Çevreci/yeşil/ekolojist... ya da alternatif hareketler, Türkiye’de, son yıllarda nasıl bir gelişme/gerileme gösteriyorlar? Bu, yanıtlaması oldukça güç bir soru. Zorluk, pek çok nedenden kaynaklanıyor: Önce (hadi kısaltılmış olarak ‘çevreci’ diyelim) hangi hareketler ‘çevreci’ hareketlerden sayılıyor? Sonra, on yıllar, on yıl gibi bir belirleme nereden çıkıyor? Yapmanın/yapamamanın ölçüsü nedir? Nasıl ve neye göre değerlendiriyoruz?
Bu soruları sırasıyla yanıtlayalım:
Çevre ile ‘fiziki olarak’ ya da ‘gerçek’ anlamda bir ilgisi olsun veya olmasın, kendisini ‘çevreyle’ ilgili sorunlardan herhangi birisinin içinde sayan her birey/topluluk/kurum/örgüt, ‘çevreci’ hareketlerin bir parçasını yaşatmaktadır. Kimin ‘çevreci’ hareketin içinde veya dışında olduğunu değerlendirmeye ve bir ayıklamaya kalkışmanın herhangi bir anlamı olabilir mi? Bu alanda olan, olduğunu düşünen, oradaymış gibi yapan, orada olduğuna inandırmaya çalışan... her birim, bu kavramın ülkedeki durumu açısından, bir anlama işaret etmektedir. Önemli olan bu anlamları yorumlayabilmek, ondan bir değerlendirme ögesi türetebilmek. Böylece, ilgi alanının sınırlarını oldukça geniş ve belirsiz bir biçimde çizmiş oluyoruz.
Tartışma dönemi olarak belirlenecek zaman aralığı, ikinci önemli soru: Çevre ve çevreci hareketler, belki her zaman vardı, ama Türkiye’de, böyle bir tartışma için son on yılın seçilmesi, çözümleme yapmak için elverişli olacak gibi gözükmektedir. Alışılmış anlamda veya gündelik yaşam pratiklerinin bir bileşeni olarak politika yapmayı içeren bir anlayışla, çevreci hareketin Türkiye’nin gündeminde yer kazanmaya başlaması, aşağı yukarı son on yıldır tanık olduğumuz bir durum. Dünya’daki ‘çevreci’ literatür anlamında çevre sorununun çokça duyulur olması, tartışılması, bu doğrultuda eylemlilik arayışları, yaklaşık olarak son on yılda ortaya çıktı.
Bu zaman aralığında çevre hareketlerindeki gelişmenin nasıl değerlendirileceği biçimindeki en kritik sorunun yanıtı ise oldukça basit: Nesnel bir değerlendirme yapmayı ve ‘bilimsel’ olmayı amaçlamıyor bu yazı. Yapılmak istenen, kişisel (ve dolayısıyla yanlı, eksik, yanlış ve yanıltıcı olabilecek) düşüncelerin, tartışılmak üzere sunulmasıdır. Yani ileri sürülen herhangi bir düşüncenin “doğru” olmak gibi bir iddiası yok. Doğru olup-olmaması değil, tartışmaya değer bulunup bulunmaması önem taşıyor. Kişisel gözlemlere ve bilgilere dayandığı için, yapılan değerlendirmelerin, nerede olduğumuzu anlamaya çalışmak, nasıl bir yol katettiğimiz, hangi hızda/hızlarda, hangi doğrultuda/doğrultularda seyrettiğimiz bakımlardan, eleştirilmeye, tamamlanmaya/reddedilmeye ihtiyacı var.
Bu değerlendirme denemesi, aynı zamanda, biraz da kendi çevrem hakkında, yaptıklarımız/yapmadıklarımız-yapamadıklarımız üzerine düşünmek anlamına geliyor. Yani, belki de, eleştirilen birinci hedef olması gereken konumda, kendimi ve kendi yakın çevremi görüyorum. Çevreci hareketin bulunduğu yerden dolayı sorumluluk duyanlardan birisi olarak, düşüncelerimi sıralamak ve bir muhasebe kaydını tutmak istiyorum. Ayrıca, burada yazıya geçirebildiklerimin bu konudaki bir tartışma içinde çok küçük bir yer tutabileceğini de biliyorum. Her şeye rağmen, belki, denemeye değer diye düşünüyor ve iddialı gibi gözüktüğü halde çok iddiasız olan gözlemleri, düşünceleri, yorumlamaları sunuyorum:
‘ÇEVRECİ’ HAREKETLER NASIL
BİR KAVRAMSAL YAPI OLUŞTURDU
‘Çevreci’ hareketler, çevreyle kendisini herhangi bir biçimde ilişkilendirilmiş birimlerin hareketleri olarak tanımlandığına göre, kuşkusuz, bu başlık altında pek çok farklı varlığın/niteliğin/varolma biçiminin bulunduğunu belirtmemiz gerekir. Böyle olunca da, ‘toptan’ konuşma şansımız pek fazla kalmaz. Ancak, şimdilik, şöyle bakabiliriz belki: Sıradan bir yurttaş, bir gazete okuru, bir TV izleyicisi gözüyle, yani ortalama bir insanın değerlendirmesine göre, bu zaman aralığında olup-bitenler, genel olarak, nasıl bir tortu bırakmış olabilir?
Öncelikle, çevreci hareket, yapmaya önem vermeyen bir harekettir.
Yapmak, yani, çevreyi ilgilendiren herhangi bir konuda, herhangi bir alanda, düşünmenin/yazmanın/yasalaştırmanın-tüzükleştirmenin/saptamanın/raporlamanın/planlamanın/yakınmanın bir adım ötesinde, gerçekleştirilen bir sonuç elde etmek anlamında yapmak...
Bunun çok zor olduğunu ve önce “kelam” (düşünce/kuram/tasarım/plan/ilke/mutabakat/yasa-yönetmelik ve hukuk/vb.) olmadan yapmanın olamayacağını çok iyi biliyorum ve kelam’ın değerini ve önemini ve önceliğini asla yadsımıyorum. Ama yine de ‘yapmadık’ diyorum. Bir gerçekliğe, pozitif anlamda müdahale etmek ve çevreci kavramlar bakımından anlamlı olduğu gibi yapmak...
Nasıl örnek vermek en doğrusu bilmiyorum ama, atıklarını geri kazanan bir kent yapmaktan, evini güney güneşine göre yapmaya; işe bisikletle gitmekten, pazar filesi kullanmaya; sabunla bulaşık yıkamaya ve sebze yıkadığımız suyla arka bahçeye diktiğimiz ağacı sulamaya, sokak komitesinde çalışmaya kadar, herhangi bir şeyi yapmak...
‘Çevre’ o kadar çok boyutlu, o kadar çok değişkenli bir kavram ki, herkes, her topluluk, kendince anlamlı bulduğu sorun/sorunlar demetiyle ilgili bir tasarımla (kentte veya kırda) çevreyle ilişkilendirilmiş bir durum/bir eylem belirleyebilir ve bunu gerçekleştirebilir.
Türkiye’de bir sokak hareketi, bir açık hava hareketi (protestoların dışında) pek olmadı denilebilir. Yaşamın her alanını saran/arayan/sorgulayan ve kapalı mekanların dışında, bulduklarını denemeye çalışan girişimler, yurttaş girişimleri pek olmadı. ‘Örgütlenme’lerin hiç olmadığı söylenemez ama, yasal ya da yasa dışı (veya resmi ya da sivil) örgütlenmelerin içinde yapmaya yöneleni, yok denecek kadar azdı. Göstermeye, etkilemeye, engellemeye, hattâ olması gerekene (izin verilen) yönelenleri, “olabilir”i olduranları hatırlamak daha kolay.
Bu sadece, yurttaş girişimleri, örgütleri için değil, kurumlar, resmî örgütler için de doğru: Meslek odalarından TÜBİTAK’a, belediyelerden üniversitelere, Tarım Bakanlığı’ndan Çevre ve Orman Bakanlıklarına, kooperatiften büyük firmalara kadar, tek bir mimardan tek bir kimyacıya kadar, pek çok kesim veya meslek adamı için de doğru.
Yapmayı engelleyen en önemli nedenlerin (önce; düşünüp ne yapacağını bilmenin güçlüğünden başlayıp, yapmanın risklerine kadar sıralanabilecek pek çok önemli güçlüğün yanı sıra) bazıları şöyle sıralanabilir:
Bir harekete/deneye girişmek için, önce, gerekli olan bilginin tam olarak elde bulunması gerektiği anlayışı, yani riskin az ve güvencenin yüksek olması arayışı, özellikle sokak hareketi/deneyimi yapabilecek toplulukların önünde önemli bir engel oldu. Yani, bilgiye, yüksek düzeyde nitelikli ve denenmiş bilgiye (bir başkasının üretmiş ve garanti etmiş olduğu bilgiye) sahip değilseniz, deneyerek ve bazen yanılmayı ve başarısız olmayı da göze alarak, kendimiz için üretme çabası, bizlere, hep çok külfetli ve sosyal alanda da çok tehlikeli gözüktü. Yaparak ve deneyerek insanın veya bir topluluğun kendi bilgisini kendisinin üretebileceği, bu üretimin birbirine eklenerek, oluşum halinde bir devamlılıkla, sürekli olarak yaratabileceği düşüncesi, pek taraftar kazanamadı. Sonuç olarak, kimse, bilmediği şeyi yapmayı/denemeyi göze alamadı. Tam ve bitmiş/tamamlanmış bilgiye dayanmadan işe başlamak, Türkiye’de tehlikeli bir serüvencilik sayıldı ve bu tutumun yaygınlığı, yapmanın engellerinden birini oluşturdu.
Büyük ölçekli proje yapmak, toptan kurtarmak, kökten çözmek, bir defada ve bütünüyle, gözü arkada kalmayacak bir mükemmellikte çözüm aramak, ‘yapmanın’ başka bir düşmanı oldu. Her konuda, sorun tanımlanırken ve ‘çözüm’ tasarlanırken, ölçek öylesine büyüyor, denetlenmesi gereken değişken sayısı öylesine hızla artıyordu ki, sonunda, projeye ancak ‘belediyenin bakması’ ya da çözümün devlete (Allah’a) havale edilmesinden başka yol kalmıyordu. Küçük ölçekli, üstesinden gelinebilir nitelikte, bir kişinin ya da küçük bir topluluğun bile gerçekleştirebileceği projeler, ya pek yapılmadı, ya da yapıldıysa bile bu bilgi iletilip, yaygınlaştırılıp çoğaltılamadı. Hattâ hiç duyurulamadı. Ozon tabakasının incelmesi, ırmakların ve denizlerin kirlenmesi, kentlerdeki hava kirliliği, kent çöplükleri hep sorun oldu ama, kimse, kendi çöp tenekesinden başlayan bir proje için kafa yormadı, ya da bunu diğer çevrecilere iletebilecek bir ortam bulamadı.
Gerçeklikle bağ kurmak, hemen yakınımızdaki fiziki ve toplumsal çevre ile bağ kurmak, orada çalışmak, başarılı olabileceğimiz mütevazi ölçeklerde gerçeklikle yüzleşmek ve bu yüzleşmelerin sonuçları üzerine yerel ve özgün bir bilgi birikimi inşâ edebilmek arayışı, makro planlar arayışını dengeleyebilecek karşı uç, fazla canlılık kazanmadı.
Gerçekler yerine, gerçeğin zihinsel olarak kurulmuş modellerine, kitle iletişim araçlarıyla karşı çıkmak, daha sık görülen bir davranış oldu. Kuşkusuz, düşünme, kurumlaştırma... güç ve kuşkusuz saygıdeğer bir çaba. Bunları, karalamak ve küçültmek amacıyla değil, bunun tamamlayıcısı olması gereken diğer yönlerdeki/boyutlardaki eksikliği gösterebilmek amacıyla söylüyorum.
Yerel pratiklere yönelmiş küçük ölçekli birçok projenin veya uygulanabilir nitelikte büyük projelerin yokluğu/azlığı, sonuçta, çevreyle ilgili bilgi üretimini, bilginin yerelleşmesini önledi. Çoğu kez, ikinci ağızdan konuşan, evrensel bilgilerin genel çerçevesi ile yetinen ve bu nedenlerle de toplumda, toplumsal çevremizde, çok da gerçek ve inandırıcı olmayan bir uğraşmanın insanları, ecnebi bir yolun yolcusu gibi algılandık. Kendi yarattığımız (küçük ve basit de olsa) özgün bir bilginin güveni ve alın açıklığı ile çıkmadık ‘yapma’ meydanının önüne.
Yapmak olmayınca, yani pozitif anlamda bir şeyleri yaratmak olmayınca, yaptırmamak, yani negatif nitelikli projeleri gerçekleştirmemek yolunu tutmak, daha sıkça rastlanan bir tutum oldu.
Olumsuzlara engel olmak, elbette çok gerekli, çok çaba ve emek gerektiren, çok da ciddiye alınması ve başarılarıyla övünülmesi gereken bir davranış biçimi. Yaptırmamak da, yapmak kadar eylem içeriyor ve toplumun gözü önünde, kıyasıya bir mücadeleye girişmeyi gerektiriyor. Bu bakımdan, geçtiğimiz on yıl boyunca, Köyceğiz Dalyan’dan başlayan, Aliağa ile devam eden, İstanbul Park Oteli’nin fazla katlarının (yapmacık da olsa) yıkılmasıyla bugünlere gelen, oldukça başarılı birçok direniş var. Bunlar, aynı zamanda, kamuoyunu etkileyen ve oluşturan eylemler de olduğu için, çevreci hareketlerin yüz akı olarak da nitelenebilirler.
Bununla birlikte, bu direnişler, çevreci harekete tam bir muhalif kimlik de kazandırmadı. Çünkü muhalefet, aynı zamanda neleri yapmak istediğini (ya da nelerin, nasıl yapılması istendiği bilgisini) de içerir. Yani alternatiflerinin üretilmesiyle birlikte, nelerin/neden yapılmaması gerektiğini söyleyebilmek, negatif anlamda (yaptırmayan) bir yapıcılık olması bakımından önem taşır. Oysa çevreci hareketler, çoğu kez, alternatif üretmekte ve alternatifleri tartışmakta pek fazla etkinlik göstermediler. Gerçi, bir projenin yapılmasına karşı çıkan, mutlaka alternatifini bulmak ve buna herkesi ikna etmek zorunda değildir. Ayrıca, hiçbir şey yapmamak da bir alternatiftir ve bazı durumlarda savunulacak tek alternatif olabilir. Ama yine de, örneğin enerji konusunda, turizm konusunda, kentleşme konusunda, sanayileşme konusunda, çok genel ve çok doğru ama, arkası bomboş birkaç sloganın ötesinde, alternatif yaratma/üretme anlamında bir çaba da gerekiyor. Kimseyi ısınmama, aydınlanmama, seyahat etmeme, vb. düşüncelere birkaç ‘genel doğru’ yardımıyla ikna etmek kolay olmadığı için, alternatifleri (büyük veya küçük ölçeklerde) ortaya çıkartabilmek, toplumsal hareket bakımından gereklidir.
Alternatifsizliğimiz, daha çok ütopyasızlıktan kaynaklanıyordu. Ütopyacılık, yine ilk başa dönecek olursak, yapmak eylemini önceleyen ideallerin/ideal modellerin sistematik bir kurgusu olarak düşünülebilir. Oysa, bu dönemdeki ütopya denemeleri, oldukça az gibi duruyor. (İçinde bulunduğum bir çaba olduğundan kolayca hatırladığım bir örnek: Çevre Duyarlılığı Grubu’nun “Ne İstediğimizi Biliyoruz” broşürü...) Ütopyalar hem zihin bileyen, hem inanç tazeleyen, hem de istenen ve istenmeyen, yapılacak ve yaptırılmayacak üzerine açılacak tartışmaları besleyen özgün bir kaynak olarak önemliydi. Ütopyasızlık, bir anlamda, çevreci hareketteki perspektifsizlik, bugünün reel dünyasına fazlasıyla angaje olmuşluk olarak da yorumlanabilir.
Çevreci hareketlerin ‘toplumsal’ yönünde pek fazla görülmeyen küçük ölçekli deneysel ‘yapmak’ arayışlarına, (projelere) ‘teknik’ yönünde, galiba biraz daha fazla rastlanıyor. (Burada öncelikle, toplumsal-teknik sınıflamasının gerçek bir sınıflama olmadığını söylemem gerekiyor. Çünkü bu iki kategori, gerçekte birbirini tamamlayabilir nitelikte ve ayrı cinsteki kriterlere göre yapılmış sınıflamaların ürünü. Ayrıca, ‘toplumsal’ terimi, sıradan yurttaşların örgütlü-örgütsüz beraberlikleri anlamına kullanılıyor. Yoksa, devlet ya da okul da, elbette ki ‘toplumsal’ kategorisine alınabilirdi.) Yani, bir alanın ağaçlandırılması, bir kuş ya da sürüngen türünün tükenmemesi, bir kentin ya da fabrikanın atık sularının arıtılması, vb. türü projelere az da olsa, rastlanıyor bu dönemde. Ama bunlar, kolayca tahmin edileceği gibi, kurumların ya da kurumlaşmış sivil örgütlerin (DHKD, vb.) projeleri oldu. İşin sadece teknik yönü ve bu teknik çözümün bir kamusal veya dışsal kaynakla finanse edilmesi çabaları, kuşkusuz çok önemli. Somut bir iş yapıyorsunuz, somut bir sonuç elde ediyorsunuz ve böylece, adeta, ‘yükselen’ ideolojik değerlere paralel, teknisist bir model ortaya çıkıyor. Burada, pozitif ve negatif sonuçlarıyla birlikte dikkate alınması gereken bir eğilime işaret etmek amaçlanıyor sadece. Bununla birlikte, ‘yapmak’ ve ‘gerçekle bağ kurmak’ gibi kavramların içeriğinin, böylesi bir teknik yaklaşımdan ibaret olmadığını ve aysbergin asıl önemli kısmının toplumsal gerçeklikle temas etmekten kaynaklanan ‘yapmak’ eylemlerine ait olduğunu tekrarlamak yararlı olacak.
Bu yaklaşım, ‘soruna çözüm getirme’ arayışıyla çevre sorunlarına eğilenlerin anlayışına uygun bir yaklaşım. (Oysa, belki, getirilebilecek bir ‘çözüm’ olmadığını, çözümlerin sürekli elde edilebilmesi için sürekli bir çabanın gerekliliğini anlayabilmek daha önemli.) Hemen kendi çevresinden başlayan ve k üçük ölçekli müdahalelerle dönüştürme çabasına girişmek yerine, ‘ne yapsak çözüme erişemeyiz,’ ‘bizim yerimize bir yapan olmalı’ anlayışıyla beklemek türündeki yaygın davranışı besleyen bir yönü var, teknisist yaklaşımın.
ÇEVRECİ HAREKETLERİN TOPLUMSAL
ÖRGÜTLENMESİ NASIL EVRİLDİ?
Bir önceki bölümde tartışılan kavramlarla, gelişen/gelişemeyen çevreci hareketler, örgütlenme düzleminde de, buna uygun biçimlerden örülen bir yapı oluşturdu. Bu yapı, evrilen ve değişmekte olan bir yapı kuşkusuz.
Önceleri, ortam, yaşlı ve pek sesi-soluğu duyulmayan eski çevre örgütleri (dernekler, vakıflar, vb.) ile genç, hareketli, örgütsüz, oldukça atılgan ve gözüpek, kararlı gibi gözüken ‘başıbozuk’ (ya da sivil) topluluklardan oluşan bir çeşitlenme gösteriyordu. Çevreci hareketteki bu ikinci kanadın giderek etkilenmesi, yaygınlaşması, gündemi belirleyebilecek güce ulaşması gibi bir ümit parlıyordu ilk yıllarda. Monolitik ve homojen bir yapı göstermesi beklenmeyen, ama canlı bir biçimde çoğalan, birçok farklı alanda uğraş veren ve sonuç olarak, Türkiye’nin büyük mozaik’ini renk-renk, motif-motif oluşturan bir birikimi ortaya çıkartmaya elverişli bir potansiyelin varlığı seziliyordu. Ancak gelişme böyle olmadı.
Canlanma sürmedi ve çoğalma oldu, ama başka yönlere doğru akmaya başladı. Çevreci hareketler, daha çok, retorikin gelişmesine yönelik, eylemsiz ve oldukça pasif, yakınan ve direnen çalışmaları çoğalttılar. Politika yapmanın egemen olan kavramları, çevreci hareketleri de kuşattı. Politikada yerelleşme, yerel-somut çevre sorunlarına yönelik uygun ölçekli, uygun teknolojili yerel politika arayışları biçiminde bir politikleşme, yani, çevreci hareketin kendisine özgü politika yapma biçimleri yaratılamadı. Böylece, adım adım gelişen bir tıkanma çıktı ortaya. Ama çevreci hareketler, retoriki aktarma ve toplumu çevre sorunlarının yaratabileceği korkutucu geleceğe inandırma çabasında, dünya konjonktürünün de yardımıyla başarılı oldular. Öyle ki, herkes çevre sorunlarının varlığı ve geleceğe yönelik tehditler oluşturduğu konusunda, neredeyse fikir birliğine ulaştı.
Bildirme düzeyindeki bu yaygınlaşma ve yukarıda bahsedilen tıkanmanın yarattığı boşluk, hiç umulmadık bir biçimde dolduruldu: Resmi sektör, başta bütün organlarıyla devletin kendisi, yerel yönetimler, meslek odaları, vb. yarı-resmî de sayılabilecek örgütler, hepsinden de önemlisi kitle haberleşme araçları ortamı ve özellikle TV, bu alana öylesine sahip çıktı ki, başlangıçta umut vaat eden başıbozuk hareketlerin etkisi, neredeyse büsbütün silindi gitti. Çevre sorunları alanı, son yıllarda, büyük ölçüde resmileşti. Çevre Bakanlığı kuruldu. Bütün belediyeler ‘çevre birimleri’ oluşturdular. “Önce Çevre” diyen afişlerle seçim propagandaları yaptılar. Üniversiteler, hızla, eski inşaat fakültelerinin bir bölümünü kırpıp kırpıp, çevre bölümleri kurdular. Meslek odalarının neredeyse hepsinin çevre komisyonları oldu. İlkokulların bile müfredatına çevre sorunu girdi, inkılap tarihi dersleri gibi çevre dersleri okutulması hazırlıkları tamamlandı. Bütün siyasî partiler, bir de çevre programı hazırladı. Vakıflar, dernekler uluslararası arenada temsil gücü olan NGO’lar (Non Goverment Organization) oldular, TV’de her gün çevreyle ilgili birkaç söz ya da program görülmeye başlandı. Gazeteler/dergiler ya sayfalar ayırdılar çevreye, ya da sadece bu konuyla ilgili gazeteler yayımlanmaya başladı. Kuşkusuz, bütün bunlar, bir anlamda mutluluk verici gelişmeler.
‘Çevrecilik’ denilen alan, bir pazar yarattı. Uygun bir biçimde kullanılması gereken bir anahtar olarak, bazı ideolojik alanlara, hattâ ticari pazarlara girişte önem kazandı. Ve böyle olurken de, başlangıçtaki çevreci çıkışın ruhu kuşatıldı, kaynakları kurutuldu ve etkisi boğuldu. Bundan ötürü kimseyi suçlamak mümkün değil belki. Ama saptanması gerekli. Çevrecilik, giderek, uslu, kurallı, terbiye edilmiş bir biçimde ve izin verilmiş kulvarlarda yol katetmeye başladı. Hiç kimsenin, kimseye ‘böyle bir kulvarda çevrecilik yapamazsın’ demeye hakkı yok. Ama böylesi bir gelişmenin ne anlama geldiği üzerinde de düşünmemiz gerekiyor.
Çevreci hareketler, asi ruhunu, kural tanımazlığını ve gençlik dinamizmini kaybederken, resmi söylem de doldurduğu alanda yeniden biçimlendi, ama içi boşaltılmış bir biçimde. Devlet de, bakanlıklar da, belediyeler de, sorunu gerçekten ele almadılar, sadece sorunun gündemde kazandığı konumdaki potansiyeli kullanmaya çalıştılar. Bir vitrin süsleme elemanı, politika yapmada bir boyut, Atatürkçülüğün ilkeleri gibi bir ilke haline geldi çevrecilik.
İlk çıkışlar, gözüpeklikleri ve acemilikleriyle, gerçekten çocuksu bir saflık taşıyordu. Rüştünü ispat etmemiş/edemeyecek ve etmesine gerek de olmayan hareketlerin eline bırakılmayacak kadar ‘ciddi bir iş’ olduğu anlaşıldı çevre sorunlarının. Ama yine de, hakkını yememek gerekiyor ‘resmileştiriciler’in: Kızılderili reis, çevrenin çocuklarımıza miras olduğunu söylediğine göre, çevre hareketlerine, öğretmenleri tarafından kılavuzlanmış ilkokul öğrencilerinin sahip çıkması sağlandı. Çevre hareketi bir çocuk hareketi oldu. Entegrasyon süreci, böylece, bütün yönlerden tamamlandı.
Bugüne geldiğimizde, ‘çevrecilik arenasında’ görülenler, çok geniş ama içi boş, etkisiz ve yararsız bir resmî sektör, birinci grupla ilişkili olmayı yeğleyen ve bazı bölümlerinde teknisist eğilimi ağır basan sivil bir çevreci hareket (vakıflar, dernekler, kulüpler, hattâ doğrudan doğruya özel sektörün egemen olduğu ekonomik gücün kurdurduğu kooperatifler, bazı yan kuruluşlar) ve oldukça etkisizleşmiş, sesi duyulmaz olmuş, ilk gruptan bağımsız, ikinci grupla bazen ilişkiler kuran küçük başıbozuklar...
Son grup, hâlâ saptamaya, belirlemeye, yakınmaya ve medyaya önem veriyor ve yapmak için, çoğu kez güçsüz olduğunu düşünüyor ama, yine de varolma savaşını büsbütün terk etmiş değil. İzmir’de, Ankara’da, İstanbul’da ve başka yörelerde yaşayan ve önemli bir etkileme gücü olmasa da potansiyeli olan, tartışmaları sürükleyebilen bazı gruplar, ilk iki gruptaki tam veya kısmi entegrasyonun dışında, kendileri için bir alan tanımlayabiliyorlar.
Bütün ‘çevreci’ çabaların, pozitif ve negatif yönleriyle birlikte, bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Başkasının ‘ne yapmaması’ gerektiğine değil, anlamlı bulduğumuz alanlarda ‘ne yapmamız’ gerektiğine önem vererek ve yaparak yarışmak, çevreci hareketlerin geleceği açısından, benim düşünebildiğim tek açılış perspektifi. Belki tüyleri yolunmuş durumda şimdi ama, üçüncü grup, düşüncelerinin arkasındaki güçlü hazırlıkla ve ufak tefek kıpırdanmalarla alanını/etkisini genişletme cevherini elinde tutuyor.