Bu yazının başına Hrant Dink’in Agos gazetesinin önünde başına sıkılan kurşunlarla katledilmesinden yaklaşık bir hafta sonra oturdum. Bu bir haftayı Hrant Dink’in öldürülmesinin Türkiye’ye, Türkiyeli Ermenilere ve ailesine ne ifade ettiğini düşünerek geçirdim. Aslında ne ifade ettiği çok açıktı. Türkiyeli Ermeni bir yazar Türkiye’nin devlet politikasının dışında düşündüğü ve bu düşündüklerini ifade ettiği için öldürülmüştü. Ama Hrant’ın öldürülmesinde sanki daha başka, daha derine inen, bu ülkenin bilinçaltını huzursuz eden bir şeyler var. Zaten bu bilinçaltına işleyen huzursuzluk Hrant Dink’in cenazesindeki yoğun katılımda ve bu katılıma sağ/milliyetçi cenahta gösterilen reaksiyonda da kendini belli etti. Ve aslında bu biraz da Hrant’ın bu ülkede varoluş ve duruş biçimiyle de ilgili.
Nedir o varoluş ve duruş biçimi? 10 sene önceye gidiyorum hemen. Hrant’la bundan yaklaşık 10 sene önce tanıştım. Bir grup Türkiyeli Ermeniyle birlikte Agos gazetesini çıkarmak için kolları çoktan sıvamıştı. Gazete haftalık ve Türkçe olacaktı. Hem Ermeni cemaatine hem de Türkiye’ye seslenmenin yolu buydu. Ben de gazetenin kuruluş çalışmalarına katkıda bulundum ve gazete kısa sürede hayat buldu. Gazetenin tam zamanlı çalışanlarına yardım eden ben ve benim gibiler haftanın en az bir gecesi Agos’a gidiyor ve el birliğiyle gazeteye son halini veriyorduk. Daha sonra gazete iyice rayına oturdu ve bizim somut çalışmamıza ihtiyaç kalmadan da hayatını sürdürdü. Bu bir sürü insanın ama en çok da Hrant’ın sayesindeydi. Bir yandan başka yerlerde gazeteciliğe devam ederken bir yandan da Agos’un bu insanüstü varoluş çabasını görüyor ve “işte: benim de ucundan bucağından katkıda bulunduğum gazete ayakta duruyor” diyerek kendi kendime seviniyor, pay çıkarıyordum. Fakat biz, yani Türkiye’deki Ermeni cemaati şunu iyi biliriz: Bu ülkede Ermeni olarak varolmanın, daha doğrusu varolduğunu belli etmenin her zaman bir cezası olmuştur. Bu bilgi, bu varoluş bilgisi çoğu zaman aklımızı kemiriyor ama gazetenin ayakta ve kendinden emin duruşu “acaba”larımızı kısa bir süreliğine rafa kaldırmamıza neden oluyordu. Ama kısa süreliğine. Zira bir tehdit, bir saldırgan yazı hemen bizi hafifçe silkeliyordu. Tabii bu tarif ettiğim, ilk yıllara özgü atmosfer. Sonra hava değişti. ’90’ların sonu, 2000’lerin başıyla beraber devlet ve sermaye[1] destekli sokak faşizminin pervasızlaşarak yaygınlaşmasından nasıl en az hasarla çıkılabilir sorusu tüm sol (Türk Solu dergisini filan falan kastetmiyorum şüphesiz) kamuoyunu olduğu gibi Ermeni cemaatini de endişelendiriyordu. Ama Hrant bu boğucu havaya rağmen gazetenin çizgisinde daha doğrusu gazetenin varoluşunda bir ricata yönelmedi. Ki şunun da altını çizmek lazım, bu atmosferde, yani peşpeşe davalar açılırken, her gün ayrı bir tehdit mesajı gelirken, tüm davalar bir linç girişimine sahne olurken, gazetenin önünde ülkücüler tehditkar gösteriler düzenlerken Hrant pekala gazetenin yayınına ara verebilirdi ve kimse de Hrant’a “yanlış yapıyorsun” diyemezdi. Ama Hrant bunu yapmadı ve yapmazdı. Fakat ağır hava yavaş yavaş herkesin omuzlarına çöküyordu ve gidişatın bizi yani Türkiye’yi karanlığa götürdüğünü söyleyenler artık bir avuç kişi kalmıştı. Devlet, hükümet ve büyük medya pervasızca ve küstahça yaklaşan şiddeti kah kayıtsızlıkla, kah “milletimizin refleksidir” tebrikleriyle, kah provoke edici başlıklarla karşılıyordu.
Mesela Hrant’ın vurulmasından hemen önceki günlerde oturmuş Hürriyet gazetesinin “Vatandaş Dimitri” manşetiyle ve Hükümetin Kerkük meselesinde estirdiği saldırgan havayla ilgili bir yazı yazmayı düşünüyordum. Kerkük meselesi zaten biliniyor ama “Vatandaş Dimitri” manşeti belki gözlerden kaçmış olabilir. Şuydu vaka: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türkiye’de el konulan azınlık vakıfları hakkında Fener Rum Lisesi Vakfı lehine bir karar vermesinin ardından Hürriyet gazetesi benzer sorunlar yaşayan bir başka vakıf olan Balıklı Rum Hastanesi Vakfı’nın başkanı Dimitri Karayani ile konuşmuştu. Karayani de “AİHM’e başvuruyu ihanet olarak görüyorum. Burası bir Türk Vakfıdır. Ben devletimi yabancılara şikayet edemem” deyince gazete manşeti büyük puntolarla “Vatandaş Dimitri” şeklinde atmıştı. (13.1.2007) Mesaj çok açıktı. Mallarına göz göre göre el konulan ve ülkedeki en üst düzey yargı kuruluşlarınca “yabancı vakıf” sayılan azınlık vakıfları, eğer haklarını AİHM’de arıyorsa pek vatandaş sayılmamalıydı, Dimitri Karayani’ye ve tabii ki (habere bu başlığı ve bu hacmi uygun gördüğüne bakılırsa) Hürriyet gazetesine göre. Bu hep olmuştur. Büyük basın Türkiye’de azınlık düşmanı bir havanın oluşmasına her zaman en büyük desteği vermiştir. İşte bu da o örneklerden biriydi. İşte bu konuda bir yazı yazmayı düşünürken Hrant Dink 17 yaşında bir genç tarafından sokak ortasında başına dört kurşun sıkılarak öldürüldü. Bu iki olayı birbiriyle bağdaştırmayacağız tabii ama çok mu alakasız yani? Hiç ilgisi yok diyebilir miyiz?
Evet gerçek sorumuza gelelim: Hrant Dink niye öldürüldü. Görünen sebepleri biliyoruz. Genelkurmay, Hükümet, yargı, büyük basın, sağ basın, kendine sol süsü vermiş basın tarafından yıllardır adım adım yaratılan hava ve bu hava içinde adam vurmayı marifet bellemiş sokak milliyetçileri. Fakat yukarda bir iddia ortaya atmıştım. Bu cinayetin ülkenin bilinçaltına da uzandığını söylemiştim. Şimdi bunu biraz açayım. Bu ülkedeki hakim çoğunluğun ve devletin Ermeni cemaatiyle bir “probleminin” olması, bu yüzyılın başından bu yana bir çerçeve çizilerek bakılırsa, değişik katmanlar içerir. Türk devletinin “uluslaşma-yekpareleşme” politikasını benimsemesi ve bunu da topluma benimsetmesi sonucunda bu toprakların yerleşik Hıristiyan halklarının tasfiye edilmesi trajik bir çizgi gösterdi. Bu etnik temizliğin en büyük iki hedefi Rumlar ve Ermeniler olmuştur. Fakat iki cemaat bu etnik temizlik süreci büyük bir trajediyle nihayete erdiğinde kendilerini farklı pozisyonlarda bulmuşlardır. Ermenilerle aynı olmasa da benzer bir acıyı paylaşan Rum cemaati, dramlarına Batı ailesi içinde yer alan Yunanistan’da devam etmişken Ermeni cemaati için seçenekler bambaşka, hiç bilinmedik bir dünyaya, yani ABD ve Fransa’ya göçetmek ya da Batı ailesinin epeyce dışında kalan SSCB Ermenistanı ya da Lübnan, Suriye gibi ülkelere gitmekti. Ya da tabii burada kalmak. Burada biz, kalanlara bakalım isterseniz. Ermeni cemaati yine Rum cemaati ile kıyaslandığında Anadolu’nun “batısında” ya da iç batısında değil ağırlıklı olarak ortasında, doğusunda ve güneydoğusunda yerleşiktir. Ve günlük hayat açısından dinî ritüeller bir yana bırakıldığında memleketin çoğunluğuyla, yani Sünni Türklerle benzer bir duruş, oturuş, davranış sürdürmüşlerdir. Basitçe tarif edecek olursak, ülkedeki çoğunluğun imgesel ve söylemsel olarak tam “kalbinde”, orta ve doğu Anadolu’da yaşamışlar ve o “kalbin” yerleşik bir parçası olagelmişlerdir. Tüm o etnik temizliğe ve vahşete rağmen o kaynaktan kopmamışlar, büyük kentlere de göç etseler “Türkiyeli” pozisyonlarını ısrarla korumuşlardır. İşte Hrant Dink de böyle biriydi. İstanbul’u değil hem İstanbul’u hem de Anadolu’yu temsil ediyordu. Ülkedeki çoğunluğun kendine dayanak yaptığı, “orjin” bellediği toprakların yekpare bir bütünden oluşmadığını ispatlıyordu. Hrant Dink Malatyalıydı. Ve bu duruşunu hiç kaybetmedi, bu topraklarda hem yerelliğin, hem de çoğulluğun, renkliliğin ispatı oldu.[2] Devlet ve milliyetçi sağ, işte bunu hiç sevmez, Ermenileri ve Rumları İstanbul’da kalmış bir avuç muhabbet kuşu gibi sunmaya özen gösterir, bu çerçeveyi sever. Ama Hrant Dink Agos gazetesini çıkarmaya işte az önce tarif ettiğim duruşuyla soyundu. Akla gelebilecek her konudaki yaklaşımı kendisine ve “orjinlerine” özgü bir heyecan, bir coşkunluk, bir naiflik (iyi anlamda) ve dolayısıyla tarihsel ve coğrafi bir “bilinç” içeriyordu. Bu duruşa sahip bir Ermeni aydınının Türk-Ermeni; Türkiye Ermenileri-Ermeni Diasporası; Türkiye Ermenileri-Ermenistan nihayet Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde soğuk bir reel politik çizgi izlemesi beklenemezdi. Bu Hrant’a uymazdı. Hrant, bu duruşunun başına bela açacağını bile bile doğru bildiği yoldan sapmadı, taviz vermedi. Bu tip bir Türkiyeli Ermeni aydınına ne devlet, ne muhafazakar-milliyetçi sağ ne de sokak faşizmi katlanabilirdi. Beklendiği üzere katlanamadılar. Suç unsuru taşımadığı bilirkişi raporuyla da belgelenen bir yazısı için olabilecek en çileli yargı sürecini kendisine reva gördüler. Sadece duruşma girişlerinde değil, duruşma salonlarının içinde de linç edilmesine ramak kalışını kayıtsızlıkla, hatta zevkle izlediler. Ve maalesef kimilerince beklenen, kimilerince de beklenmeyen, beklenmek istenmeyen son, 19 Ocak akşamı Hrant Dink’i buldu. Türkiyelilerin ve Türkiye Ermenilerinin çok ama çok benzer bir kaynaktan neş’et ettiğini ispatlayan, bizzat kendisi bu gerçeğin ete kemiğe bürünmüş bir “sağlaması” olan -kimbilir, belki de son- Anadolulu Ermeni aydını, öldürüldü. Evet, Hrant hiçbir şey demeden sadece yaşayarak bile “Anadolu’da bir zamanlar Ermeniler vardı” gerçeğinin akıllara kazınmasına vesile oluyordu. Hele ki bir de konuşması...
Bu aşamadan sonra çoğu kişinin pek beklemediği, ummadığı (doğrusu benim de aslında ummadığım) bir kalabalık Hrant Dink’e sahip çıktı. Öldürüldüğü gün ve gece Agos’un önünde toplanan binlerce kişi, cenaze günü onbinlerce kişiye dönüştü, Şişli’den Yenikapı’ya kadar yanyana dizilen bir irade; birarada yaşama iradesinin vücuda gelmiş timsali olarak yürüdü. Cinayet ne kadar faşizm tehlikesinin hem ispatı, hem habercisi, hem sonucu, özetle bizzat kendisi olarak boy gösterdiyse, İstanbul caddelerinde yürüyen yaklaşık 100 bin kişi de bu toplumun birilerinin istediği gibi şekillenmediğinin ve şekillenmeyeceğini ispatı, habercisi gibiydi. Belki böylesi bir kalabalığın toplanışını da yukarıda bahsettiğim cinayetin Türkiye toplumunun bilinçaltına uzanan boyutunda aramak gerekebilir. Çünkü Hrant az önce tarif ettiğim özellikleriyle bu toplumun en somut tariflerinden biriydi. Tabii anlayana...
Çok açıktı ki, Hrant Dink’in başına sıkılan kurşunları tevekkülle karşılamak, bu toplumun varoluşunu, yani kendisini inkar etmek ve bundan sonraki dönemi devlet ve sokak faşizminin boyunduruğu altında geçirmek anlamına gelecekti. Türkiye toplumunun bir kısmı, (yani anlayan kısmı) bu kadere razı gelmeyeceğini beyan etmiştir. Ancak tabii ki iyimserliğe kapılmayacak kadar deneyim sahibidir her Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı. Bu faşist dalga ve karşı-dalganın hangi mecralara dolacağını, şekilleneceğini kestirmek zor. Ama şu çok açık ki devlet ve sağ cephe bu “karşı dalga” karşısında hemen gardını almış, pozisyonunu koruyacağını belli etmiştir. Cenazede atılan “Hepimiz Hrantız, Hepimiz Ermeniyiz” sloganlarının hükümet üyelerinde ve milliyetçi/muhafazakar cephede yarattığı alerji bunun ilk göstergesidir. Ve bu alerji Başbakan Erdoğan’ı da “hepimiz Ermeniyiz” sloganına tepki göstermeye mecbur bırakmıştır. Bir diğer gösterge ise Hürriyet gazetesinden geldi. Gazete bu tip kritik durumlarda üstlendiği görevini hemen yerine getirdi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök 23 Ocak günü şöyle bir yazı kaleme aldı:
Önce bir medya dedikodusuyla başlayayım. Daha doğrusu dedikodu değil de gerçek bir olayla. Dün gazetenin sabah toplantısında hepimizi üzen bir tartışma yaşadık. Kadın arkadaşlarımızdan biri toplantıyı terk etti. Tartışma, benim Hrant Dink’in katiliyle ilgili yorumumla başladı. Günlerden beri televizyon televizyon dolaşıp hep şunu söylüyorum: “İnşallah, bu gerçek bir örgüt işi çıkar. Eğer birbirini dolduruşa getiren mahalle kabadayıları ise işimiz daha zor.” Korktuğum başımıza geldi. Kendi kendine misyon yüklenmiş, bir abinin dolduruşuna gelmiş, daha 20 yaşına gelmeden tam anlamıyla “looser”, “tutunamayan” durumuna gelmiş bir genç. Psikolojisini öyle iyi okuyabiliyorum ki. Cinayeti işledikten sonra en önemli iki delili, silahını ve beyaz beresini atmamış. Polis bile hayretler içinde. Hiç kendi kendinize sordunuz mu: “Niye bunları atıp delilleri yok etmemiş?” Cevabı çok basit. Trabzon’a dönüyor. Orada arkadaşlarına övüne övüne, “Hrant Dink’i ben öldürdüm” diyecek. Büyük bir ihtimalle arkadaşları, “Atma lan” diyerek dalga geçecekler. Yani inandıramayacak. İşte o nedenle delillerini de getiriyor. Sırf arkadaşlarını ikna edebilmek için. Beni işte bu ruh hali korkutuyor. Örgüt olsa, devletin istihbarat birimleri, güvenlik güçleri onu çökertir. Ama burada neyi çökerteceksiniz? Mahalleyi veya bir şehri mi? Toplantıda işte bunu anlatıyordum. Diyordum ki, ‘Bu işi çözmek istiyorsak, hepimiz empati duygularımızı geliştirmeliyiz. Mahalledeki o çocuğu da anlamaya çalışmalıyız. İkinci Cumhuriyetçi fikirlere sahip birisi, kendisi için ‘Vatan haini’ ifadesinin kullanılmasından rahatsız oluyorsa, başkalarının da başka ifadelerden rahatsız olabileceğini düşünmelidir’. Mesela, milliyetçiliğin çok kötü bir şey olduğunun sürekli vurgulanmasından. Artık hepimiz kendimize çekidüzen vermeliyiz. Hepimiz, nefret üreten ifadelerden, düşmanlık üzerine siyaset yapmaktan, yazı yazmaktan vazgeçmeliyiz. Bunları anlatıyordum.
Evet Hrant’ın bedeni daha morgta iken, toprağa verilmemişken, Ertuğrul Özkök açık açık milliyetçiliği savunmaya, muhtemel eleştirilerin önünü kesmeye başlamıştı bile. O saatlerde düşündüğü buydu. Hürriyet’in ve Ertuğrul Özkök’ün bu duruşu şüphesiz şaşırtıcı değildir. Kimbilir Özkök belki de “bu noktaya nasıl gelindi?” başlıklı bir bilanço çalışmasında kendisinin de önemli bir rolü olacağını anlamış olmalıdır. Aynı günlerde bir diğer kan dondurucu yorum ise Cumhuriyet gazetesinden, ilk sayfada gazete adına yapılan analiz vasıtasıyla geldi. 22 Ocak Pazartesi günkü sayının ilk sayfasında olayın korkutucu yanına değinildikten sonra sırayı şu satırlar aldı:
“Herkesin bildiği gibi Hrant Dink sözde Ermeni soykırımı ile benzeri başka konularda çoğunluğun paylaşmadığı görüşleri benimsiyordu; bu farklılık birdenbire sıfıra indirgenmiş, öldürülen gazeteci tümüyle savunulmuştur. Dink’in Ermeni sıfatı kendisine duyulan sempati ve hoşgörünün katlanmasına yolaçmıştır..”
Evet, Cumhuriyet imzalı başyazıdan satırlar işte bunlar. Açıkça anlaşılıyor ki devlet ve tüm katmanlarıyla sağ cephe, nasıl ki 1970’lerdeki sol dalga karşısında tehdit algısını en üst düzeye yükseltmiş ve tüm karanlık güçlerini seferber etmişse, 2000’lerde ülkedeki hakim çoğunluğun imtiyazlarını ve kahhar üstünlüğünü kaybetme ihtimalinin ciddi şekilde kendini göstermesiyle yine tehdit algısını en üst düzeye çıkarmış ve yine topyekûn savunma, topyekûn hücuma geçmiş ve yine karanlık güçlerini seferber etmiştir. Önümüzdeki dönem, bu topyekun hücuma karşılık toplumun, ilk önce toplum olarak varkalma savaşını vereceği bir dönem olacak gibi görünüyor.
[1] Kurtlar Vadisi dizisi için iki büyük sermaye grubunun nasıl da yarıştıklarını hatırlayın.
[2] Not düşmeye gerek var mı bilmem, tabii ki burada Anadolulu olmaya özel bir değer ya da bir “öz” filan atfediyor değilim, ama İstanbullu Ermeni cemaati ile Anadolulu Ermeni cemaati birbirinin tıpatıp aynısı değildir tahmin edileceği gibi. Bu duruş farkını tarif etmeye çalışıyorum..