KAVRAM
“Kamusal alan” kavramıyla kendi içinde bir anlamda kamuoyuna benzer bir alanın oluşturabileceği, toplumsal yaşamımızın bir parçasını tanımlıyoruz. Kamusal alanın en önemli niteliği tüm vatandaşlara açık olmasıdır. Kamusal alanın bir bölümü, özel vatandaşların birbirleriyle bir kamu organı yarattıkları her türlü iletişim sayesinde yaratılır.[1] Buna göre, kamusal alan içinde bireyler ne özel alanın üyeleri olan işadamı/işkadını ya da profesyoneller gibi, ne de devlet bürokrasisinin yasal yaptırımlarına mâruz kalan anayasal düzenin üyeleri gibi davranabilirler. Vatandaş olarak tanımladığımız bireylerin ancak ve ancak toplumsal çevrelerinde herhangi bir sınırlama olmaksızın -diğer bir deyişle, kendi düşüncelerini özgürce açıklayıp yayımlama hakkı ve özerk grup örgütlenmeleri kurma hakkının garantisi altında- hemen herkesi ilgilendiren sorunlar hakkında birbirleriyle etkileşimde bulunabildiklerinde bir kamusal alan olarak davranabilmeleri kuşkusuz olası. Büyük bir kamusal alan gözönüne alındığında, bu tür bir iletişim için bilginin iletilmesini sağlayarak ve alıcıları ya da bireyleri etkileyecek özel araçlar gerekir. Günümüzde kamusal alan içinde bu türden bir iletişimi sağlayan medya, gazeteler-magazinler, radyo-televizyondan oluşmakta. Buna karşılık, edebi alanın tersine, kamusal alandan bahsettiğimizde, kamuoyunda tartışılan konunun bir şekilde devletle ilgili olması düşüncesi akla gelmekte.[2] Her ne kadar devlet otoritesi siyasal kamu alanında icra etmekten (execute) sorumlu olsa da, bu alanın bir parçası değildir. Devlet otoritesi, genellikle, “kamu” otoritesi olarak kabul edilir; devletin vatandaşların refahını sağlama sorumluluğu kamusal alanın bu işlevinden kaynaklanır. Sadece siyasal kontrolün icra edilmesi gözle görülür bir şekilde her vatandaşın kendisini bilgilendirecek araçlara sahip olabilmesini gerektiren demokratik talebe yenik düştüğünde, kamusal alan yasal organlar aracılığı ile hükümeti kurumsal yollarla etkileme şansına sahip olur. Kamuoyu deyimi, bu bağlamda, kontrol ve eleştiriye tekabül eder. Sözkonusu kontrol ve eleştiri, devlet biçiminde örgütlenmiş egemen bir yapı aracılığı ile vatandaşların oluşturduğu bir kamu organı tarafından informel bir şekilde -ve seçimler yoluyle, formel bir şekilde- uygulanır. Bu türden uygulamaların kamuya açık olmalarını gerektiren yasal düzenlemeler de kamusal alanın bu işleviyle ilgilidir. Devlet içinde, bilindiği gibi kamu, kendisini kamuoyunun taşıyıcısı olarak örgütler; toplum ve devlet arasında aracılık yapan kamusal alan da kamusal alanının bu en önemli ilkesi ile uyum içindedir[3] - bir zamanlar kendisi adına monarşilerle savaşılan sözkonusu ilke ve o zamandan bu yana devletin etkinliklerinin demokratik kontrolünü olası kılan ilkeden bahsetmekteyiz.
Kamusal alan ve kamuoyu ile ilgili tüm bu kavramların 18. yüzyılda ortaya çıkması bir rastlantı olmasa gerek. Sözkonusu kavramlar anlamlarını somut bir tarihsel konumda kazanır. Her ne kadar fikirler (kültürel sayıltılar, normatif tutumlar, kollektif önyargılar ve değerler) tarihin bir tür kalıntısı olarak doğal biçimleri içinde süregelseler ve gelişseler de, kamuoyunun varlığı kararlar alıp verebilen, dinamik bir kamunun varlığına bağlıdır. Siyasal erkin icra edilmesine ilişkin gruplar tarafından yapılan içerik açısından eleştirel ve kurumsal olarak garantilenmiş kamuda yapılan tartışmalar, burjuva toplumunun özel bir tarihsel döneminde gelişti ve burjuva anayasal devletine sadece belirli çıkarların biraraya gelmesi sonucu olarak girebildi.
TARİH
Ortaçağ Avrupa toplumunda özel/kamu alanı ayrımı olduğunu gösteren bir faktör olmamakla birlikte, bu dönemde egemenliği simgeleyen sembollerin (prens mühürü) aynı zamanda “kamu”yu simgelemesi bir raslantı olmasa gerek. Bu arada, aynı tarihsel dönemde erkin kamu tarafından temsil edilmesi ortaya çıktı. Feodal tabakalar arasındaki konumu ne olursa olsun, feodal lordun statüsü “kamu” ve “özel” gibi kategorilerin kullanılmasını gerekli kıldı. Feodal lord konumundaki kişi, bu konumu kamuya açık olarak sahiplendi ve lord kendisini en yüksek erkin temsilcisi olarak sundu. Ayrıca, bu alandaki siyasal temsil sorunu günümüzde yapılan anayasa tartışmalarının temelini oluşturdu. Siyasal erke ait otorite, bugün de devletin başı tarafından en yüksek düzeyde temsili gerektirmektedir. Bununla beraber, bu tip ögeler burjuva öncesi bir toplumsal yapıdan kaynaklanır. Burjuva kamusal alanı anlamında bir temsil, örneğin, ulusun temsili, kolaylıkla ayırd edilebilir bir egemenin varlığı ile belirlenen feodal kamu alanından farklıdır.
Temsilci kamusal alanla ilk kez bağlantısını gördüğümüz feodal otoriteler (Kilise, prensler ve soyluluk) uzun bir kutuplaşma dönemi sırasında parçalandılar. 18. yüzyılın sonunda sözkonusu otoriteler bir taraftan özel, diğer yandan kamusal alana ayrıldılar. Bu arada kilisenin konumu Reform hareketi ile birlikte değişti: Kilisenin temsil ettiği ilahi otorite, ya da din, özel bir alan haline geldi. Dinsel özgürlük şeklinde betimlenen alan tarihsel olarak ilk özel alanı garanti altına alma işlevini görmeye başladı. Feodal prensin otoritesinde görülen kutuplaşma da kamu bütçesinin hükümdarın özel hane bütçesinden ayrılması ile gerçekleşti. Bürokratik ve askerî kurumlar gibi kamu kurumları da, diğer hukuk kurumlarıyla beraber, kendilerini (feodal) prensin özel alanından ayırarak bağımsız hale geldiler. En son olarak, feodal malikaneler de dönüşüme uğradı: soyluluk, kamu otoritesi, parlamento ve hukuk kurumlarının bir organı haline geldi; bölgesel örgütlenmelerde ve kentlerdeki şirketlerde çalışan tüccar ve profesyoneller de devletten apayrı bir burjuva toplum alanı içinde gelişmeye başladılar.
Temsilci kamusal alan, yeni gelişmekte olan ve kendisini özel ya da bölgesel devletlerle belli eden “kamu otoritesi”nin gelişimini beraberinde getirdi. Süregelmekte olan devlet etkinlikleri (idare, ordu) böylece birtakım ilişkilerin sürekli haline gelmesine tekabül etti. Sözkonusu ilişkiler sayesinde basın ve borsa gibi kurumlar mal değiş-tokuşu ve bilgi alışverişi ağı içinde gelişmeye başladılar. “Kamu” kavramı otorite sahibi prensin sahiplendiği “temsilci” mahkeme kavramına tekabül etmekten çıkarak temelleri yeteneğe dayanan bir kurumu, ya da otoritenin yasal uygulaması üzerine tekel kurmuş bir aracı tanımlamaya başladı. Kamusal otoritenin bütünleştiği devletin çatısı altında toplanan özel bireyler ise bu noktada kamu organını oluşturmaya başladılar.
Gerçekte devlete karşı bir konumu olan özel bir alan haline gelmiş toplum ise, bir taraftan devlete karşı bir konumdaymış gibi göründü. Diğer yandan, toplumun giderek kamuoyunun ilgi alanına girmesiyle beraber, pazar ekonomisi gelişmesinin başlangıcındaki üretim olgusu da özel alandaki yerel otoritenin sınırlarının dışında gelişmeye başladı. Bu bağlamda, burjuva kamusal alanı bireylerin kamusal organ içinde örgütlendiği özel bireylerin alanı olarak anlaşılabilir. Sözkonusu kamusal organ, resmî olarak kontrol edilen “entellektüel gazeteler”e kendilerini kamusal otorite ile karşı konuma koymamalarını telkin etmiştir.
KAMU ALANI VE LİBERAL MODEL
Kamuya açık tartışmaların ortaya çıkması tarihsel olarak kendine özgü bir olaydı. Lordlar prensle tartışarak kararlar aldılar. Bu gelişme kıta Avrupa’sı ile karşılaştırıldığında, parlamentonun kraliyeti sınırladığı İngiltere’de farklı bir biçim aldı. Kıta Avrupa’sında monarklar toprak sahipleri arasında aracılık yaptılar. Soyluluğun haklarının ayrımlaşmasının getirdiği erkin bölüşümü, artık ekonomi kurumu içinde olası değildi (bu noktada kapitalist mülkiyet üzerinde özel alanın otoritesinin apolitik olduğu unutulmamalıdır). Unutulmamalıdır ki, burjuva bireyleri özel bireylerdir. Buna bağlı olarak, “egemen” olamazlar. Burjuvaların kamu otoritesinin yardımıyla erk sahibi olmak istemeleri, “paylaşılması” gereken erkin bir noktada yoğunlaşmasına bir tepki değildir. Burjuvaların fikirleri, tam tersine, varolan erkin üzerine dayandığı ilkelere sızacak niteliktedir. Buna bağlı olarak, burjuva (kamusal) alanı, kamusal alandaki etkinliklerin kamuya açık yapılmasını gerektiren ilkeyi (publizität) reddeder. Buna göre, gözetimcilik (supervision) ilkesi, yasallaştırmanın temeli olmaktan çok, erkin doğasını değiştirme aracı haline gelir.
İlk modern anayasalarda, temel haklara ilişkin ilkeler liberal kamu alanı modelinin dört dörtlük bir imajıydı: sözkonusu hak ve özgürlükler toplumun bir kamusal alan olarak garantiye alınmasını ve kamu otoritesinin birkaç işlevle sınırlandırılmasını sağladı. Kamu ve özel alan arasında anayasalar, aynı zamanda kamusal alan içinde yeralan bireylerin özel alanını korudu. Sözkonusu bireyler kamusal alan aracılığıyla politik otoriteyi “rasyonel” otoriteye dönüştürebilmek için burjuva toplumunun gereksinmelerini devlete ileten vatandaşlar rolünü oynadılar. Bu noktada, bu türden bir rasyonalitenin ölçütü olan kitlesel çıkarlar, serbest pazar ekonomisi içindeki mal değiş-tokuşunun temel ilkelerine göre garanti altına alındı. Özel bireylerin serbest pazar içindeki etkinlikleri, kamusal alan içinde kendini gösteren toplumsal ve siyasal baskıdan ancak bu noktada kurtulabildi.
Aynı zamanda, günlük siyasal gazeteler bu tip bir ortamda önemli bir rol oynadılar. 18. yüzyılın ikinci yarısında, gazetecilik sadece ilânların yayımlanmasına yarayan bir etkinlik olmaktan çıktı. Karl Bücher sözkonusu gelişmeyi şöyle anlatır: “Gazeteler salt haberlerin yayımlanmasına yarayan kurumlar olmaktan çıkarak parti politikasının silahı olan kamuoyunun taşıyıcıları ve liderleri olmaya başladılar. Haber toplama ve haber yayımlama arasında yeni bir unsur kendisini gösterdi: editörler kadrosu. Gazete sahipleri için gazete editörlerinin ortaya çıkması, kendilerinin, en son haberleri yayımlayan haber satıcıları olan kimliklerinin kamuoyunu pazarlayıcıları haline gelmesine yolaçtı.” Yayıncılar gazeteleri ticari hale getirmeden, gazetelerin varoluşunu ticari bir temele oturttular. Basın-yayın, yalnızca haberlerin yayımlanmasıyla uğraşan bir organ olmaktan çıkıp kamunun izleyebileceği tartışmaların arabulucusu haline geldi. Bununla birlikte bu aşamada, basın-yayıncılığın tüketim kültürünü teşvik eden bir kurum olması henüz sözkonusu değildi.
Bu tip bir gazetecilik, küçük politik grupların ve örgütlerin kendi seslerini duyurdukları gazetelerin ortaya çıktığı dönemlerde gözlenebilir - örneğin, Paris 1789 gibi. 1848 Paris’inde bile hemen her politikacı kendi grubunu örgütledi: sadece Şubat ve Mayıs ayları arasında 450 politik dernek ve 200 dergi kuruldu. Siyasal olarak işlevsel bir siyasal alanın yasallaştırılmasına değin, siyasal gazetelerin ortaya çıkması, kamuoyunun, özgürlüğün ve buna bağlı olarak da bir prensip olarak kamusal alanın savunulması savaşımına katılma anlamına geldi. Entellektüel basın sadece ve sadece burjuva anayasal devletinin kurulmasıyla kendi içinde yarattığı varsayımlardan kurtuldu. O zamandan bu yana, basın kendi polemik konumunu terkederek ticari girişimlerinin avantajlarından yararlanmaya başladı. İngiltere, Fransa ve ABD’de sözkonusu sürecin ortaya çıkması aynı yıllara (1830’lar) rastlar. Özel bireyler tarafından yürütülen gazeteciliğin kamuoyuna açık bir kitle iletişim aracına dönüşümü sürecinde, kitle iletişim araçları tarafından farklı değerlendirilen özel çıkarların yoğun bir bombardımanıyla kamusal alanın kendisi de dönüşüme uğradı.
KAMU ALANI VE SOSYAL
REFAH KİTLE DEMOKRASİSİ
Her ne kadar bilginin kamuoyuna açık olmasına ilişkin normatif ilke konusunda liberal kamusal alan günümüzde de geçerliliğini korusa da,[4] aynı model günümüzün ileri sosyal refah devleti olarak örgütlenmiş kitle demokrasilerine uygulanamaz. Kısmen, liberal modelin her zaman ideolojik boyutları olduğu ileri sürülebilir. Bununla birlikte, toplumsal önkoşullarla her zaman değişime uğrayan ideolojik ögelerin kökten değişime uğradığı unutulmamalıdır. Örneğin, kamusal alanın içinde kendisini gösterdiği formlar İngiltere’de Çartist hareketin, Fransa’da da devrimin etkisiyle değişmeye başladı. Basın organlarının yayılması ve propaganda nedeniyle, kamu organları burjuvazinin sınırları dışına yayılmaya başladı. Kamu organları yalnızca toplumsal dışlayıcılıklarını değil, aynı zamanda burjuva toplumsal kurumları tarafından yaratılan tutarlılığı ve yüksek eğitim standartlarını yitirdiler. Bir zamanlar özel alanla sınırlı kalan çıkar çatışmaları kamusal alana da girmeye başladı. Kendi kendini denetleyen pazar’dan hiçbir şekilde faydalanamayan grup gereksinmeleri bu noktada devlet tarafından denetlenme eğilimindedir. Sözkonusu grup çıkarlarına dayalı taleplerin arabuluculuğunu yapması gereken kamusal alan, şiddete dayalı çatışmalarda kendini gösterebilen çıkar çatışmalarının ve rekabetin alanı haline gelir. “Sokak kuralları”nın baskısından kurtulamayan yasal yapının ise kamusal alanda özgür bir şekilde tartışan özel bireylerin konsensusu sonucunda ortaya çıktığı ileri sürülebilir. Bu bağlamda, yasal kurallar dizgesi çatışma halindeki özel çıkarlara tekabül eder. Siyasal partiler veya dolaylı bir biçimde kamu yönetimi aracılığı ile, devletle doğrudan ilintili toplumsal örgütler ise siyasal kamusal alan içinde yeralırlar. Kamusal ve özel alanların iç içe geçmesiyle birlikte, siyasal otoriteler yalnızca mal ve toplumsal emeğin değiş-tokuşunun yapıldığı serbest pazarda siyasal otorite sahibi olmakla kalmazlar; aynı zamanda toplumsal erkler de yeni siyasal işlevlere sahip olurlar. Bu süreç de kamusal alanın “yeniden feodalleştirilmesine” neden olur. Büyük örgütler mümkün olduğu kadar kamusal alanı dışlayarak hem kendi içlerinde hem de devletle olan ilişkilerinde siyasal ödün savaşımındadırlar. Fakat aynı zamanda bu tip örgütlerin elle tutulur bir açıklık göstererek [demonstrative Publizilät] kitlelerin desteğine gereksinmeleri vardır.[5]
Ayrıca, sosyal refah devletinin içindeki siyasal kamusal alan, devletin önemli işlevlerinin zayıflaması ile karakterize edilir. Örneğin, belli tarihsel dönemlerde bürokratik kurumlara ait kayıtların kamuya açık hale getirilmesinin amacı bireyleri ya da kurumların işleyişini bir tür kamu aklına veya sağduyusuna mâruz bırakılmasını ve siyasal kararların kamuoyunun yargısından önce yasal yargı kurumlarına götürülmesini sağlamıştır. Fakat günümüzde kamuya açma süreci çoğu kez özel çıkarlar tarafından belirlenen politikaların etkisi altındadır. Sözkonusu süreç “kamuya açılma” adı altında prestij kazanarak gerçekte kamuya açılmanın sözde olduğu bir ortamda halka yapmacık bir güç vermektedir. “Kamu ilişkileri” (Öffentlichkeitsarbeit) düşüncesinin kendisi, toplumsal yapının bir uzantısı olan kamusal alanın aşama aşama kurulması ya da biraraya getirilmesi olgusunu gözardı eden bir deyimdir aslında. Kamu, siyasal partiler ve parlamento arasındaki ilişkiler bile kamuoyunun işlevindeki bu değişimden etkilenmektedirler.
Buna rağmen, bir ilke olarak kamusal alanın zayıflaması yolundaki eğilim sosyal refah devletindeki temel hak ve özgürlüklerle çelişkilidir. Her tür bilginin kamuya açık olması hakkındaki talep devlet organlarından devletle ilişkisi olan her çeşit örgüte yansıtılır. Böylesi bir gelişmeye paralel olarak, özel kişilerden oluşmuş bir kamu organı, birbirleriyle bireysel olarak ilişkiye giren özel bireylerin oluşturduğu kamu organının yerini alır. Sadece bu tip örgütler içinde yeralan bireyler kamuya açık bir iletişim sürecine katılabilirler. Aynı zamanda, sözkonusu bireyler, sadece örgütlerin devletle olan ilişkilerini kolaylaştırma amacıyla kurulmuş kamuya açma süreci (Publizität), partiler ve örgütler içindeki kamusal alana ait kanalları kullanabilirler. Siyasal alandaki ödün verme veya pazarlık gibi dinamikler ya da gelişmeler yukarıda tanımlanan kamu iletişimi süreci yoluyla yasallık kazanırlar. Sosyal refah devleti kitle demokrasisi içinde korunan kamusal alan düşüncesi özel bireyler arasında kamuya açık tartışma aracılığıyla erkin rasyonalizasyonunu zorunlu kılarak, kamusal alanın kendisinin dönüşümüyle birlikte sözkonusu süreci çözülmeye uğratmakla tehdit eder. Günümüzde bu türden bir süreç aynı aşamaları izlemese de ancak ve ancak kendi iç yapıları içinde devletle ve kendi aralarındaki ilişkilerinde kamusal alana bağlı birbirleriyle rekabet içindeki örgütlerin kontrolü altında toplumsal ve siyasal erk olarak kendisini gösterebilir.
Critical Theory and Society: A Reader
(Editör: S. E. Bronner, D. M. Kellner, 1989)
Çeviren NURAN EROL
[1] Habermas’ın kamusal alan kavramı “kamu” ile özleşleştirilmemelidir, “kamu”, daha çok, biraraya gelerek kurgulayan bireylere tekabül eder. Oysa Habermas’ın “kamusal alan” kavramı insanların katılımıyla somutlaşan bir kurumu tanımlamaktadır. Bununla beraber, kamusal alan basit bir biçimde “kalabalık” olarak tanımlanamaz (Notlar P. Hohendal’a ait).
[2] Devlet ve kamusal alanın kesiştiği bir alan yoktur. Tam tersine her ikisi karşı taraflar olarak kabul edilmelidir.
[3] Kamusal alan ilkesi tarihte somut örneklerinin görüldüğü bir kurumdan ayırdedilebilir. Habermas bu noktada kamuoyunun garanti edilmesine yarayan davranış biçimleri ve norm modelini kasteder. Sözkonusu norm ve davranış biçimleri a) genel açıklığı (accesibility), b) tüm ayrıcalıkların kaldırılmasını ve c) genel normlar ve ussal yasallaştırmayı içerir.
[4] Bu noktada Habermas’ın burjuva alanının somut biçimleri yerine burjuva alanının gerisindeki (kuramsal) ilkeyi vurguladığı unutulmamalıdır.
[5] Habermas’ın “kamu” (Öffentlichkeit) ve [bürokratik örgütlerin kayıtlarını] “kamuya açma” (Publizität) kavramlarının aynı olmadığını vurgulamak gerek. Bu bağlamda, Publizität kavramı bir kamu eyleminin yolaçtığı kamu etkisinin derecesine tekabül eder. Buna göre, kamuoyunun doğasına bağlı olarak kamuoyunun korunduğu ve kamu alanının temelinin zayıfladığı bir durum ortaya çıkabilir.