Ostermeier, dünyanın pek çok yerinde sahnelediği oyuna çağdaş bir yorum katarken Stockmann’ın halka seslenişi bölümünde kapitalist sistemin kitleler üzerindeki tahakkümünü sorguluyor. İstanbul Tiyatro Festivali’nde sahnelenen oyunda Türkiye’deki baskıcı yönetime ve‘halk düşmanlarına’da değiniyor.Örneğin, belediye başkanı kardeşiyle tartıştığı esnada, insanların hastalanmasına sebep olan kaplıcalar aleyhinde ‘halk düşmanlığı’ yapan kardeşine ‘çapulcu’ diye bağırıyor.Yine kardeşini yerde tekmeleyen belediye başkanının ayağına, tekmeyi attıktan sonra ‘Yerkelvari’ bir ağrı giriyor. Tüm bu göndermeleri,‘gezi seyircisine’ göz kırpan ve seyirciyi oyunun sonuna hazırlayan ısındırma turları olarak da ifade edebiliriz. Oyunun finalinde interaktif atraksiyonlara giden Ostermeier, Thomas Stockmannkarakterinin tiradını yarıda bölerek seyircilerin görüşlerini de katıyor işin içine. İşte bu noktada, Gezi’nin manzara-i umumiyesi bir kez daha gözler önüne seriliyor.Bu noktada,‘Nabıcaz Thomas’ diye sorulan ve solculuk tartışmasına girilen bir forum havasına bürünüyor salon. Öncelikle, Gezi Olayları’na katılmış, polisin çekildiği andan itibaren Gezi’de bulunmuş ve sonrasında gerçekleştirilen forumlara katılmış biri olarak bu oyunu tüm Gezi protestocuları ile birlikte izlemeyi çok isterdim. Son 10 küsur yıldır ciddi bir tiyatro takipçisi olduğumdan bu ülkenin izleyicilerinde nasıl bir interaktif tiyatro algısı olduğunu naçizane yorumlayabileceğimi düşünüyorum. Dolayısıyla ‘Bir Halk Düşmanı’ oyununda seyircinin katılımını ‘Gezi’den (dolayısıyla forumlardan) önce’ ve ‘Gezi’den sonra’ olmak suretiyle ayırmak gerektiğine inanıyorum. Bu çok önemli bir kazanım ve umarım artarak devam eder. Öncesinde oyuna dâhil olmaktan imtina edecek bir kitle varken, Gezi sonrası cemaati adeta sahnedekilerden rol çalacakcevvallikte bir katılım sergilediler. Thomas’ın sistem karşısında maruz kaldığı baskılara ve saldırılara yönelik ‘Biz her gün bu baskılarla mücadele ediyoruz’ serzenişleriyle tüm salon tek yürek oldu. Ne var ki; ‘Nabıcaz Thomas’ diye sorulmasına sebep olan bir çıkış yolu görememe durumu, bize daha kat etmemiz gereken çok yolumuz olduğunu gösteriyor. Polis şiddetinin her geçen gün daha da arttığına şahit olduğumuz şu günlerde, hükümetin meşruiyeti zedelenmek şöyle dursun daha da güçleniyor. Hükümetin ‘çapulcu’ diye nitelendirdiği kitle ise Gezi Olayları’nda kendine korunaklı bir alan yarattığı o günleri, Taksim’in normalde hayalini dahi kuramayacağı bir şekilde, iktidarın tüm araçlarından azade günlerini anarak ‘Gezi’yi fetişleştiriyor. Oysaki her geçen gün, Gezi’nin reprodüksiyonunu yapmak yerine yeni sürümünü geliştirmek gerektiği gerçeğiyle daha fazla yüzleşiyoruz. Yeniden oyuna dönecek olursak;en ucuz biletin 90 TL olduğu festival biletlerinden de anlaşılabileceği gibi Türkiye standartlarında belli bir kültürel ve ekonomik sermayeye sahip olan seyirci kitlesinin, Thomas’ın “Ekonomi, krizde değildir; ekonomi, krizin ta kendisidir” şeklindeki değerlendirmelerini ya da bize dayatılan tüketim ekonomisini reddederek ihtiyacımız kadar tüketmemiz, daha küçük yaşamamız gerektiği yönündeki ifadelerini çok da doğru algılamadığı söylenebilir. Başroldeki karakterin büyük fotoğrafı gözler önüne sermesinin aksine, izleyicilerin konuyu Türkiye ve AKP hükümeti özelinde, neo-liberal sistemin sadece Türkiye’de hüküm süren bir sistemmiş gibi tartışması büyük talihsizlik olarak görülebilir. Bunun yanı sıra, her ne kadar Thomas’ın belirttiği bu neo-liberal ekonomiye başkaldırmanın yolu tüketim çılgınlığı oyununa gelmemek olsa da izleyicilerin yine ‘AKP-Çapulcu’ ekseninde ne yapılacağına dair bir sorgulamaya gitmesi, meselenin pek de idrak edilemediğini ortaya koyuyor. ‘Bir Halk Düşmanı’ oyununda göze çarpan bir diğer konu ise, tiradın ikinci bölümünde dile getirilen ‘çoğunluk aptal’ sözlerinin alkış kıyamet salon tarafından desteklenmiş olmasıdır. Bu noktada, AKP seçmenini aptal olarak görmekten öteye gitmemenin her seçimde hayal kırıklığı ile sonuçlandığını hatırlamak gerekiyor. Son zamanlarda kendini tekrar eden protesto ve polis şiddetine bakılacak olursa, değişim isteyen, bu değişimin de çoğulcu bir demokrasiye doğru olmasını arzu eden Gezici’lerin bir çıkış yolu olarak özeleştiri yapma noktasına geldikleri söylenebilir. Nasıl ki CHP geçmişiyle yüzleşmeden bu ülkede iktidar olamaz ise gezicilerin de iç hesaplaşmaya gitmeden politika üretemediği görülüyor. Politika üretmenin yolu ise, bugüne kadar laik-ulusalcı kesimin meşru gördüğü Kürtlere yönelik devlet şiddeti ve başörtülü kadınların maruz kaldığı ayrımcılık ile yüzleşilmesinden geçiyor. İrfan Aktan yazısında[1], Gezi’nin birinci yıl anmasının Lice’deki protestolara denk gelmesiyle daha da belirginleşen ’terörist-çapulcu’ ayrımını son derece etkili bir şekilde dile getiriyor.Oyuncuların ‘bir dakika bu ülkede faşizm mi var demek istiyorsunuz?’ sorusuna ‘Taksim’e gittiğinizde ne demek istediğimizi anlarsınız. Her yerde polis göreceksiniz’ yanıtı salondan büyük alkış alırken, başka bir seyircinin Lice’deki müdahalelerden dem vurmasının çok az kişi tarafından desteklenmesi bu ayrımı gözler önüne seriyor. Sadece Kürtler ve muhafazakârlarözelinde değil, Alevilerin ve tabi Gayrimüslim nüfusun ötekileştirildiği, Türk-İslam sentezi tahakkümü güdülen Cumhuriyet tarihinin bütünüyle hesaplaşmak gerekiyor.Kitlelerin bunu, özellikle de sivil bir hareket olan Gezi direnişinin öncülüğünde gerçekleştirmelerive bu direnişten sivil bir siyaset oluşturmaları mümkün olabilir.Bu noktada, alınan AKP karşıtlığı pozisyonunun tersine devletin politikalarıyla tarihsel bir düzlemde topyekûn yüzleşmek en sağlıklı yöntem olacaktır. Aksi takdirde tüm bu protestoların bir gün azalarak bittiğini görmek hepimizde tarifi imkânsız bir umutsuzluğa sebep olacaktır.