AB sorununun tartışmasını, aşağı yukarı her alanda yaptığımız gibi, kısır bir referandum meselesine indirgemeyi de başardık. Artık iş, “Ya evet/ya hayır” noktasında. “Bizden yana olmayan düşmanımızdır,” diye düşünüyoruz. Kamuoyu araştırmaları da bize “Evet mi, hayır mı?” diye soruyor. İki cevaptan birini beğeniyoruz. Hayırlısıyla gerçekten bir referandum yapılsa, biz de oyumuzu kullanıp kurtulsak diye düşünenlerin sayısı hiç de az değil.
Referandum kavramını severiz; hepimiz ilkokul Yurttaşlık Bilgisi dersinde öğrendiğimiz “referanduma dayalı İsviçre demokrasisi”ne gizli bir hayranlık duymuşuzdur. O yüzden de İsviçre’nin dünya kapitalizminin en vahşi finans merkezi ve gayriresmî servet biriktirme kasası olduğu gerçeğini unuturuz sık sık. Yurttaşlık Bilgisi hocalarımız En iyi Demokrasi=Referandum denklemini, belki de istemeden, zihnimize kazımışlardır bir kere. Referandumun tam da demokrasinin bittiği yer olduğunu hatırlamamamız bu yüzdendir. Roland Barthes iki tür metin tanımlar S/Z kitabında: Okutan metinler ve Yazdıran metinler. Okutan metinler yazarla kâğıt arasında olup bitmiş metinlerdir; okurun muhayyelesine iş bırakmazlar, kapalıdırlar. Yazdıran metinler ise bitmemişlerdir, açık uçludurlar; okurun da yazma sürecine aktif olarak katılmasını beklerler. İşte Barthes bu ilk tür, “Okutan” metinleri tanımlarken, onlardan birer “kısır referandum” olarak söz eder. Okutan metinler bitmiş oldukları için, sizden ya kabul ya da red beklerler, yoruma, değiştirilmeye, inkâra açık değillerdir. Tıpkı bir referandum gibi: 1982 Anayasa referandumunu düşünelim. Gayrimeşrû bir kurumsallık tarafından, gayrimeşrû yollarla hazırlanmış bir Anayasa idi 1982 Anayasası. “Evet” deseydik zaten anti-demokratik bir çerçevede yönetilmeyi baştan kabullenmiş olacaktık; ama “Hayır” deseydik bile, hazıranıştaki gayrimeşrûluğu onaylamış, meşrûlaştırmış olacaktık. Kendi kurumlarımız ve araçlarımızla alternatif bir Anayasa hazırlayıp oya sunma hakkını tanımıyordu bize o referandum. Referandumlar bu olasılığı asla tanımazlar. Her referandum, aslında bir tek işe yarar: Referandumu yapan kurumun meşrûluğunun onaylanmasına. Sonucun “Evet” ya da “Hayır” olması ikincil önemdedir.*
Referandumlar kapalı, bitmiş, seçenekleri önceden, var olan düzen tarafından, kendi amaçlarına göre, dışlayıcı bir biçimde saptanmış metinlerdir. Okutan metinlerdir. Demokrasi ise ancak yazdıran metinlerle, halkın seçeneklerin ve çerçevenin saptanmasına aktif olarak katılabildiği koşullarda vücut bulabilir. O yüzden AB sorununun böyle bir kısır referandum sorunu haline getirilmiş olması bizi daha ihtiyatlı olmaya sevketmeli: Birileri bir oyun oynamaya çalışıyor, ama kim ve hangi oyunu?
Benim çocukluğumda sık sık başvurduğumuz bir söz oyunu vardı: “Baban hapisten çıktı mı?” ya da, “Annen yarın bize çamaşıra gelecek mi?” Bariz bir çocuk zalimliği var bu oyunun arkasında; aynı zamanda da referandum oyununun çirkin yüzünü açık ediyor. Bu sorulara “Evet” ya da “Hayır” demeniz, babanızın hapse girmiş olduğunu, ya da annenizin çamaşırcı olduğunu baştan kabullenmeniz anlamına geliyor. Ama daha da kötüsü, hapiste olmanın ya da çamaşırcılık yapmanın aşağılık, utanılacak şeyler olduğunu da birer ön kabul olarak karşınıza koyuyor. Amaçlanan sizin “Evet” ya da “Hayır” demeniz değil, bu sahte çerçeveyi kabullenip kendinizi aşağılanmış, ezilmiş, hiyerarşide bir adım aşağı indirilmiş hissetmeniz. Önemli olan çerçevenin “hakiki” olmaması. Nitekim bu oyunun keyfi, babası politik bir nedenle gerçekten hapse girmiş bir arkadaşımıza oynamaya kalktığımız anda kaçıverdi: Oyun gerçek olmuştu ve çocuk hiç de utanmıyordu bu durumdan. Kuşkusuz oyunun bu kilit noktası, tüm referandumların ipliğini pazara çıkarıyor: Sizden “Evet” ya da “Hayır” cevabı bekleyen sorunun çerçevesi yanlış olunca, bu cevapların bir anlamı kalmıyor. Ya da tek anlamı, size kendinizi ezilmiş ya da aşağılanmış hissedeceğiniz bir çerçeveyi zorla kabul ettirmek oluyor. Eğer sunulan çerçevede bir “hakikat”, sizin tercihinizde de bir anlam olacak olsaydı, “oyunun keyfi kaçardı”, en azından egemenler açısından.
SÖZ VE SÖYLEYEN
Kuşkusuz, bize sunulan referandum çerçevesini kabul edip etmemek, bizim nerede durduğumuza, sözümüzü nereden söylemek istediğimize bağlıdır. Örneğin, “Muasır medeniyet seviyesine erişmek,” sözünü hâlâ ciddiye alan, saf bir Kemalist olsak (böyleleri kaldıysa eğer), referandum bize çok da aykırı gelmezdi. Birtakım bedelleri de olsa, “AB’ye evet” der çıkardık işin içinden. Ya da son zamanlarda sayıları gittikçe artan, dünyada yaşanan sosyalizm denemelerinin acıklı sonuçlarını Marksist değil de liberal paradigmanın terimleriyle yorumlayan post-Marksistlerden (aslında bunlara pre-Marksist demek daha doğru olmaz mı?) biri olsaydık, totalitarizme ve otoriterliğe karşı bir tedbir ve sivil toplumun güvencesi olarak “AB’ye evet” diyebilirdik. Ya da, “Hele AB’ye bir girelim, yabancı sermaye gelsin, ben gene eski Türk örf, adet ve geleneklerine göre küpümü doldurmanın yolunu bulurum,” diyen bir çarıklıerkanıharp da aynı yolu seçebilirdi. Tam tersi de mümkün: “Aman karışan görüşen olmasın, ben kendi küçük dünyamda kral olayım,” diyen sözde milliyetçi oportünistlerimizin de referanduma bir itirazı olmazdı; onların “Hayır” oyu belli zaten. Ya da hâlâ sosyalist adını elden bırakmamakta direndikleri halde ilkel bir proto-Kemalizme (sahici Kemalistler bunlardan çok daha namusluydu doğrusu) ve vahşi bir milliyetçiliğe yelken açanların oyu da aynı yönde: “Hayır”. Anti-emperyalizmi hâlâ ulusal devlet sınırlarının ciddiye alınarak korunması zanneden, ulusal egemenliği bir proletarya davası haline getirmeye çalışan kimi iyi niyetli ama saf sosyalistler de referanduma katılabilir “Hayır” diyerek. Bunların hepsinin de ortak yanı, referandumu sorgusuz sualsiz kabullenmeleri, referandumun içinde yapılandığı hiyerarşinin ve egemenlik ilişkisinin diyalektik inkârını akıllarına bile getirmemeleri: Kimi durumdan zaten kısmen memnun, bazı düzeltmelerle yetinmeye hazır; kimi ise düzenin kendisine bağlı, hattâ hayran ve âşık, tek sorunu şu ki, en tepede neden kendisinin oturmadığını anlayamıyor bir türlü.
Oysa Marksistlerin duruşunun bu iki (iyi ya da kötü niyetli) oportünist tavırdan da farklı olması gerek. Sırf farklı olmak için değil; Marksistlerin tavrının sonucu etkileyeceğini sanmaktan da değil. Bu süreçte alınan tavır, yerleşilen konum ileride yapacaklarımızı etkileyeceği, belirleyeceği için. Türkiye’nin AB’ye girip girmemesi, yukarıda saydığım (iyi ya da kötü niyetli) oportünist tavırlar tarafından etkilenmeyecek bile. Türkiye egemenleriyle AB egemenleri arasında geçecek (ve önemli kısmı “referandum” kapsamına bile alınmayacak) bir pazarlıklar dizisi sonunda belirlenecek sonuç. Eğer bir gün gerçekten bir referandum yapılırsa (ya da, sözün gelişi, bir seçim fiilî bir referanduma dönüştürülürse), bu halkın fikrini ya da onayını almak için değil, bu pazarlıkta bir koz olarak kullanılmak maksadıyla yapılacak. Bu oyun boyunca Marksist tavır, “oyuna katılmamak” olabilir ancak. Bu da, AB tartışmaları sürerken pasif bir konum belirleyip sesini çıkarmadan izlemekle değil, içine sıkıştırıldığımız “Evet/Hayır” kısır ikiliğinin dışında, ötesinde aktif bir tavır belirleyerek yapılabilir.
Biraz aklı başında tek tek bireyler açısından bakıldığında, Türkiye’nin AB’ye dahil olması pek de üzülünecek bir durum değildir. Eğer böyle bir hayali referandumda kişisel olarak oy kullanmam beklenseydi, gidip “Evet” bile diyebilirdim. TC’nin politik seçkinlerine bırakılsa asla gerçekleşmeyecek olan kimi adımların atılması sağlanabilir bu yolla; insan hakları konusunda görece iyileşmeler olabilir, iktisadî durumda görece bir iyileşme ve canlanma sağlanabilir. Ancak kişisel olarak oy kullanacak değilim; atılacak adımları proletaryanın bütününün tarihsel perspektif içindeki çıkarları açısından düşünüyorum. O zaman, “Evet” oyunun kendisinin değilse bile, bu tür bir referandumun kabulünün, meşrûlaştırılmasının proletarya açısından sorunlu olduğunu görmem gerekir: Ulusal sınırların giderek zayıflamasına, hattâ tümüyle ortadan kalkmasına bir itirazım yok, ancak bunun nasıl ve hangi sınıfın perspektifinden yapılacağı benim için önemli bir soru oluşturuyor. Bu soruyu cevaplayabilmek için, burada söz konusu olun iki ana sınıfı, burjuvaziyi ve proletaryayı ulusal ve ulus-ötesi özellikleriyle yeniden irdelemek gerekecektir.
HANGİ KÜRESELLEŞME?
Şu önkabulü irdeleyerek başlayalım: Proletarya, yapısal olarak ulus-ötesi ya da küresel olma eğilimindeki tek sınıftır. İşçilerin belirli zaman ve yerelliklerde milliyetçi ideolojilerin etkisinde kalmalarını, hattâ bazen bu ideolojileri bayrak yapan hareketlerin aktif bir parçası olmalarını dışlamaz bu önkabul. Burjuvazi ise, 20. yüzyılın ikinci yarısındaki şiddetli küreselleşme dürtüsünün taşıyıcısı olmasına rağmen, bir sınıf olarak küresel ya da ulus-ötesi değildir. Kapitalizmin küreselleşme eğiliminin temsilcisi olmak zorunda kalan bir sınıftır. Dolayısıyla kapitalist küreselleşme (ve onun bir parçası olan Avrupa birleşmesi projesi) daha baştan çelişki üzerine kurulu bir süreçtir. Burjuvazi cansız, birikmiş, katılaşmış (hattâ pıhtılaşmış) emek olan sermayenin ulusal niteliğini kaybetmesine razı olabilir, hattâ bu sürece öncülük bile edebilir (“emperyalizm” dediğimiz şey başka nedir ki zaten?); ama bu sermayenin canlı, yaşayan emek üzerinde kuracağı egemenlik ilişkisinin küreselleşmesine razı olamaz. Çünkü bu ilişkinin küreselleşmesi, ancak pre-kapitalist (etnik, yerel, dinsel, Oidipal) bağımlılık ilişkileri içinde pasifize edilebilen proletaryanın da ulus-ötesine taşınması anlamına gelecektir ki, bu burjuvazi açısından kabul edilebilir bir durum değildir. Dolayısıyla burjuvazi, sürekli olarak imkânsız bir amaç peşinde koşar: Sermayeyi küreselleştirirken, proletaryayı ulusal, yerel bağlar içinde tutmak.
Eğer bu süreç boyunca gönüllü-gönülsüz yardımcıları olmasaydı, burjuvazi çoktan bu imkansız çabanın çökme momenti ile karşı karşıya gelmiş olabilirdi. Ancak ne yazık ki bu uğraşta burjuvaziye arka çıkan güçler var. Bunlardan birincisi, 20. yüzyılın bir yerlerinde kısa bir süre için “devrimci” görüntüsü kazanmış olan “Ulusal Kurtuluş Hareketleri”; diğeri ise bizzat işçi sınıfının “en ileri, öncü kesimi” olma iddiasındaki komünistler.
Ulusal Kurtuluş Hareketleri, 19. yüzyıl kapitalizminin emperyal politikalarına karşı, ve gene o kapitalizmin 18. ve 19. yüzyılda geliştirdiği milliyetçi ideolojiyi arkalarına alarak ortaya çıkan bağımsızlıkçı güçlerdi. Sömürgeciliğin emperyalizme dönüşümü sürecinde, yerel işçi sınıflarının ortaya çıkıp yerel olarak denetlenmesi ve baskı altında tutulması eğilimine uygun olarak, bu sürecin bir parçası olarak belirmişlerdi. Ancak burjuvazi her zaman olduğu gibi, kapitalist gelişme doğrultusunun gereklerini yerine getirmekte gönülsüz davranarak geç kaldığından, bu güçlere karşı direndi uzunca bir süre. O zaman da bağımsızlıkçı güçler, merkez ülkelerin emperyal burjuvazisine karşı mücadelelerinin aslında anti-kapitalist bir mücadele olduğu vehmine kapıldılar. Daha da kötüsü, Rus Devrimini hemen izleyen yıllarda uluslararası arenada yalnızlığa itilmiş olan Bolşevikler, müttefik arayışı içinde bu yanlış kavrayışa sarıldılar ve henüz kapitalistleşmemiş ülkelerin bağımsızlıkçı hareketlerinde, kendileri için bir yandaş bulduklarını düşünerek bu vehmi güçlendirecek adımlar attılar. Bu hareketlerin bir bölümü (özellikle Küba ve Çin) mücadelelerini gerçekten de sosyalist bir söylemle birleştirerek, 1920’lerin sonlarından itibaren resmî doktrin haline gelen “Tek Ülkede Sosyalizm” anlayışının peşine takılıp “reel sosyalist” ülkelere dönüştüler. Bir bölümü ise (Türkiye’den başlayıp bir yandan Afrika ve Çin Hindi’ne, bir yandan da Latin Amerika’ya kadar uzanan bir yelpazede) daha sonra, daha dolambaçlı bir yoldan Kapitalist Dünya Düzenine eklemlenen proto-kapitalist ulusal devletler kurdular. Ancak bütün bu süreç boyunca, bağımsızlıkçı söylem sosyalist (hattâ Marksist) söylemin bir parçası sanıldı, bağımsızlıkçı hareketlerde anti-kapitalist bir devrimci potansiyel vehmedildi. Oysa bu hareketlerin en “devrimci” olanlarının bile “anti-kapitalist” ufku, SSCB tipi bir bürokratik kapitalizmin ötesine geçmiyordu. Çoğunluğunun ise böyle bir sorunu bile yoktu: Onlar kendi kapitalizmlerini istiyorlardı; kendi işçi sınıflarını kimsenin müdahalesi olmadan, özgürce, vahşice sömürebilmek ve bu pastayı mümkün olduğunca da merkez ülkelerin burjuvazisiyle paylaşmamak istiyorlardı.
Komünistlerin sorunu da aslında bundan pek farklı değil: I. Dünya Savaşında (birkaç onurlu istisna dışında) kendi burjuvazilerinin yanında milliyetçi bir konuma yerleşen ulusal komünist hareketler (ki uluslararası düzeyde II. Enternasyonali oluşturuyorlardı), bu günahlarının izlerini 20. yüzyıl sonuna kadar taşıdılar. II. Enternasyonal güçten düşüp onun yerini III. Enternasyonal aldığında ise, yukarıda özetlediğim Bolşevik politikası yeni bir tür milliyetçiliğin (“ezilen ulus milliyetçiliğinin”) onaylanmasını zorunlu kıldı. Kuşkusuz “Tek Ülkede Sosyalizm” doktrininin bundan bağımsız olarak da milliyetçilikten kaynaklanan bir yanı olduğu söylenebilir. Tarihsel olarak Pan-Slavist ve Narodnik köklerden gelen Bolşevik hareket, Lenin’in “kendisi Gürcü olmasına rağmen Rus milliyetçisi” olarak tanımladığı Stalin’in mutlak hâkimiyetine girdiğinde, SSCB projesini Rus milliyetçisi bir çerçeveye sokmaya başlamıştı zaten.
Dolayısıyla, kendi milliyetçi ve yerelci saplantıları yüzünden kapitalist küreselleşmeye ayakbağı olan burjuvazi, bağımsızlıkçı ve komünist hareketlerden aldığı (genellikle) gönülsüz destekle, bu yönelimin gelişimini, kapitalizmin ilk yıllarından beri kavramsal açıdan bir potansiyel olarak varolan Kapitalist Dünya Düzeninin somut bir gerçekliğe dönüşmesini, erteledikçe erteledi. Tam da bu nedenle, AB gibi kapitalist küreselleşme yolundaki önemli bir adımı değerlendirirken, 20. yüzyıl boyunca komünist hareketlerin sık sık düştüğü milliyetçi/bağımsızlıkçı sapmayı bir yana bırakıp, sınıfsal perspektifimizden vazgeçmememiz gerekiyor: AB de, burjuvazinin tüm yarım-gönüllü küreselleşme adımları gibi, sermayeyi yerel sınırlarından kurtarırken proletaryayı bu yerel sınırlar içinde hapis tutmayı amaçlıyor. Dolayısıyla koşulsuz bir şekilde “AB’ye Evet” demek, “Sermaye küreselleşirken proletarya yerel zincirleriyle bağlı kalsın,” anlamına gelirken, gene koşulsuz bir şekilde “AB’ye Hayır” demek, “İkisi de yerel kalsın,” demek olacaktır. Birinci tavır, küreselleşme konusunda zaten ikircikli olan bir burjuvazinin peşine takılmaktan başka bir şey getirmez; ikincisi ise seksen yıldır tanıdığımız Stalinist “Tek ülkede sosyalizm” doktrininin bir versiyonudur yalnızca.
NE YAPALIM YANİ, ÇEKİMSER Mİ KALALIM?
Marksistlerin kendilerine burjuvazi tarafından dayatılan ikilikleri mutlak kabul ederek fiillerini bu çerçeve içinde tasarlamaları, kendi varlıklarını inkâr etmek anlamına gelir. Ancak bu çerçeveyi kabul etmeme adına eylemsizliğe, çekimserliğe, bir tür “masum gözlemci” konumuna geri çekilmeleri de, aynı inkârın dolaylı yoldan yapılmasından başka bir şey değildir. Marksistlerin bu verili “Evet/Hayır” çerçevesinin dışında, üstünde ve ötesinde bir önermeleri, politik bir zeminleri olmak zorunda. Eğer geçtiğimiz seksen yıl Marksizm adına liberalizmden, milliyetçilikten, ütopyacılıktan, kalkınmacılıktan ve meritokratizmden ithal edilmiş kavramların tartışmasıyla harcanmamış olsaydı, bu politik zemin neredeyse kendiliğinden oluşabilirdi. Ama maalesef şu anda artık “proletarya” derken neden bahsettiğimizden, bu kavramın “halk”, “yoksullar”, “mazlumlar” ve “ezilenler” kavramlarından niçin farklı olduğundan tam olarak emin değiliz. Dolayısıyla, içinde “proletarya” terimini özne olarak barındıran bir önerme oluşturmak iyice güç hale geldi: Tam olarak kavrayamadığımız bir durum hakkında bir “şık söyleyiş” mi kuruyoruz, tahlilsiz bir slogan mı yaratıyoruz, dogmatizme mi sığınıyoruz, belli olmuyor. Ancak tüm bu çekinceleri saklı tutmak kaydıyla, yani “proletarya” kavramının tarihsel bir özne olarak yeniden tanımlanması gerekliliğini unutmadan şunu söyleyebiliriz: Küreselleşme ve AB tartışmalarında Marksist tavır, işçi sınıfının küreselleşmesini savunmak ve küreselleşen sermayeye karşı devrimci bir konum almak yolunda olmalıdır. Yani tahlil birimini “ülke” olmaktan çıkarıp “sınıf” haline getirmeliyiz. Demek ki, herhangi bir ülkenin (diyelim Türkiye’nin) AB’ye girip girmemesi bizi ilgilendirmez; bizi ilgilendiren, proletaryanın Türkiye’de yaşayan kesiminin (diyelim Avrupa çapında) bir ulus-ötesi birliğin içinde yer almasını sağlamak, ve zaten büyük ölçüde birleşik bir yapıya kavuşmuş olan uluslararası sermayenin (diyelim Avrupa sermayesinin) sömürüsüne karşı küresel mücadelenin bir parçası olması için adımlar atabilmektir.
Bunun için, şuna ya da buna karşı “Hayır!” çığlıkları atmanın ötesinde önerilebilecek politik adımlar var: Örneğin; “proletarya doğası gereği ulus-ötesidir,” dediğimizde, aslında somut bir gerçeklikten değil, bir potansiyelden, kavramsal bir oluşumdan söz ediyoruz. Oysa (AB’ye girilsin girilmesin) işçilerin ulusal sınırların ötesinde serbest dolaşım haklarını savunduğumuzda, bu potansiyelin somut bir gerçeklik momentine gelmesi için mücadeleye başlamışız demektir. AB projesi, varolduğu andan itibaren bu hakkı imâ etmekte, ancak gerçekleşmesini önlemek için de elinden gelen tedbiri almaktaydı. Oysa bu esas olarak AB egemen sınıflarının değil (onlar asla bu projeyi tam anlamıyla savunamayacaklardır), Marksistlerin sahip çıkması gereken bir politik projedir. Aynı şekilde, çeşitli Avrupa uluslarının egemen sınıfları, kendi devlet mekanizmaları küresel bir ekonomiyi düzenlemekte yetersiz kaldığı için ulus-ötesi bir politik-ekonomik mekanizma oluşturmaya kalkışmış olabilirler. Bu Marksistler açısından temel önemde değildir. Marksistlerin temel sorunu, yüz elli yıldan beri, proletaryanın ulus-ötesi örgütlülüğüdür. Öyleyse burjuvazi ulus-devletlerin yerine bir Avrupa Devleti önerdiğinde, Marksistler buna proletaryanın serbest dolaşım hakkını ve ulus-ötesi (ekonomik ve politik) örgütlülüğünü savunarak cevap vermek durumundadırlar. Burjuvazinin önerisini ciddiye alıp ona “Evet” ya da “Hayır” dediklerinde, kendilerine özgü, olumlu politik öneriler yapma şansını da yitirirler; ya uluslararası ya da yerel burjuvazinin (ya da bürokrasinin) peşine takılıp bu tarihsel süreçte bir ayrıntı olmaktan öteye gidemezler.
Bir başka açıdan: Burjuvazinin varoluş koşulu savaştır. Çünkü savaşın gerçek ya da bir tehdit, bir olasılık olarak varlığı, kapitalizmin kalıcılığının garantisi olan ideal metanın, yani silâhların durmadan, aralıksız olarak, yeniden ve yeniden üretimini zorunlu kılar. Silâh kapitalizm açısından ideal metadır, çünkü hiçbir şekilde yeniden-üretime dönmez, tüketildiği anda yok olur (ve tercihan yanısıra birtakım insanları ve sabit sermaye yatırımlarını da yok eder). Tüketilmediği zaman da atıl olarak kalır, yani gene yeniden üretime dönmez. Ayrıca silâh/savaş ekonomisi bir de zorunlu askerlik yoluyla toplumun en genç ve dinamik kesimlerini belirli süreler için ekonomi dışına çekerek toplumun üretim kapasitesinin gelişimini (barış anlarında) denetim altında tutar; savaş sırasında ise bu kesimlerin bir kısmını yok eder. Hem silâh sanayii, hem de savaş (ya da savaşa hazırlık) politikaları, burjuvazinin üretici güçlerin gelişiminin denetimini elde tutmak için geliştirdiği en etkili yollardır. Proletaryanın varoluş koşulu ise barıştır. Toplumun en dinamik kesimlerinin askere ya da savaşa, toplumsal artığın çok önemli bir bölümünün de silâh sanayiine yönlendirilmediği bir durumda, üretici güçlerin gelişimi zincirlerinden kurtulur, burjuvazinin denetiminden çıkar ve varolan ekonomik/politik yapıların içine sığamaz hale gelme eğilimi gösterir. AB, bir açıdan Avrupa içi savaş olasılıklarını minimuma indirirken, bir yandan da, dünyanın diğer bölgelerinde jandarmalık işlevi için ABD ile rekabete girme eğiliminde olacağından, tıpkı küreselleşme konusunda olduğu gibi savaş/terör konusunda da ikircikli bir duruma düşer. Marksistlerin bu durumda da AB’ye yandaş ya da karşı olmaları değil, AB işçi sınıfının savaşa (yani kendi egemenlerine) karşı, Avrupa-dışı ülkelerin işçi sınıflarından yana örgütlülüğü için çalışmaları gerekir. Ancak böyle bir örgütlenmeyle Irak, Sırbistan ya da Afganistan olaylarında olduğu gibi, “Saddamcı/Amerikancı”, “Miloseviççi/Amerikancı” ya da “Talibancı/Amerikancı” ikiliklerinin yarattığı (Žižek’in deyimiyle) çifte şantaja karşı durulabilir.
Üçüncü bir nokta: AB’ye girmenin özelleştirmelerin hızla artması anlamına geleceğini tartışıyor bir kısım sosyalist. Bu, gene, Marksistler açısından hayatî önemde bir sorun değildir. Üretim araçları özel mülkiyet olarak kaldığı sürece, bu özel mülkiyetin tek tek bireylerin ya da özerk kuruluşların mı, yoksa devletin mi elinde toplandığı çok önemli değildir. Marx’ın sözünü ettiği “özel mülkiyetin ilgası”, onun yerine başka bir mülkiyet biçiminin (devlet, kollektif, korporatif) geçirilmesi anlamına gelmez. Özel mülkiyetin ilgası, mülkiyetin bir egemenlik biçimi olarak ilgasıdır, dolayısıyla Marksistlerin bu noktada savunacakları şey, işçi (ve tüketici) denetimi, bu yolla da üretim araçlarının bireysel ya da kollektif mülk sahipleri tarafından denetlenmesinin sona erdirilmesidir. Bu, AB’ne girilsin girilmesin savunmamız gereken şey. Özelleştirilmeler yapılsın ya da (beceriksizlikler nedeniyle veya siyasî seçkinler ekonominin denetimini ellerinden bir türlü bırakamadıkları için) yapılmasın, savunmamız gereken şey. Marksistler son seksen yıldır gerçek, kendine özgü bir politik taraf olmayı unuttuklarından, bu konuda da uluslararası burjuvazinin sunduğu seçenekleri peşinen kabullenip “Hayır!” diyen düzen-içi unsur olmaktan öteye gidemiyorlar bir türlü.
TÜRKİYE POLİTİKASI AÇISINDAN...
Liberal, sol-liberal AB taraftarlarının en önem verdikleri noktalardan biri de, yapılan çeşitli kamuoyu araştırmalarında halkın çoğunluğunun AB’ye “Evet!” diyor olması. Bu “uygulanmamış referandum” sonucu onlara hem bir tür meşrûluk kazandırıyor, hem de açık ya da gizli AB karşıtları karşısında bir koz oluşturuyor. Verilen rakamlar muhtelif, ama ben hem en yükseklerinden biri hem de yuvarlak bir rakam olduğu için %70 iddiasını doğru kabul edeceğim. Türkiye aktif nüfusunun %70’inin “AB’ye girilsin” demesi ne anlama gelir? Çok basit: %30’unun “AB’ye girilmesin” dediği anlamına. “Girilsin” diyen %70 içinde yetmiş çeşit parça var: Bundan ekonomik çıkar bekleyenler, sihirli değnek değmiş gibi ekonomik durumun düzeleceğini bekleyenler, hak ve özgürlükler konusunda iyileşme bekleyenler, avanta bekleyenler, Garp mukallitleri, kısacası beş benzemez. Oysa “Girilmesin” diyenler bir çelik çekirdek oluşturmaya daha yakın: Onlar, solda (bu “sol” kelimesini çok ama çok görece bir bağlamda kullanıyorum) Perinçek’in İP’inden sağda MHP’ye kadar, AB’ye ve ABD’ye alternatif bir Asya ekseni oluşturulmasını ve iki kutuplu, gergin, soğuk ve sıcak savaşın dönüşümlü olarak kol gezdiği bir dünya istiyorlar. Ancak böyle bir dünyada kendi alışkın oldukları bol öcülü, bol komplolu, her şeyin “ihanet” ya da “vatanseverlik” olarak ikiye ayrılabileceği bir hayat tarzına kavuşabilirler çünkü. Ancak böyle bir dünyada kendi ulusal sınırları içine kapanıp içeride öcüleri ve komplolarıyla, kendileri dışında her düşünce ve akımı “ihanet” damgasıyla yasaklayabilir, kimse karışmadan ekonomiyi istedikleri gibi bir batırıp bir çıkarabilir, kendi yurttaşlarını keyiflerince öldürebilirler.* “Evet” cephesi ne kadar bölünmüş ve farklı farklı saiklere sahipse, “Hayır” cephesi de yekvücut olmaya o kadar yakın (standart sapmalar ve makûl fireler hesaba katıldıktan sonra tabiî).
Böyle bir durumda sahici bir referandum, istediği kadar yekvücut olsun, bu azınlığı görünmez kılabilirdi. Ama artık alenen gündeme girmiş olan erken seçim, MHP’nin çoktandır hazırlıklarını yaptığı gibi, bir AB referandumuna dönüşürse, MHP iktidarda olduğu süre boyunca kaybettiği kanı, “AB’ye Hayır” oylarıyla telafi edebilir. Diğer bütün partilerin de aynı kanı kaybettikleri, ama “AB’ye Evet” oylarının paramparça olacağı da düşünülürse, böyle bir durum MHP’ye AKP’ye karşı gerçek bir alternatif oluşturabilmesi için gereken ekstra gücü sağlayabilir. Liberal/sol-liberal kanat böyle bir ihtimaldan habersiz görünüyor. DSP’nin zaten düşünecek hali yok. AKP ise kendine iktidar ufuklarını gösteren rüzgârdan o kadar sarhoş olmuş durumda ki, politikayla bile uğraşmıyor. Şu anda TSK’nın başında “AKP olmasın da ne olursa olsun”cuların bulunduğunu da hesaba katın: Onlar da böyle bir seçim rüzgarında tercihlerini MHP’den yana çevirecek olurlarsa (ki bu hiç şaşırtıcı olmaz), bizi bekleyen kaderin ne olduğu iyice açığa çıkar.
Neyse ki, benim bu tür siyasî kestirimlerimin yanlış çıkmak gibi bir huyu vardır, o yüzden fazla karamsarlığa kapılmaya gerek yok. Ancak gene de, önümüzdeki dönemi, hem AB çapında, hem de Türkiye içinde, egemenlerin aralarında oynadıkları bu “Evet/Hayır” oyununun kuyruğunu takılarak geçirecek olursak, kaybedebileceğimiz şeylerin çapını göstermek açısından iyi bir senaryodur bu. O yüzden kendimizi, bir yandan “Zaten olacak olmuş, bizi kim takar” sinisizmine, öte yandan da kendimizi fazlasıyla önemseyip egemenlerin top oyununda bir taraf olmaya/tutmaya çalışma oportünizmine kaptırmadan, kendi politik tarafımızın en azından çekirdeğini oluşturmaya çalışmak için iyi bir zaman bu. Referandum şantajını kabullenmemek, işçi sınıfının ulus-ötesi birliğini, barışı, ve özel mülkiyetin ilgası talebini öne çıkarmak için iyi bir fırsat.
(*) Kuşkusuz bunun istisnaları vardır: Örneğin kendi gücünün tam olarak farkında olmayan bir kişi/kurum, kazanacağından çok emin olduğu hayatî bir konuda referanduma gitmeye kalkabilir. Burada alacağı bir “Hayır” cevabı da onun otoritesini yok edebilir. “Millî kahraman” De Gaulle’ün başına gelen tam olarak bu idi Fransa’da. Ama umutlanmayalım, bu tür referandumlar kelimenin gerçek anlamıyla kırk yılda bir gerçekleşir ve egemenlerin ciddi bir aymazlık/megalomani içinde olduğu durumlarda ortaya çıkabilirler sadece.
(*) Nitekim şu anda bu cepheyi biraraya getiren temel saik, “sonuçları her ne olursa olsun, Öcalan’ı asalım” sloganı. Öcalan yakalanalı ve Güneydoğu’da sıcak savaş sona ereli üç yıl gibi bir süre geçti. Dolayısıyla refleks sayılabilecek bir “Asalım!” tepkisi bugün için biraz eskimiş görünüyor. Şimdi gündemde olan Red Kit’teki Ölügömen’in her fırsatta “Asalım!” diye ayağa fırlaması gibi bir şey. Ölügömen’in saiki para idi, tabutlar ona ısmarlanıyordu ne de olsa. Bizim Ölügömen’lerin saiki ise, anlık (ve kimine göre haklı sayılabilecek) bir öfkenin ötesinde, bir öldürme keyfi; salt öldürebilir olduğunu kendine (ve dünyaya) göstermenin getireceği o ölümcül, arsız, uslanmaz jouissance.