliyetçilik(ler) mengenesinin uçları bunlar özetle.
Türkiye’de aynı dönem boyunca, bu mengenenin gevşediği hatta bizzat varlığının sorgulanabilir olduğu evreler de oldu. Körfez depremi esnasında ülke ve dünya ölçeğinde bir acıyı paylaşma ve dayanışma, yardımlaşma havası soluyan Türkiye halkı, milliyetçiliğin temel gıdası olan “düşman milletlerle çevrili olma” psikozunun ve “kendimizden başka dostumuz yok” klişesinin ne denli geçersiz ve hatta büyük ölçüde kasıtlı bir aldatmaca olduğunu fark etme noktasına geldi. Türkiye’nin AB’ye aday üyeliğinin resmileşmesine kadar ülkeye egemen olan bu en azından “düşman korkusu”ndan epeyce temizlenmiş hava, bu havanın kendileri için “zehir” anlamına geldiğini pekala bilen her tür milliyetçiliğin, ABD’nin Irak’ı istilasının ve AB ülkelerindeki neo-milliyetçi akımların Türkiye’nin üyeliği aleyhine giriştikleri kampanyanın bileşik etkisiyle dağıldı çok geçmeden.
Şimdi, Hrant Dink’in katledilmesinin ülke halkının -belki çoğunluğunda değil ama- büyücek bir kesiminde ruhsal bir sarsıntı olarak yankılanması, 2000 eşiğinde Körfez depreminin yarattığı etkiyle kıyaslanabilir, milliyetçiliğin perdelediği ruh ve düşünce dünyamızda genişleyen bir çıkış yolu, ufuk açıcı bir perspektif açar mı? 2000 eşiğinde bunun belli bir düzeyde gerçekleşmesi, büyük ölçüde “dışarıdan” bir teşvikle, “düşman” addedilegelen milletlerin halkından gelen güçlü dayanışma, acıyı paylaşma hamlesinin ivmesi ile mümkün olabilmişti. Şu anda ise bu ivme, çok büyük ölçüde Türkiye toplumunun kendi iç gücünü harekete geçirebilme yeteneği ile sağlanabilir. Milliyetçiliğin kıskacından kurtulabilmenin ikinci evre atılımının da ancak böyle bir ivmeyle olması gerekir.
Eğer, Hrant Dink’in katledilmesi haberinin duyulması ile birlikte, vicdanının aklının ve ahlaki değerlerinin kendiliğinden bir hamlesiyle sokağa dökülen ve kendilerini kuşatan milliyetçilik(ler)e açıkça meydan okuyan sloganlarla Hrant Dink’i uğurlayan yüzbinlerin böylece yarattığı hava geçici değilse; artık yeter diyebilme kararlılığını birkaç ay bile sürdürecek güçte ise bu ivme yaratılabilir demektir.
Bunun öncelikle, Hrant Dink’in katli dolayımında fışkırıveren kitlesel insani tepkinin suyundan gider görünerek, vaktiyle onun katillerinin beslendiği ideolojik gıdayı, özel olarak Hrant Dink’i karalayan yayınlarını unutturma telaşıyla davranan büyük medya ağının asli mevzilerine dönerek yapmaya koyulduğu ideolojik-siyasi yönlendirmeyi elinin tersiyle itecek bir zihni yoğunlaşmayı sürdürmek gerekiyor. Büyük medyanın, o ilk günlerde resmî milliyetçiliği yedekleyen bir tutumla Hrant Dink cinayetini kınadığının altını çizmek gerekir. Cinayetin asıl olarak “Türkiye’ye”, yani kurulu düzenin başlıca iç ve dış sorunlarda savunduğu resmî tezlere ve uyguladığı politikalara büyük zarar verdiği tespitinden hareketle yürütülen büyük medya yayınları, sokağa dökülmüş yüzbinlerin insani-vicdani tepkilerini, bu tepkiyi besleyen duyarlılıklarla açılmış zihnî dünyalarını, resmiyetin gereksinimlerine doğru manipüle etmeye yönelikti. Türkiye’nin, Türkiye toplumunun uygarca bütünlüğünün değil, sadece genel iktidar paylaşımının taraflarından biri olanların, konum-çıkar koruma güdüsüne karşılık düşen o çıkar tespitleri, onlara dayanak olan resmî tezler, kanatları altında Hrant Dink’in ve daha nicelerinin katillerinin ideolojik gıdası olan milliyetçiliğin en üst düzey ifadesinden başka bir şey değildi ve olmadı da.
Türkiye toplumunun bireysel iç ilişkilerinden başlayarak onun tüm bileşenleri arasında ve çevresiyle ilişkilerinde aklın, vicdanın ve hukukun egemen kılınmasını hedefleyen bir yeniden inşayı önüne koyması “doğası gereği” talep edecek 19 Ocak tepkisi, bu cenahtan gelen uyuşturucu desteğe karşı mesafeli durmaya bilhassa dikkat etmelidir. Bu tepkinin karşısında geçici olarak inlerine çekilmiş ulusalcı ve soy “sivil” milliyetçiliklerin, çok geçmeden dişlerini göstermesi, sözkonusu tepki potansiyeli için açık bir fiziki tehdittir elbette. Şimdilik yüzbinlerin tepkisi kendisini bir eylem -ilişki- hareket olarak örgütlemeye giriştiğinde bu tehdidi mutlaka gözönünde tutacaktır. Ancak tehdidin bu türü, ürkütücü belki geriletici olabilir ama, bileyicidir de. Oysa büyük medyanın onunla aynı kulvar ve işlevi paylaşan orta yolcu -merkez- zihniyetin kurum ve kuruluşlarının, kısa bir süre suret-i haktan görünüp, şimdilerde sinsice başlattığı kuşatma, sarmalama operasyonu, kullandığı yıpratma mantığı ve yöntemleri ise orta vadede çok daha zararlı olabilecektir. Hürriyet gazetesinin şu son günlerde yaptığı yayın, özellikle genel yayın yönetmeninin yazıları bu açıdan ibretle incelenmesi, ele alınması gereken bir örnektir.
Tekrar edelim. Şu veya bu millete ait olmanın, -edinimle, seçimle değil, doğuştan sahip olunan bu özelliğin- insanî-toplumsal varoluşumuzun asli belirleyeni olduğu/olması gerektiği yolundaki temel milliyetçi argüman, yaklaşım, insan ve toplumları ergeç ve kaçınılmaz olarak herhangi bir canlı varlığın, sürülerin algı ve davranış dünyasına çeker, indirger. O nedenle milliyetçiliğe karşı duruş, insanlığımızı koruma, insanı insan yapan yetilerimize, duygu ve duyarlılıklarımızı hayatlarımızın ekseni, belirleyicisi kılma mücadelesidir. Ve sadece ülkemizin ve bölgemizin değil, dünyamızın da şu son derece kritik evresinde bu keskin ayrımın bilincinde olmak, daha katedilecek çok uzun ve belirsizliklerle dolu bir yol olsa da, bu yolun inşası için mutlak ihtiyacımız olan yeni, yaratıcı çözümlerin, önerilerin ruhu, can damarıdır.