JON LEE ANDERSON
Che Guevara Devrimci Bir Hayat
İthaki Yayınları
İstanbul 2005
Bugünden bakınca
Ernesto Che Guevara
GÜN ZİLELİ
Nihayet, Ernesto Che Guevara hakkında, kahramanlık edebiyatından arınmış bir kitap okumak nasip oldu. Bu bakımdan, başta, bu kapsamlı çalışmayı büyük bir objektiflikle yazıp ortaya çıkarabilen yazar Jon Lee Anderson olmak üzere, böylesine çaplı bir kitabı çevirmeyi göze alan Yavuz Alogan’a ve böylesine masraflı bir kitabı basma cesareti gösteren İthaki’ye teşekkür borçluyuz.
I. 1960’LAR 1950’LERDE BAŞLAMIŞTI
Aslında, Latin Amerika’da 1960’ların 1950’li yıllarda başladığı anlaşılıyor. Özellikle Bolivya ve Guatemala’da, işçi ve köylülerin ayağa kalkmasıyla devrimci bir durum doğmuş, bu kitle desteğine dayanan anti-emperyalist ve reformcu hükümetler işbaşına geçmiştir. Genç gezgin Guevara bu her iki ülkedeki devrimci havayla astımlı ciğerlerini bol bol doldurmuştur. Bir de Meksika vardır. Meksika, bilindiği gibi, benzeri ve belki daha güçlü bir devrimci durumu 20. yüzyılın başlarında yaşamıştır. Devrimci durum yaklaşık 40 yıl önce sona ermesine rağmen, devrimin kazanımları varlığını sürdürmekte, Meksika, ’50‘lerin başlarında kültürel rönesansını yaşamaya devam etmekte, Bolivya ve Guatemala gibi o da, kıtanın devrimci göçmenlerine ev sahipliği yapmaktadır (s.111, 127, 162).
İdeolojik Şekillenme
1953’te 25 yaşında olan ve Guatemala’daki reformcu Arbenz hükümetinin Amerikan müdahalesiyle yıkıldığı günlerde bile Guatemala’dan ayrılmamakta ısrar eden Arjantinli Ernesto Guevara, bu 1950’li yıllarda ne gibi ideolojik etkiler altındaydı ve nasıl bir oluşum geçirmekteydi? Hemen belirtmeliyim ki, bu etkiler, aşağı yukarı bizim kuşağın 1960’lı yıllarda yaşadığı etkilerden çok farklı değildir. Ernesto Guevara, örneğin benden on sekiz yaş büyük olduğu halde (Guevara 1928, ben 1946 doğumluyum), nasıl oluyor da, benzeri ideolojik etkiler altında kalmış oluyoruz. Bence bunun iki nedeni var: Birincisi, Guevara, siyasetle esas olarak 1950’lerin başlarında, yani yirmili yaşlarında ilgilenmeye başlamıştır. Çünkü Latin Amerika’da devrimci dalga bu yıllarda yükselişe geçmiştir. Bizim kuşak ise, 1960’ların başlarından itibaren, yani henüz 15-16 yaşındayken devrimci etkinin altına girmiştir. İkincisi, 1960’ların siyasi ve ideolojik atmosferi esas olarak 1950’lerdeki değişimlerle belirlenmiştir. 2. Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş döneminin başlaması; Faşizmi yenen başkomutan ve Ekim Devrimi’yle kurulan Sovyetler Birliği’nin değişmez başı olarak Stalin’in sosyalist blok dışındaki prestijinin büyümeye devam etmesi; Sovyetler Birliği’nde Stalin’in ölümü ve iktidara gelen Kruşçev’in destalinizasyon hareketini başlatması; alttan gelen bir dalganın sosyalist bloktaki rejimleri tehdit etmeye başlaması, 1950’lerin başındaki Poznan ve Berlin ayaklanmaları, 1956 Macaristan devriminin Sovyet tanklarıyla ezilmesi; Çin Devriminin zafere ulaşması (1949), Mao Zedung’un ideolojik ve siyasi sahneye çıkışı; sosyalist blok içinde Yugoslavya, Çin ve Arnavutluk’un ayrı baş çekmeye girişmeleri; Vietnam Savaşı’nın dünya çapında ün kazanması; sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmaları; anti-sömürgeci kurtuluş hareketlerinin yaygınlaşması; Cezayir Bağımsızlık Savaşı; Nasır’ın Mısır’da anti-emperyalist bir lider olarak parlaması; bloksuzluk hareketinin gelişmesi, savaş sonrası yeni kültürel ve felsefi gelişmeler, örneğin varoluşçu felsefenin yaygınlık kazanması hep 1950’li yıllara rastlar ve 1960’ları tetikleyen de bu gelişmelerdir.
Böylesi bir ortamda Ernesto Guevara gibi sürekli arayış içinde olan radikal bir gencin, “yaşlı ve kederli yoldaş Stalin’in... resminin önünde... kapitalist ahtapotların yok edildiğini görene kadar huzur bulmayacağı”na yemin etmesinde (s.130) ya da Beatriz halasına yazdığı mektuba “Stalin II” (s.169) diye imza atmasında şaşılacak bir şey yoktur. O dönemde de, 1960‘lı yıllarda radikalleşen gençler, Stalin hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyor, onun katliamları hakkındaki yaygın kanı ve anlatımları “burjuva propagandası“ diye reddediyor, hatta bu söylenenler yüzünden ona daha çok sahip çıkmanın, gururla taşıdıkları bir çeşit radikalizm ve devrimcilik belirtisi olduğunu düşünüyorlardı.
Sovyetler Birliği konusunda da aynı durum söz konusudur. Sovyetler Birliği, hakkında çeşitli söylentiler dolaşan, ama içyüzü hiçbir zaman bilinemeyen bir kapalı kutuydu. Bu durum, bir yanıyla Sovyetler Birliği karşıtlarının propagandaları için elverişli bir ortam yaratırken, bir yanıyla da bu ülkeye olan merak ve ilginin artmasına yol açıyordu. Özellikle radikalleşen gençler için Sovyetler Birliği’nde ne olup bittiği, oradaki insanların nasıl bir yaşam sürdükleri büyük merak konusuydu. Elbette bu merak, sır olan her şeyde olduğu gibi, büyük bir idealleştirmeyi de getiriyordu. Bu yüzden, genç Guevara’nın, karşılaştığı ilk Sovyet görevlisini, “Sovyet insanının” “nasıl düşündüğüne” ve “nasıl yaşadığına” (s.175) ilişkin soru yağmuruna tutması da gayet doğaldır. Aynı naifliği hepimiz yaşamış, “Sovyet insanının” biz fanilerden bambaşka özellikler kazanmış insanüstü varlıklar oldukları gibi çocukça idolleştirmelere sapmışızdır. Elbette bu tür çocukça idolleştirmeler, gerçeklerle karşılaştığında, yıllarca yer altında kalıp havayla temas edince patlayan cisimler gibi tuzla buz olmuştur.
Benzeri bir şekilde, Guevara, henüz gençlik ve dinçlik çağını yaşayan Çin Devrimine (s.182) ve onun lideri Mao’ya da büyük bir sempati ve ilgi duymuştur. Elbette köylülüğün yoğun olduğu Çin benzeri ülkelerde yaşayan devrimci gençlerin Çin’e ve Mao’ya gösterdikleri bu ilgide, derinden derine işleyen bir kader ortaklığının da rolü inkâr edilemez.
Guevara ile bizim kuşağın etkisinde kaldığı bir diğer düşünce akımı varoluşçuluktur. Daha sonra Guevara’nın ilk eşi olacak Hilda’nın anlatımına göre, Guevara, o sıralarda Marksizmle daha fazla haşır neşir olan Hilda’dan farklı olarak Sartre’ın varoluşçu felsefesini ve Freud, Adler ve Jung’un teorilerini merak etmekteydi. Türkiye‘deki biz sol düşüncedeki gençlerin, 1960’ların ilk yıllarında Marx’tan çok Sartre, Camus ve varoluşçuluk üzerine kitaplar okuduğumuzu çok iyi anımsıyorum. Bu ilgi, Hilda’nın da Guevara’ya ilişkin anlattığı gibi, Marksizmin yayılması oranında giderek zayıflamıştır.
Bizim kuşak nasıl ilk öğretimini ulusal kurucu lider Mustafa Kemal‘le yapmışsa, Guevara da bir başka bağlamda Arjantin’in “Kemal”i sayılabilecek Perón’un yoğun etkisi altındadır ’50’li yıllarda. Peron’u ABD’ye karşı ulusal birliğin simgesi olarak görür ve destekler. Babasına yazdığı mektupta şöyle der:
“Arjantin Amerika’nın vahasıdır ve dehşet verici bir savaşa girmekten kaçınması için [dünya savaşını kastediyor, G.Z.] Perón’a mümkün olan her türlü desteği vermek zorundayız. Hoşuna gitse de gitmese de tek yol budur.” (s.165)
Böylesine ulusalcı bir bakışla Perón’u olumlu gören Guevara (daha sonraki silahlı mücadele yıllarında bile bu bakışını değiştirmemiş ve Arjantin’de başlatılacak bir gerilla savaşı için sol Peróncuların desteğini aramıştır, bkz. s.537, 548), Ulusal Bayrak Gününde Popocatepetl Yanardağı’nın zirvesine tırmanıp Arjantin ulusal bayrağını dikmiştir. Bizim kuşağın, en sıcak mücadele günlerinde, anti-emperyalizm adına Türk ulusal bayrağını taşımasıyla bu tutum arasında da bir paralellik bulmamak mümkün değil.
Blanquist Devrimci Diktatörlük
Ernesto Guevara, sadece felsefi ve düşünsel planda Marksizme ve sola kaymakla kalmadı. Özellikle Guatemala’ya yapılan Amerikan müdahalesi sırasında ve sonrasında, devrimci bir iktidarın emperyalist müdahaleye karşı direnebilmesi için alması gereken önlemler konusunda siyasi sonuçlar da çıkardı. Çıkardığı sonuçlar, bir çeşit Blanquist devrimci diktatörlüğün (kendisi böyle bir deyim kullanmamaktadır) zorunlu olduğu noktasında toplanıyordu. Latin Amerika’nın verili koşullarında seçimlere katılan hiçbir partinin devrimci kalamayacağını, zorunlu olarak sağa kayacağını ve ABD ile anlaşmak zorunda kalacağını düşünüyordu.
“Bir devrimin başarılı olabilmesi için‚ Yankee emperyalizmi’yle kafa kafaya gelmesi kaçınılmazdı... Komünist partileri de eleştiriyor, bu partilerin bir iktidar kotası elde etmek için sağcı taktik ittifaklar kurarak ‘emekçi kitleler’den uzaklaştıklarını hissediyordu.” (s.135)
Guevara, o sıcak Guatemala günlerinde, basın özgürlüğünün de devrimci bir iktidar için tehlikeli olacağı sonucuna varmıştı (s.137). Guevara’nın, ABD’nin müdahalesinden ve ordunun müdahalecilerle işbirliği yapmasından sonra vardığı önemli sonuçlardan biri de ordunun feshedilmesi zorunluğuydu (s.153). Ordunun feshedilmesi, halkın silahlandırılması ile elele gitmeliydi (s.153-154). Ve devrimci diktatörlüğün en önemli ilkesi olarak şu noktanın üstüne basıyordu: “Daha erken bir tarihte birkaç infaz mangası kurulmalıydı. Bu durumda her şey farklı olacaktı.” (s.165) “İnfaz mangası” fikri, Ernesto Gueavara’nın daha sonraki “devrimci şiddet” anlayışının ve uygulamalarının temellerinden biri olacaktı.
II. KÜBA DEVRİMİ
Küba Devrimi, sanıldığının tersine, Çin’de olduğu gibi, kentlerden tecrit edilmiş bir kırsal gerilla hareketinin zaferi değildir kanımca. Hatta, iddia edeceğim ki, Küba Devrimi, esasen bir kent ayaklanma hareketinin ürünüdür. Kırsal gerilla hareketi, kesinlikle bu kent ayaklanmasının sayesinde zafere ulaşabilmiştir. Rahatlıkla söyleyebilirim ki, eğer kırsal gerilla hareketi olmasaydı, Batista diktatörlüğü ya kent ayaklanmaları ya da ordu darbesi yoluyla yine yıkılacaktı. Ama iktidara gelen, Fidel değil, başka muhalif gruplar olacaktı.
Buradan hareketle belirtmem gereken bir diğer önemli nokta, Küba Devriminin, daha sonra Ernesto Che Guevara ve Regis Debray tarafından teorize edilen “öncü savaş”la çok fazla benzerliği olmadığıdır. Guevara ve Debray’nin “öncü savaş“ teorilerine göre, bir öncü foko gerilla grubu, öncü savaşı başlatır, halkla oligarşi ya da emperyalizm arasındaki “suni denge”yi bu öncü savaş yoluyla bozar, yine savaş yoluyla adım adım devrimin koşullarını, hatta devrimin öncü gücünü oluşturur. Her ne kadar bu teorinin Küba Devrimi pratiğinden çıkartıldığı düşünülürse de, Küba Devriminin gerçekliği ile “öncü savaş“ teorisinin çok az ilgisi vardır. Diyebilirim ki, Küba’da başlatılan gerilla savaşı, bir öncü savaşı değil, tersine, soluk soluğa kentlerde başlayan ayaklanmaya yetişmeye çalışan bir artçı savaşıdır. Bu artçı savaşının böylesine alelacele sahneye konmasında ise, Fidel ve onun 26 Temmuz hareketinin, ayaklanma halindeki diğer kentli gruplarla ve askerî cuntalarla iktidarı alma yarışında olması belirleyici olmuştur (hatta, gerilla hareketinin, 26 Temmuz hareketinin kent kesimi üzerinde egemenlik kurmayı da amaçladığı söylenebilir.) Fidel’in Sierra Maestra çıkartması, yönelimi bakımından, zaten yenilmekte olan Nazileri yenilgiye uğratmaktan çok, Avrupa içlerine ilerlemekte olan Sovyet Kızıl Ordusunu durdurmak için harekete geçen Amerikalıların Normandiya çıkartmasına bir hayli benzemektedir. Fidel, Sierra Maestra’ya çıkarken, Batista diktatörlüğünün zaten yıkılacağından, yıkılmakta olduğundan son derece emindi. Emin olmadığı nokta, Batista’nın yıkılışının ardından kendisinin mi, yoksa başka muhalif grupların, hatta kendi 26 Temmuz hareketinin kent kesiminin mi iktidara geleceğiydi. Silahlı kır gerilla hareketinin başlatılması, esas olarak, işte bu belirsizliğe son vermeyi amaçlıyordu. Bu söylediklerimizin öyle fazla iddialı tezler olmadığını gösterebilmek için, Küba Devriminin nasıl muazzam bir şehir ayaklanmasının üzerinde yükseldiğini, nasıl yüksek düzeyde bir savaşçı ruha ve morale dayandığını, nasıl daha önceden inceden inceye örülmüş bir köylü destek şebekesine sahip olduğunu, Batista diktatörlüğünün nasıl tecrit olduğunu, kırda ve şehirde hareketin nasıl büyük bir kitle desteğine sahip olduğunu, hatta alttan alta ABD tarafından da desteklendiğini anlatan bazı alıntılara yer vermem gerekiyor:
“Nisanda polis, subayların Batista’yı devirmek için hazırladıkları bir komployu açığa çıkardı. Bir Directorio ekibi Havana radyo istasyonunu ele geçirmek için başarısız bir girişimde bulundu ve bu sırada harekete katılanlardan biri vuruldu. Birkaç gün sonra Castro’nun Moncada saldırısının bir benzerini tezgahlayan Prio’nun auténticosuna bağlı bir militan grubu bir taşra ordu kışlasına saldırdı.” (s.192)
“José Antonio Echeverria önderliğindeki Directorio Revolucionario’ya mensup silahlı gruplar, Carlos Prio’nun auténticolarından bir grupla birlikte gündüz gözüyle Başkanlık Sarayı’na cüretli bir saldırıda bulunmuşlar ve Havana’daki Radio Reloj istasyonunu yirmi dört saat kadar elde tutmuşlardı. Ancak saldırı başarısızlığa uğramış, karşılıklı açılan ateş sırasında kırktan fazla kişi ölmüştü. Ölüler arasında, Echeverria ve otuzdan fazla taraftarının, beş saray muhafızının... kimliği saptanmıştı.” (s.240)
“Fidel’in isyancıları için otuz bin dolar toplayan Havana’daki adamı Faustino Pérez’in bildirdiğine göre 26 Temmuz hücreleri kentlerde sabotaj yapıyor ve isyancıların saldırıları karşısında utanç duymaya başlayan orduda rahatsızlık olduğu görülüyordu.” (s.227)
“Bereket çabucak yardım geldi. Onların bölgede hareket halinde olduklarını öğrenen, 26 Temmuz köylü şebekesinin [abç] önemli üyelerinden Guillermo Garcia onları bularak rehberlik etmeye başladı.” (s.213)
“Che’nin dikkatli olma uyarılarına rağmen kapıyı çaldılar ve gayet sıcak bir biçimde karşılandılar. Ev sahibi İsa’nın dirileceğine inanan dini bir grubun papazı ve bölgede henüz oluşum halindeki 26 Temmuz köylü şebekesinin bir üyesi çıktı... Ertesi günü oburluktan kurtulmaya çalışmakla ve dini cemaatin çevrede oturan meraklı üyelerinin sürekli ziyaretleriyle geçirdiler.” (s.212)
“Eski devlet başkanı... Prio’nun niyeti ne idiyse, toplantıyı düzenleyen kişilere göre Fidel bu buluşmadan en az elli bin dolarla döndü. Ondan daha sonra da parasal destek görecekti... KGB görevlisi Yuri Paporov’a göre Fidel’in aldığı para Prio’nun değil CIA’nın parasıydı... bu durum Amerikan istihbaratının giderek çıkmaza giren Batista’ya karşı verdiği savaşı kazandığı sırada Castro’yu elde etmek için gösterdiği çabaya ilişkin haberlere ağırlık kazandıracaktır. Castro’nun biyografi yazarı Tad Szulc’a göre CIA 26 Temmuz Hareketi’ne para yardımı yapmıştı; ama bu, daha sonra, 1957 ile 1958 arasında Küba’daki Santiago Amerikan konsolosluğunda görevli bir ajan aracılığıyla olmuştu.” (s.202)
“Armanda Hart’tan da bir mektup vardı. Che onun yazdıklarından pek hoşlanmadı ve biraz kuşkulandı. Günlüğüne şunları yazdı: ‘Mektupta kendisini olumlu biçimde anti-komünist olarak sergiliyor ve Yankee elçiliğiyle bir tür ilişki içinde olduğunu ima ediyor.’ (Bu özel mektup, gerilla seferi sırasında 26 Temmuz hareketi ile ABD hükümeti arasında kurulan gizli ilişkileri açığa vuran her türlü kayıt gibi, Küba’nın devrimci tarihinin resmî kayıtlarından çıkarılmıştır; ancak bu tür ilişkilerin kurulduğu açıktır. Daha önce yapılan değerlendirmeler bu temasların 1957 Yazında başladığına dair iddialara yer vermiştir. Che’nin sözleri ABD hükümet görevlilerinin mart ayı gibi erken bir tarihte Fidel’in yeraltındaki yoldaş[larıyla] bu türden ilişkiler kurduklarını gösterir.)” (s.246)
“CIA’nın Ulusal Yönetim Kurulu’nun Llano’daki görevlileriyle teması bir süre daha devam etti. Bu harekete para sağlandığı ve başka biçimlerde yardım edildiği açıktır. CIA’nın önerilerinin Küba’nın Cienfuegos deniz üssündeki reformist subaylardan oluşan bir grubun temsilcileriyle Pais arasında gerçekleşen bir toplantıyla aynı zamana rastladığını da kaydetmek gerekir. Bu subaylar Batista’ya karşı bir ayaklanma girişimi içindeydiler. Subayların planı ABD tarafından da gizlice destekleniyordu.” (s.265)
Gerilla Savaşı Dedikleri...
Davulun sesi uzaktan hoş gelir. Gerilla savaşının sesi de bizlere uzaktan hoş gelmişti. Ne var ki, yaklaştıkça hiç de hoş olmayan sesler geliyor kulağımıza. Örneğin, infaz edilenlerin sesleri. Her ordu, zalim bir savaş makinesidir. Gerilla da küçük çaplı bir askerî güç olduğuna göre, bu kuralın dışına çıkamıyor. Savaş halindeki her orduda firarın cezası ölümdür. Gerillada da bu kesin olarak böyledir. Sierra Maestra’ya çıkartma yapmak üzere Meksika’da talim yapmakta olan gerilla birimlerinde bile disiplinsizlik ve itaatsizlik karşısında ölüm cezası verilebilmektedir (s.194).
Kitapta, disiplin ihlali yapanların ve firar edenlerin infazına ilişkin çok sayıda hikâye var. Bunların bir kısmına, Che’nin karakteri konusuna girdiğimde değineceğim. Burada, sadece ikisini alıntılayayım:
“Ertesi gün Che, ‘gece vakti üç kişi firar etti’ diye yazdı. ’içlerinden biri çift taraflıydı; chivato [hain, ikili oynayan ajan, G.Z] olduğu için ölüme mahkûm edilen Rosabal; Sori’nin birliğinden Pedro Guerra ve iki askerî tutsak. Pedro Guerra yakalandı; kaçarken bir de tabanca çalmıştı. Hemen infaz edildi.’” (s.329)
“Che, İbrahim’in kaderini, özellikle gelişleri bu olayla çakışan yenilere bir ders olacak şekilde kullanmaya karar verdi. Durumu daha sonra şöyle değerlendirdi: ’Adamları tepenin bu korkunç olayın yaşandığı noktayı gören tarafında topladım. Gerillalarımıza ne göreceklerini ve bunun ne anlama geldiğini açıkladım. Firarın neden ölümle cezalandırıldığını ve devrime ihanet eden kişinin neden mahkûm edilmesi gerektiğini bir kez daha anlattım. Görevini terk etmeye çalışan adamın cesedinin önünden tek sıra halinde ve ağır adımlarla geçtik. Adamların çoğu daha önce ölü görmemişti ve belki de devrime sadakatsizlikten çok, ölü adama yönelik kişisel duygular ve o aşamada doğal olan bir siyasal zayıflık nedeniyle duygulandılar. Bunlar zor zamanlardı ve bu adamı örnek olarak kullandık.’” (s.261)
İnfazlar konusuna daha sonra yeniden döneceğim.
Gerillanın yöntemleri, aşağı yukarı her konuda düzenli ordunun yöntemleriyle aynıdır. Hatta yer yer düzenli ordununkinden bile katıdır. Gerillanın “konuşturma yöntemleri“ne başvurmadığını düşünenler yanılırlar. Savaş sırasında teslim alınan karşı ordunun tutsaklarından edinilecek istihbarat hayatî önemdedir. Tutsaktan, hem de çok kısa sürede karşı ordunun harekâtı ile ilgili bilgi almanın tek yolu vardır: tehdit, korkutma ve gerekirse işkence. İşte:
“Birkaç dakika sonra yolda iki adam ve iki erkek çocuk belirdi. İsyancılar onları yakaladılar. Adamlardan biri chivato olduğundan kuşkulanılan biriydi. Che’nin günlüğünde üstü kapalı biçimde dediği gibi, adamlar bilgi vermesi için ‘biraz sıkıştırıldı.’” (s.221) Bu “biraz sıkıştırma“nın ne anlama geldiğini hepimiz biliyoruz.
Gerillayla silahsız sivil halk arasında bir sevgi-korku diyalektiği olduğunu düşünmemiz için çok neden vardır. Sivil halk, ordunun vahşetinden korktuğu oranda, bu orduya karşı direnen gerillayı sever. Ayrıca gerillayı, kendisine iyi bir yaşam ve toprak vadettiği için de sever. Ama, halk, bir başka silahlı ordu olan gerilladan korkar da. O silahların, yalnız yasal orduyu değil, gereğinde kendini de tehdit ettiğini bilir. Öte yandan, yasal ordunun baskısıyla, gerillaya her an ihanet de edebilir halk, onları ihbar edebilir. Bu yüzden gerilla, halka sınırsız bir güven duymaz. Ona sevgisini gösterdiği yerde bile, elinde silah olduğunu hatırlatmadan edemez. Böylece hem halk, hem de gerilla birbirlerini hem severler, hem de birbirlerinden korkarlar.
Bu diyalektiğin örnekleri Küba savaşı boyunca da görülür. Halk, gerillayı güçlendikçe daha çok sever, ona daha çok güvenip yardım eder, ama bu büyüyen güçten de gittikçe daha fazla korkmaya başlar. Bir aşamadan sonra, halkın gerillaya olan sevgisiyle korkusu doğru orantılı olarak ve birbirini destekleyerek büyür. Bu sevgi-korku diyalektiğini çok iyi kavrayan Fidel, gerilla savaşının özellikle başlarında, halka karşı, gereğinde şantaja, tehdide, korkutmaya, hileye baş vurmaktan kaçınmamıştır. Başvurduğu hilelerden biri de, halkı korkutmak için kendisini düzenli ordunun subayı olarak tanıtmaktır:
“Bazı dikkate değer istisnalar olsa da, güvendikleri köylülerin çoğu onlara kendi çıkarlarıyla bağlıydılar. Para karşılığında adam kaçırıyor ya da yiyecek ve malzeme sağlıyorlardı. Fidel’in tanımadığı köylülere kendisini sürekli olarak guardia olarak tanıtma alışkanlığı köylülerin sadakatine bel bağlamanın ne kadar hassas bir mesele olduğunu gayet iyi bildiğini gösteriyordu.” (s.235)
Az Bulunur Bir Lider: Fidel Castro
Aynı Mustafa Kemal gibi, askerî liderlik özellikleriyle politik liderlik özelliklerini şahsında kaynaştıran Fidel Castro’nun tarihte nadiren ortaya çıkan olağanüstü liderlerden biri olduğunu kabul etmek gerekir. Gözünü iktidar hedefinden bir an ayırmayan, en ufak bir olayda bile nihaî hedefine göre hesap yapan, reelpolitiği hayatının her anında uygulayan, gereğinde acımasız, gereğinde affedici, gereğinde astlarını takdir eden ve yükselten, gereğinde gözünü kırpmadan rütbe tenziline giden, en küçük ayrıntıları bile hesap eden, iktidar tekelini daima elinde tutan ve iktidarı daima tek adam olarak kullanmaktan bir an bile vazgeçmeyen, her türlü taktik ittifaka açık, tek ilkesi ve hedefi iktidar olan ve bu uğurda her türlü aracı eli titremeden kullanan, gereğinde hayret edilecek kadar ılımlı, gereğinde son derece acımasız liderler soyundan gelir o. 781 sayfalık tüm kitap, sırf bu açıdan bile okunabilir ve Fidel’in tek adam iktidarını daha başından itibaren ilmik ilmik nasıl ördüğü, ABD ve SSCB gibi büyük güçlerle neredeyse bir ölüm dansı yaparak altmış yıla yaklaşan iktidar tekelini nasıl oluşturduğu görülebilir. Daha Sierra Maestra dağlarındayken bellidir onun nasıl dikkatli bir iktidar kurucusu olduğu, burada sadece bir alıntı vermekle yetineceğim:
“Fidel’in yaptığı silah dağıtımı simgesel anlamlar taşıyordu. Che’nin statü sembolü olan tabancasını alarak, kendisine bağlı köylü şebekesinin lideri olan Crescencio Pérez adında güçlü kuvvetli ve uyanık bir guajiroya verdi. Che’nin yüzünü ekşiterek ‘kötü bir tüfek’ dediği şeyi de ona verdi. Bu olay Fidel’in çevresindeki insanların duygularını yönlendirmedeki ustalığını ortaya koyan ilk önemli dersti. Gerektiğinde insanları bir anda yüceltmeyi ya da tek başına bırakmayı gayet iyi biliyordu.” (s.214)
Ve Çeliğe Su Verildi...
Esas konumuz Che Guevara olduğu için hemen ona dönelim. Che, Fidel Castro’dan oldukça farklı karakterde bir insandı. Onun, Fidel’den tamamen farklı olarak kişisel bir iktidar hedefi yoktu ve böyle bir şeye aldırış bile etmezdi. Başarılı bir gerilla komutanıydı ve bu başarısını gerilla savaşının acımasız kurallarını tam bir disiplinle ve gönüllü olarak yerine getirmesine borçluydu. Fidel ne kadar iktidar tutkunuysa, o da o kadar disiplin ve kural tutkunuydu. Annesinin belirttiği gibi (s.599), yakasını bırakmayan astım hastalığı ile giriştiği ölümüne mücadelede geliştirdiği özdisiplini ve iradeciliği, savaş döneminde, gençliğinde sahip olduğu humoru da bir yana bırakarak katılaşmasına (s. 497) neden olmuştu. Bu dönemde, eski alaycılığı iğneleyiciliğe (s.499), eski özgüveni kibirliliğe ve kendini her durumda haklı görmeye (s.185, 500, 553) eski kararlılığı acımasızlığa (s.270, 274, 275, 276, 277, 278, 499, 561), eski açık sözlülüğü kabalığa (s.351, 562, 690) dönüşmüştü. Anne ve babasına yazdığı bir mektupta, “yaptığı eylemler”in onu “olağanüstü katılaştırdı”ğını kendisi de kabul etmektedir (s.621) Oğlunu o kadar seven babası bile devrim sonrasında tanık olduğu olaylar sonucunda oğlunun sertliğinden şikayetçi olmuş (s.386), Ernesto’nun eski arkadaşları, onun devrim sonrası infazlarda oynadığı belirleyici rol karşısında dehşete kapılmış (s. 387), Che’nin, korumalarından birini cezalandırmak için soyup dolaba kapatmasına annesi bile tepki göstermişti (s.561).
Che’nin gerilla savaşı döneminde infazlarda oynadığı rolle, devrim sonrasında, doğrudan devlet eliyle uygulanan infazlarda başsavcı olarak ortaya çıkışı arasında neredeyse hiç kesinti yoktur. Söylemesi acıdır ki, Che’nin infazlara düşkünlüğü, Eutimio adlı, ihanet ettiğinden kuşkulanılan bir gerillayı bizzat infaz etmesiyle başlamış (“32 kalibrelik bir tabancayla beynin sağ tarafına, sağ temporal lobda çıkış deliği açacak şekilde tek atışla soruna son verdim. Biraz soludu ve öldü.” s.232) ve devrimden sonra da baş savcı olarak rol aldığı 550 infazla devam etmiştir. Devrim sonrası infazlar, uluslararası planda çok tepki çektiği için, Che Guevara karşı olmasına rağmen, Fidel Castro tarafından durdurulmuştur (s.410).
İnfazcılıkla, aşırı kuşkuculuğun el ele gittiğini ve bunun gerillalar içinde acı olaylara yol açtığını söylemeye bile gerek yok. Kitapta bu konuda da bol örnek var. Uzatmamak için buraya birkaç örnek alıp, diğerlerinin sayfa numaralarını (s.270-278, 383-387) vermekle yetineceğim.
“Ancak Che’nin kolunda işler iyi gitmiyordu. Firarlar artmıştı. Teğmenine itaatsizlik ettiği için silahı alınan genç bir isyancı eline bir revolver geçirerek dehşete kapılmış yoldaşlarının gözü önünde kendini başından vurarak intihar etmişti.” S.270)
“Adamlar arasındaki huzursuzluk Che’yi sıkı önlemler almaya yöneltti ve genç bir çocuğu yeni disiplin komisyonunun başkanı yaptı... Enrique Acevedo bu önlemin savaşçıların ruh halini olumsuz yönde etkilediğini hatırlıyordu. ’Küçük bir askerî polis teşkilatını andırıyordu’ dedi.” (s.270)
“Aristido... Che’nin yokluğunda revolverini satmış ve tedbirsiz davranarak orduyu beklemeden gidip onlarla ilişki kurmayı düşündüğünü anlatmıştı. Bütün bunları öğrenen Che hemen harekete geçti. ‘Devrimin zor anları vardı,’ diyecekti daha sonra. ‘Grubun şefi olarak yetkilerimi kullandım. Çok hızlı bir soruşturma yaptık ve Aristido idam edildi.’ ” (s.275)
“Çinli Chang ile bir kıza tecavüz eden bir köylü ölüm cezasına çarptırıldı. Che, her zamanki gibi, onların son anlarını dikkatle gözlemlemişti. Ölümü cesaretle mi yoksa korkuyla mı karşılayacaklarını merak ediyordu... Ormanda bir ağaca bağlandılar. İkisi de sakindi. Köylü gözleri bağlanmaksızın, bakışlarını silahlara dikerek ve ‘Yaşasın Devrim’ diye bağırarak öldü.” (s.275)
“Echeverria... isyancılara katılacak yerde başıboş silahlı çetelerden birine katılmıştı... savaşta ölmesine izin verilmesi için yalvardı. Bir devrimci infaz mangasının önünde ölerek ailesine leke sürmek istemiyordu. Ancak mahkemenin kararı kesindi... kurşuna dizilmeden önce... annesine bir mektup yazdı. ‘Cezanın adil olduğunu açıklıyor ve ondan devrime sadık kalmasını istiyor’du.” (s.276)
“Bir ara maskotları olan bir köpek yavrusunun inatla peşlerine düştüğünü fark ettiler... Bir çayın kıyısında mola verdiler. Köpek yavrusu hiç beklenmedik bir anda havlamaya başladı... Che köpeğin öldürülmesini emretti.” (s.278) (Köpeğe bakmakla yükümlü Felix adlı gerilla, köpek yavrusunu iple boğarak bu emri yerine getirmiştir.)
Çürüten Adaletsizlik
Kitapta, devrim sonrası infazlara ilişkin olarak, gerek Che Guevara, gerekse de Fidel Castro tarafından yapılmış bazı savunular yer almaktadır. Hemen belirteyim ki, bu savunular, pek de öyle dişe dokunur şeyler değildir. Castro’nun (s.410) ve Che Guevara’nın (s.373) savunularından biri, infazları halkın istediği ya da dayattığıdır. Bu oldukça çürük bir gerekçedir. Fidel de, Guevara da, gerektiği zaman halkın istek ya da dayatmalarına yüz vermemesini bilen liderlerdir. Herhalde kendileri de, halkın her istediğini yerine getirdiklerini iddia edecek değillerdir. Kaldı ki, kalabalıkların isterik çığlıklarıyla herhangi bir adil karar verilemeyeceği tarih boyunca defalarca kanıtlanmıştır. Hitler bile, Yahudileri “Alman halkının isteğiyle” katlettiğini söyleyecek olsa, pek o kadar da yalancı çıkmazdı. Zorba iktidarların kışkırttığı kalabalıklar, özellikle böylesi kritik anlarda son derece acımasız ve yalaka olabilirler. Kitapta felsefe notlarına İbsen’den bir alıntı düştüğü kaydedilen (s.77) Guevara’nın bu gerçeği anlaması için, İbsen’in “Bir Halk Düşmanı” adlı oyununu okuması ya da seyretmesi belki de yeterli olabilecekti.
Guevara’nın infaz gerekçelerinden biri de, “onlar öldürmeden sen öldüreceksin”dir (s.387, 464). Eğer bu mantık hakim olacak olsa, dünya bugünkünden de beter bir kan gölüne dönerdi. Bu, cinayet işleyen bir kişinin, yargıcın karşısına çıkıp, “efendim, beni öldürmeyi düşünüyordu, onun için öldürdüm” demesine benzemektedir. Kaldı ki, yukarıdaki örneklerde de gördüğümüz gibi, infaz edilenlerin önemli bir kısmı doğrudan karşı-devrimci bile değildir, bazıları infaz mangalarının kurşunlarına karşı “yaşasın devrim” diyerek ölüme gitmişlerdir.
Bir diğer savunu da, Guevara’nın “sağlıklı adaletsizlik” görüşüdür. Nikolás Quintana’nın anlatımına yer verelim:
“Che bana şöyle dedi. ‘Bak, devrimler çirkin ama gereklidir ve devrimci sürecin bir parçası da adalettir ve bu adalet gelecekteki adaletin kurulmasına hizmet eder.’... Ona adaletsizliği temel alan hiçbir şeye inanmadığımı söyledim. Che daha sonra şunu sordu. ‘Adaletsizlik sağlıklı olsa da mı?’” (s.448)
Fransız devriminin Jakoben önderlerinden Saint Just’un “hürriyetin istibdadı” sözlerini bir hayli anıştıran bu sözler karşısında, en azından Che Guevara ve Küba halkının kaderi adına üzüntü duyuyor insan. Adaletsizliğin “sağlıklı” olduğu nerede görülmüştür ki? Adaletsizlik, sağlıklı bir yapıyı bile kısa sürede çürütür.
İşte örneği... CIA’in örgütlediği paralı askerlerle yapılan ünlü Domuzlar Körfezi çıkartması, Küba tarafından bozguna uğratılır ve 1200 karşı-devrimci paralı asker Küba silahlı kuvvetleri tarafından esir alınır (s.494). 500 sayfa boyunca çoğunu hiç de içime sindiremediğim öyle çok infaz olayı okumuştum ki, hiçbiri zorunlu askerlik sonucu askere alınmış sıradan asker olmayan, hepsi de bilinçli olarak CIA’nin paralı askerliğine yazılan bu esirlerin infaz edileceğine kesin gözüyle bakıyordum. Hatta, itiraf edeyim ki, böyle bir şey olmuş olsa, en azından karşı-devrimci elebaşılar infaz edilse fazla da üzülmeyecektim. Ama ne görüyoruz! Küba, elebaşılar dahil olmak üzere 1200 karşı-devrimciyi, altmış iki milyon dolarlık tıbbî malzeme karşılığında, burunları bile kanamadan ABD’ye iade ediyor. İşte, buyrun! Her şeyi içten içe çürüten “sağlıklı adaletsizliğin” güzel bir örneği. İnfaz mangalarının tüfekleri önünde “yaşasın devrim” diye bağıran, devrim için ölmelerine bir şans tanınması için yalvaran gençlere şimdi daha çok yandı içim. Bu garibanların arkalarında, birkaç bin dolarla can bedellerini ödeyecek ABD gibi bir ağababaları yoktu elbette.
Öyle Bir Maçoluk ki...
Türkiye sol hareketinin erkek egemenliğinden, erkek militanlar arasında maço tavırların yaygın olduğundan şikayet eder dururuz. Doğrusunu söyleyeyim, kitapta Che Guevara’nın erkek egemen ve maço tavırlarına ilişkin sayısız örneği okuduktan sonra, Türkiye sol hareketinin bu konuda yunmuş yıkanmış olduğunu düşünmekten kendimi alamadım. 1960’larda dahi, tam olarak içselleştirilmese bile, Türkiye sol hareketinde bu konuda bir dikkat, belki biraz da köylü ahlakından gelen bir mahcubiyet ve çekingenlik olduğunu düşündüm.
Che Guevara ise, kitaptaki örneklerden anlaşılıyor ki, kadınlara karşı gemlenmez, dizginsiz bir erkek egemen ve maço tutum içindedir. Ona göre, erkeklerin kadınlarla cinsel ilişki kurmasının adı “düzmek” ya da “düzüşmek”tir, bir kadın erkeklere ilgi gösteriyorsa, “düzüşmek” ya da “düzülmek” istemektedir. Merak edenler için, doğrudan Che’nin kaleminden çıkmış bu tür satırların sayfa numaralarını vermekle yetiniyorum (s.143, 155, 161, 234). Bir erkeğin “kadınsı davranışlar” gösteriyor olması, onun küçümsenmesi için yeterlidir (s.156). Birisi cesursa o, “taşaklı adam”dır (159). Gerilla, erkektir, erkekçe davranmalıdır. Dolayısıyla gerillada kadına yer yoktur: “onlara birer señorita (bayan) olmadıklarını, savaşmak istiyorlarsa sert olmaları gerektiğini anlattım.” (s.188) “Kadınların gerilla kamplarında kalmalarına bir kural olarak izin verilmiyordu.” (358-359) “... onlara etek giydireceğimi, ellerine sepet verip yucca taşıtacağımı (kadınların yaptığı bir iş), çünkü beş para etmediklerini, kadınlardan bile kötü olduklarını söyledim.” (s.646) “... çünkü bu tip bir mücadele bize devrimci olma fırsatı verir. İnsanlık merdiveninin en yüksek basamağıdır bu ve erkekliğimizi sınamamızı sağlar.” (s.702)
Görüldüğü gibi, gerilla savaşı yoluyla “insanlık merdiveninin en yüksek basamağı”na tırmanmak, yani ileride ele alacağım “yeni insan” mertebesine yükselmek yalnızca erkeklere özgü bir durumdur. Hatta kadınların insanlığın içinde görüldüğü bile kuşkuludur. Bu satırları okuyunca, Fatmagül Berktay’ın “kadın insan mıdır?” sorusunu daha da anlamlı buldum.
Che’nin erkek egemen mantığı, kendini tek eşliliğe bağlılık ve tek eşliliğe “ihanet” konusunda da ortaya koymaktadır. Haydi, devrimden sonra, sevgililileri olan gerillaların alelâcele ve topluca resmî nikâh kıyımına uğratılmalarının (s.375) üzerinde durmamaya çalışalım. Peki, kendisiyle flört etmek isteyen genç ve güzel bir kadını, herkesin önünde, alenen “terbiyesini takınmaya” davet etmesine (s.566) ya da “yoldaşının karısıyla ilişki” kuran görevlileri, kendi kurduğu, minyatür bir Gulag olarak görülebilecek Guanacahabibes’e göndererek cezalandırmasına (s.561) ne demeli?
Castro’nun İktidar Tekeli ve Che Guevara
Küba Devrimi gerçekleştirildikten sonra en gizemli ve en fazla meraka yol açan noktalardan birisi, Fidel ile Che arasındaki ilişkilerdir. Bu iki lider arasında hiçbir zaman açık bir çatışma meydana gelmemiştir, öte yandan ikisinin arasında açığa vurulmayan bir farklılığı ve gerilimi gözlemlemek mümkündür. İki lider arasındaki karakter ve yönelim farklılıklarına yukarıda değindiğimden burada tekrarlamak istemiyorum. Bu karakter ve yönelim farklılıklarının da beslediği farzedilebilecek bu gerilim, kritik anlarda gözle görülebilir bir hal almaktadır. Anderson’un anlatımlarından hareketle bu kritik anlardan en önemli birkaçını gözden geçirmeye çalışalım.
“Fidel Havana’ya bir zafer alayıyla, büyük bir şovmen gibi girdi. Zaptedilmiş bir tankın tepesinde ve tezahürat yapan bir kitlenin ortasındaydı. Sarayda Urrutia’ya [yeni rejimin, Castro tarafından atanmış ilk Cumhurbaşkanı, G.Z.] saygılarını sunduktan sonra, Havana’ya getirilip limana çekilen Granma’ya [Castro’nun Sierra Maestra’ya çıkartma yaptığı gemi, G.Z.] geçti. Daha sonra, Camilo ve Raul’un eşliğinde coşkuyla bayrak sallayan binlerce kabanerosun (Kübalı) arasından geçerek Camp Columbia’ya yöneldi. O sırada Che, La Cabaña’da, gözlerden uzaktaydı.” (s.379)
“Fidel’in onu La Cabaña’ya, ikincil bir konuma göndermesinin sebebi neydi? Fidel hiç kuşkusuz Che için fazla göze batmayan bir konum seçmişti, çünkü onun ilgi odağı olmasını istemiyordu. Yenilgiye uğrayan rejim, o rejimin taraftarları ve Washington Che’yi ‘uluslararası komünist’ olarak görüyorlardı ve daha işin başındayken ona önemli bir rol vermek ancak sorunlara yol açabilirdi.” (s.374)
Anderson, kitabında yer yer bu yargıyı ya da gerekçeyi tekrarlamaktadır. Bu bana hiç de inandırıcı gelmiyor. Eğer öyle olsaydı, Fidel Castro’nun, Che’den daha fazla “Sovyetçi” diye bilinen kardeşi Raul Castro’yu da geçit resmine katmaması, onu da Che gibi uzak bir bölgeye göndermesi gerekirdi. Oysa, Raul, yukarıda da okuduğumuz gibi, gösteriye Castro’nun yanıbaşında katılmıştır. Bana kalırsa, Fidel Castro’nun Che’yi tam da böyle bir zafer anında gözlerden uzak tutmasının tek sebebi, onu potansiyel iktidar rakibi olarak görmesidir. Castro’nun bu taktiği, bana Sovyetler Birliği’ndeki bir olayla oldukça örtüşüyor gibi geldi. Lenin öldüğünde, Troçki, rahatsızlığı nedeniyle Moskova’nın dışında, uzak bir yerde tedavi görmektedir. Stalin, Lenin’in cenaze törenini kasıtlı olarak Troçki’ye geç haber verir ve tören sırasında tek lider olarak ortaya çıkıp, Lenin’in naaşı önünde Parti adına sadece kendisi konuşma yapar. Bu, parti üye ve yöneticilerinin, Lenin’den sonraki liderin Stalin olduğunu, hatta Troçki’nin şimdiden tasfiye edildiğini düşünmelerini kolaylaştıran son derece tayin edici bir olaydır.
İyi bir komutan olan Che’nin bundan sonraki süreçte de Küba silahlı kuvvetlerinden sürekli uzak tutulduğunu görüyoruz. Sovyet yanlısı olarak bilinen kardeşi Raul Castro’yu ordudaki en sorumlu görevlere atamakta tereddüt etmeyen Fidel, Che’yi iktidarın en kritik noktalarına yaklaştırmamakta büyük bir dikkat göstermiştir (s.431). Che, esas yeteneğiyle hiç de bağdaşmayan bir biçimde, önce Sanayi Bakanlığı’na (gerçi, ileride değineceğimiz üzere, Troçki gibi o da sosyalist hızlı kalkınmaya meraklıydı), sonra Şeker Bakanlığı’na, bir ara da Küba’nın özellikle 3. Dünya ülkeleriyle bağlantı kurabilmesi için gayriresmî olarak “Dışişleri Bakanlığı”na atanmıştır. Fidel akıllı bir liderdir. Silahlı birimlere yaklaşmasını tehlikeli gördüğü, ama şahsi iktidar hırsı olmadığını bildiği Che’yi tamamen devre dışı bırakmak yerine, onun yeteneklerinden ve prestijinden uygun bir şekilde yararlanmasını bilmiştir.
Sonuç olarak, pragmatik, iktidar tekelcisi lider tipiyle, ideallerine (bu idealin niteliği bu bahiste önemli değildir) ve kişisel iktidardan çok “ideallerin iktidarına” bağlı lider tipi arasındaki çatışmadır bu. Bunun, bizim tarihimizde ve Sovyetler Birliği tarihinde iki parlak örneği vardır. Bizim tarihimizde Mustafa Kemal birinci tip lideri, Enver Paşa ise ikinci tip lideri temsil eder. Sovyetler Birliği’nde ise, birinci tip lideri temsil eden Stalin’ken, ikinci tip lider Troçki’nin şahsında somutlaşır. Ve ne ilginçtir ki, birinci tip üç lider de ölene kadar iktidarda kalırken (Fidel Castro’nun da ölene kadar iktidarda kalacağına kuşku yoktur), ikinci tip üç lider, kovuldukları ya da dışlandıkları iktidarın çok uzaklarında (Enver Paşa Türkistan’da, Troçki Meksika’da, Che Guevara Bolivya’da) katledilmişlerdir.
III. CHE GUEVARA VE SOSYALİZM
Guevara’nın sosyalizme ilişkin görüşlerinde hiçbir özgünlük yoktur. Sovyetler Birliği’ne ilişkin eleştirel notlarında ve yazılarında bile özgünlükten çok, kendisinden önceki ya da çağdaşı Marksist-Leninist “usta”ların bazı görüşlerinin tekrarı söz konusudur.
Che Guevara’nın, sosyalizmi ilerleme, doğanın denetim altına alınması, hızlı sanayileşme olarak algılayan görüşleri, Lenin’in, Stalin’in, Troçki’nin, Kruşçev ve Mao’nun görüşlerinin aynen ve biraz da eklektik tarzda benimsenmesinden ibarettir. Kruşçev’in, Sovyetler Birliği’nin “Batı’yı yakaladığı” (s.493) iddiasına benzer bir şekilde, Che Guevara da “Küba’daki hayat standartlarının ABD’ninkini geçeceğini ileri sürecek kadar ileri gitmişti.” (s.403) Aslına bakılırsa, Anderson’un “ileri gitme” noktasına vurgu yapması bana hatalı geliyor. İleri gitmese de, Küba gerçekten ABD hayat standartlarını geçseydi ne olacaktı ki? Sosyalizmi, gittikçe daha fazla sanayileşmeyle, gittikçe daha fazla zenginleşmeyle özdeşleştiren bu ilerlemeci mantık değil miydi sosyalizmin mezarını kazan?
“Küba’nın güçlü bir ekonomi yaratması, hızlı bir sanayileşme sürecinden geçerek şeker ihracatına dayalı bir ekonomi olmaktan kendini kurtarması da gerekiyordu. Ülke ancak o zaman kendisini Amerikan kapitalist hakimiyetinden kurtarabilirdi.” (s.388) diyor Che Guevara. Ülkesini emperyalizmin boyunduruğundan kurtarmak için çareler arayan bir liderin görüşleri olarak saygıyla karşılanabilir bu görüş (gerçi anti-emperyalizm açısından bile doğruluğu tartışmalıdır), ama sosyalizmi ekonomik kalkınmayla eşitlemesi anlamında, temelleri Lenin ve Stalin tarafından atılan ve diğerleri tarafından da benimsenen bu görüş gerçek sosyalizmle bağdaşmaz. Özellikle Sovyetler Birliği’nin hızlı sanayileşme deneyiminde görüldüğü gibi, bu uygulama, işçi ve köylülerin inisyatifini bastırmak ve onları eski rejimdekinden de daha beter köleler haline getirmek için birebirdir. Çünkü hızlı sanayileşme ilkel birikime (Preobrejinski’nin koyduğu adla “ilkel sosyalist birikime”) dayanır. İlkel birikim, diğer kapitalist ülkelerin uzun bir zaman dilimi içinde, köle emeğinden ve sömürgelerin soyulmasından da yararlanarak yaptıkları birikimin (yani sömürünün) benzerinin, koca ülkenin bir iç sömürgeye dönüştürülerek, işçi ve köylülerin ve diğer ülke içi halkların çok kısa süre içinde amansızca sömürülerek yapılmasıdır ki, ezilen kitlelerin egemenliği ve sömürüden kurtulması anlamına gelen sosyalizme bundan daha uzak ve yabancı bir şey olamaz.
Üstüne üstlük Che Guevara, bu hızlı sanayileşmenin Sovyetler Birliği’nin desteğiyle yapılmasını istemektedir: “Leonov, Che’nin Kruşçev’le yaptığı görüşmede hazır bulunmuştu. Che, başka şeylerin yanı sıra, sanayileşmenin kaçınılmaz gereği olarak Küba’nın bir milyon ton kapasiteli kendi çelik fabrikasına sahip olmasını, Sovyetlerin bu amaçla yatırım yapmasını ve fabrikayı kurmasını istemişti.” (s.475) Kruşçev’in Che’ye cevabı son derece mantıklıdır: “Bak Che, eğer istiyorsan bir fabrika kurabiliriz, fakat Küba’da kömür yok, demir yok, kalifiye işçi yok ve Küba’nın henüz gelişim halindeki sanayisi dikkate alındığında bir milyon tonluk bir tüketici piyasası yok.” (s.475) Kruşçev’in halihazır ekonomiler açısından söylediklerinin mantıklı olması bir yana, Sovyetler Birliği’nin iyi tarafına gelseydi de Küba’nın her tarafını çelik fabrikalarıyla doldursaydı ya da Küba’yı kendisi gibi sanayileşmiş küçük bir Sovyetler Birliği haline getirseydi ne olacaktı? Ne olacağını anlamak için Sovyetler Birliği’nin haline bakmak yeterliydi.
Che Guevara’nın o günkü Sovyetler Birliği’ne bakmadığını, gözlemlemediğini iddia edemeyiz. Şair ve yazar Heberto Padilla’nın anlattığına göre, Che, Padilla’nın SSCB’ye ilişkin eleştirisini yarıda keserek şöyle demişti: “Bütün bunları dinlemek istemiyorum. O domuz ağılı hakkında her şeyi biliyorum zaten. Bizzat gördüm.” (s.598) Keza, “Alberto Granado’ya göre Che’nin keyifsizliği tam bir saflıkla benimsediği kusurlu Sovyet modeline inancını kaybetmesinden kaynaklanıyordu. Bu modeli Küba’ya yarım yamalak aşılamaya çalıştığı için öfkeliydi. Sonuç verimsizlik, bürokrasi ve içi boş bir zafer söyleminden ibaretti.” (s.559) Nitekim Che Guevara, “Stalin döneminden beri standart bir Sosyalist kutsal kitap olan Sovyet Ekonomi Politiğinin El Kitabı’na ilişkin eleştirel görüşlerini temel alan” (s.659) bir kitap yazma çalışması içindeydi. Ne var ki, Che Guevara’nın Sovyet iktisadına eleştirisinin, Stalin’in merkeziyetçi bürokratik uygulamalarından çok, Lenin’in NEP dönemi uygulamalarını hedef aldığı anlaşılmaktadır (s.589, 466-467, 743). Savaş Komünizmi döneminin hemen ardından yürürlüğe konan NEP dönemi uygulamalarının küçük ticarete ve girişimci köylülüğe taviz verme anlamında, sınırlı ölçüde kapitalizme açılımı temsil ettiği doğrudur. Ne var ki, bu dönemin, Lenin’in iradesiyle değil, savaş komünizminden acı çeken işçi ve köylü kitlelerinin iradesiyle (ki 1921 yılındaki Kronstadt ayaklanması bu iradenin ürünüdür)[1] başlatıldığını, Lenin’in olsa olsa NEP’i devreye sokarak, bu iradeye boyun eğdiğini ya da ödün verdiğini; daha önemlisi, NEP’in, Kruşçev dönemine kadar emekçi kitlelerin bir nebze olsun rahat nefes alabildikleri birkaç yıllık kısa bir aralık olduğunu anlamak gerekirdi.
Ne var ki, Che Guevara’nın, onulmaz merkeziyetçiliği ve iradeciliğiyle; Stalin’i örnek alan Fidel Castro’nun küçük köylülüğü zor yoluyla devlet komünlerinde toplama uygulamasını desteklemesiyle (s.438-439); yine Stalin tarzında, işçileri “daha çok üretmek için daha çok çalışmaya ve fedakarlık yapmaya” (s.487) teşvik etmesiyle; keza Stalin’i hatırlatan bir tarzda, üniversite alanında, ekonomik yarar getirmediği düşünülen beşerî bilimlerin asgarî düzeye indirgenmesini savunmasıyla (s.458); Troçki’nin ekonominin askerileştirilmesi tezini hatırlatan bir uygulama olarak, ordunun fabrikaları yönetmeye sevkedilmesini savunmasıyla (s.442); doğrudan Mao’dan aldığı bir fikirle, “Küba iş gücünün Komünist bilincini geliştirmek için ‘maddi özendiriciler’in yerine ‘manevî özendiriciler’ “ (s.589) üzerinde ısrar etmesiyle (maddi özendiricileri yaygın bir şekilde yürürlüğe koyanın Stalin olduğunun ne kadar farkındaydı acaba); Stalin’le Troçki’yi anımsatan bir biçimde, emekçilerin eksikliğini mülk sahipliği duygusunda değil, sorumluluk duygusunda görmesiyle (s.467); yine Stalin’i izleyerek, devlet işletmelerinin kendi aralarında rekabet etmeleri yerine “bütçe finans sistemi” adı altında merkeziyetçi kumanda ekonomisini savunmasıyla (s.589); Mao’nun, 1956 yılında, “Batı’yı yakalama” hülyasıyla başlattığı, daha sonra büyük yıkımlara ve kitlesel ölümlere yol açtığı anlaşılan “Büyük İleri Atılım” kampanyasını örnek almasıyla (s.467) biraz Preobrejski’ye ve Troçki’ye, biraz Stalin ve Mao’ya benzer bir şekilde, eli kamçılı bir sosyalizmi savunmakta ısrarlı olduğunu saptamak zorundayız. Günümüzde küçük birkaç Stalinist ve Troçkist sektin dışında bu tür, emekçileri ücretli de değil neredeyse ücretsiz köleler haline getiren bir merkeziyetçi kumanda ekonomisini savunan kimse kalmamıştır. Açıkça anlaşılması gereken nokta, Che Guevara’nın sosyalizme ilişkin görüşlerinin kendisi gibi ölümsüz olamadığıdır.
IV “ÖNCÜ SAVAŞ” VE “YENİ İNSAN”
Che Guevara’nın devrimin gerçekleştirilmesine ilişkin görüşleri, ana çizgiden hiçbir şekilde sapmamakla birlikte, belli bir evrim geçirmiştir. Önceleri, Fidel’in ve genel olarak Latin Amerika devrimcilerinin de (kısmen Sovyet yanlısı komünistlerin bile) katıldıkları ve Küba Devrimiyle doğruluğu kanıtlandığı düşünülen bir “silahlı mücadele yoluyla devrim” anlayışını paylaşmaktan öteye gitmez Che’nin bu konudaki fikirleri. Ancak, Sovyet-Çin ayrılığının belirginleşmesi; Sovyetlerin ortaya attığı “barış içinde bir arada yaşama” tezinin (s.595), somut pratikte emperyalist sistemle uzlaşma ve silahlı mücadele çizgisinin terki anlamına gelmesi (s.605); Çin’in bu görüşe şiddetle karşı çıkması; Fidel Castro’nun, belli zigzaklar çizse de adım adım Sovyetlerin tezine kayması (s.614-615) Che Gueavara’nın, silahlı mücadeleye ilişkin görüşlerini daha netleştirmesini ve köşeli hale getirmesini gerektirmiştir. ’60’larda, Latin Amerika’da, Küba Devrimi gibi belirgin bir devrimci durumun yaşanmadığı koşullarda Che Guevara, Sovyet tezleriyle mücadele içinde, silahlı mücadele çizgisine, “şiddet unsuru”na ve “yeni insan”a ilişkin bazı ekler yapma gerekliliğini duymuştur. Yeni geliştirilen bu tezlere göre, silahlı mücadele, bir kitlesel ayaklanmanın ürünü olmayacak, tersine şiddet yoluyla kitlesel ayaklanmanın koşulları yaratılacaktı. Yani, silahlı mücadele, o zamana kadarki yaygın kavrayışın tersine, nihaî ve öldürücü darbeyi indiren bir mücadele yöntemi olmayacak, tersine bu öldürücü darbenin koşullarını şiddet yoluyla yaratacaktı. Şiddet yoluyla, daha başından, emperyalizm ya da oligarşiyle halk arasında var olan sunî denge bozulup devrim ilerletilecek (s.575), hatta emperyalizm işgale kışkırtılarak, Vietnam’da olduğu gibi bir ulusal savaşın avantajlarından da yararlanılacaktı (s.685). İşte Che Guevara tarafından teorize edilen “öncü savaş” teorisi kısaca buydu. Che Guevara, bu teoriye bir de “yeni insan”ın yaratılmasını eklemiştir (s.466). “Yeni insan” ancak çetin silahlı mücadeleler içinde yaratılabilirdi (s.595) ve “öncü savaş” bu “yeni insan”ı yaratmanın en önemli aracıydı (s.624). Savaş kitleselleştikçe, militarize olan kitleler de “yeni insan” mertebesine yükselecek ve böylece o zamana kadar sosyalist ülkelerde başarılamayan bir şey başarılmış, kitleler savaş yoluyla devrimcileşmiş olacaklardı.
Ne var ki, teoriyle hayat, her zamanki gibi çelişmekteydi. Che Guevara’nın, “öncü savaş” teorisinin ilk başarısız uygulaması, kendisinin bizzat katılamadığı, ancak onun yakın adamı Masetti tarafından yürütülen Arjantin foko hareketiydi. Foko grubu daha Cezayir’de ilk hazırlıklarını yaparken meydana gelen bazı olaylar, fokonun “öncü insan”ı yaratmak yerine esaslı bir polis teşkilatı yarattığını göstermekteydi:
“Masetti... Miguel’in gruptan ayrılma arzusunun firar sayılması gerektiğini öne sürdü. Bu ölüm cezasını gerektiren bir suçtu. Dolayısıyla Miguel’in bir infaz müfrezesinin önüne çıkarılması gerekiyordu. Dahası infazın Cezayirli dostlar tarafından gerçekleştirilmesini sağlayabileceğini söyledi. Masetti’nin görüşü kazandı ve grup oybirliği ile Miguel’in ölümüne karar verdi. Masetti, Papito Serguera ve Furry Cezayirlilerle konuyu görüştüler ve askerî bir birim gelerek mahkûmu alıp götürdü... Bustos ‘bizi en çok etkileyen şeylerden biri,’ dedi, ‘onu vurmaya götürürlerken adamın gayet sakin davranmasıydı. Kimseye saldırmadı, hiçbir şey yapmadı. Hazırlığını yaptı ve... matem tutmayan, merhamet dilemeyen, doğru dürüst bir adam gibi gitti.’ ” (s.550)
Foko grubu, Arjantin dağlarında dolaşmaya başladıktan sonra daha da büyük felaketler meydana geldi, lider Masetti, her türlü fedakârlığı göze alarak böylesi tecrit edilmiş bir mücadeleye katılmaya gelen “yeni insan”ları yok yere infaz etmeyi sürdürdü:
“Adolfo Rotblat, Buenos Airesli yirmi yaşında bir Yahudi gençti... Astım olduğu için yürüyüşler sırasında geride kalıyor, gerilla hayatının zorluklarından şikayet ediyordu. Masetti onu serbest bırakacak yerde peşi sıra sürükledi...” (s.571) Masetti, yardımcısı durumundaki Bustos’a, takma adı “Pupi” olan Adolfo’yu vurmaya karar verdiğini açıklar. Bu görevi, kampa yeni gelen üç gönüllüden birine verir. Böyle bir görev verilerek, yeni gelenler “çelikleştirilecek”tir. “Pupi kendisine sezdirilmeden infaz için ‘hazırlandı’. Sakinleştirici verildi ve kamptan uzak bir yerde hamağına bağlandı. Diğerleri toplandılar. Masetti... Pirincho’ya görevini yapmasını emretti. Pirincho’nun yüzü her şeyi anlatıyordu. Dehşete kapılmıştı, fakat emre itaat etti.” (s.571)
Bu da üçüncü bir infaz:
“Nardo... düztabandı, yamaçlardan inerken korkuyordu... ellerini de ayak gibi kullanarak yürüyordu... Temizlik yapmıyordu... Bir tür delilik ortamı oluşmuştu, Masetti çevresinde hep düşmanlar görüyordu... Masetti, Nardo’nun yargılanmasını emretti... Yargılama on ya da on beş dakika sürmüş olmalıydı... Masetti onun ertesi gün, 19 Şubat günü şafak vakti kurşuna dizilmesine karar vermişti... Şafak vakti mezar kazıldı ve Nardo mezarın başında kurşuna dizildi.” (s.581-582-583)
“Lerner kendisinin de az kalsın Masetti’nin kurbanlarından biri olacağını ancak yıllar sonra anladı. Kendisinin, Miguel’in , Pupi’nin ve Nardo’nun Yahudi olması gerçeği üzerinde düşündü ve Masetti’nin siyasal köklerinin aşırı ulusalcı ve Yahudi karşıtı Alianza Libertadora Nacionalista’ya (Ulusalcı Kurtuluş İttifakı) dayandığını öğrenince çok şaşırdı.” (s.583)
“Öncü savaş”ın daha geniş çaplı bir uygulama içindeki başarısızlığı, Che Guevara’nın bizzat katıldığı Kongo ulusal gerilla hareketiyle yaşandı. Che Guevara’nın Kongo’da uğradığı ilk hayal kırıklığı, “Kongolu isyancıların disiplinsizliği”ydi. Bununla kalsa yine iyi. Gerillalar, ikide bir kaçıp fahişelere gidiyor, zührevi hastalıklyara yakalanıyorlardı. Gerilla şefleri başta olmak üzere, gerillaların içki içip kafayı bulmaları olağan hadiselerdendi. Gerillalar, sindirilmiş köylüleri kendilerine yiyecek vermeye zorluyor, özellikle sarhoş oldukları zaman halka eziyet ediyor, hatta bazen halktan insanları öldürüyorlardı(s.627, 629, 634, 640, 641) “Che’nin karşılaştığı hoş olmayan sürprizlerden biri de isyancıların büyüye inanmalarıydı... dawa [büyü, G.Z.] Afrika’da bir Yeni İnsan yaratma görevinin önündeki en üzücü engellerden biri haline gelmekteydi.” (s.628)
“Öncü savaş” teorisinin üçüncü ve yıkımla sonuçlanan son pratiğinin, Che Guevara’nın yakalanıp öldürülmesiyle sona eren Bolivya foko deneyi olduğu biliniyor. Bu deneyin izlediği seyri merak edenler, kitabın 683-718. sayfalarını okuyabilirler.
BİTİRİRKEN
Che Gueavara, Bolivya dağlarında esir alındığında, Bolivya ordusunun albaylarından Selich, öldürülmeden önce onu sorguya çekmeye kalkışır.
“‘Kübalı mısınız, yoksa Arjantinli mi?’ diye sordu Selich.
“Ben Kübalı, Arjantinli, Bolivyalı, Perulu ve... Ekvatorluyum. Anladınız mı?’ ” (s.714)
Sanırım, ikonlaştırılmış “eski insan”dan bugüne kalan tek olumlu miras, böylesi enternasyonalist bir tavrı katillerin yüzüne karşı tereddütsüz bir şekilde, cesaretle haykırmış olmasıdır.