Şükür ki “1915 Olayları”nın 100. yılını kazasız belasız atlatabildik. Yurtdışı merkezli ama her zaman olduğu gibi içerideki mihraklarca da desteklenen onca tertip boşa çıktı. ABD başkanı Obama, soykırım yerine yine “Meds Yeghern” (Büyük Felaket) demeyi tercih etti. Putin’in “bizi” arkadan hançerlemesine fazla takılmaya gerek kalmadı. Ülke içinde de, uzun uzadıya aktarmanın manası yok, asayiş berkemaldi. O kelimeyi (Soykırım) kullanmadan, tüyleri diken diken etmeden, “ona bakarsan, o dönemlerde neler oldu, neler!” bilmişliğiyle geçiştirildi.
Fakat Ermeni Soykırımı üzerine yalnızca resmî düzeyde değil dost meclislerinde dahi konuşulurken, odaklanılan ve merak konusu olan şey, genellikle konuşulan meseleden çok, o korkunç olayları hangi sıfatla tanımlayacağımıza dair olur. Soykırım sözcüğünün kullanılmadığı göreli refah ortamında, devlet aklıyla tefekkür edenlerin bir nebze de olsa içi ferahlar. Artık karşılıklı yapılan zulümlerden söz edilebilir; ayrıca alacak-verecek (tazminat, malların tazmin edilmesi vs.) hesabı da gündem dışı kaldığından, ortada milli çıkarlara ters bir durum da yoktur. Baskın Oran’a gelen bir okuyucu mektubunda ifade edildiği gibi, “(…) siz ne derseniz deyin, bu olaylar olmuş bitmiş, tarihte, geçmişte kalmıştır, ortada bir ‘inkar’ yoktur, olayları kimsenin ‘inkar’ ettiği yoktur, sadece çok doğal olarak çıkarlarımıza ters düşmeyecek konumlanma vardır”[1].
Konumlanma demişken, “soykırım” sözcüğü üzerindeki konumlanmaları kristalize etmek açısından “devlet aklıyla tefekkür edenlere” bakmak ibretliktir. Onların “Ermeni meselesi” söz konusu olduğunda, yaşanan onca felaketi “soykırım demeye/dememeye” indirgeyen reflekslerinin ve hassasiyetlerinin, en basit olayı dahi “soykırım”la niteleyen tutuma evrimindeki ani sapmayı nasıl açıklayabiliriz? Evet, kavrama dair enflasyonist müsriflikten bahsediyorum.
Tam da 24 Nisan’ı takip eden günlerde vaziyet şuydu: 27 Nisan 2015 tarihinde, twitter âleminde, Türkiye gündeminin dördüncü sırasında (ilk üç sırasıyla “Cenk Tosun”, “Beşiktaş” ve “Bilic” iken) “#25NisanHukukSOYKIRIMI” vardı. İstanbul 32. Asliye Ceza Mahkemesi, aralarında Hidayet Karaca’nın da bulunduğu 62 polis hakkında tahliye kararı vermiş, savcı mahkemenin kararını yerine getirmemişti. Daha sonra kararı veren hâkimler tutuklandı. Soykırımdan kasıt, kanunsuzluktu. Yine aynı günlerde bir futbol programında, yorumcu Ahmet Çakar Fenerbahçe’ye karşı yapılan haksızlıklara değinirken, “bu lafı kullanmak istemiyorum, ne demek istediğim anladınız, Fenerbahçe’ye karşı ciddi anlamda bir jenosit var, jenosit” dedi. Daha sonra “soykırımı soykırım olarak anlamayın lütfen” diyerek toparlamaya çalıştı. Jenositten kastı, Fenerbahçe’ye karşı diğer kulüplerin başkanlarının, teknik direktörlerinin ölçüsüz tutumuydu. Son olarak AKP’nin seçim reklamı filminde bir kadın, 28 Şubat sürecinde yaşadıklarını anlatıyordu: “Hayallerimdeki üniversitenin kapısından dahi giremedim. Gaz odaları gibi ikna odaları kurulmuştu”. Gaz odalarının neyi çağrıştırdığını söylemeye gerek var mı?
Yukarıda sıraladığım örneklerdeki “eli bol” kullanımların, meseleleri çarpıcı kılma adına bir işlevselliği olduğu söylenebilir. Ama bu irite edici enflasyonizmin “idrak” hususunda da bize söyleyeceği bir şeyler olamaz mı? Sözcüğün kullanımındaki ölesiye kaçınma hali ile bu aşırı enflasyon arasındaki dengesiz salınımın, bilhassa büyük katliam ve soykırımların çarpıcılığının idrak edilme(me)si hususunda bir gösterge olarak okunması gerektiği kanısındayım.
Bir parantez, kavrama dair enflasyonist kullanımı sorunsallaştırırken, kavram üzerinde İsrail siyasetinden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına, entelektüellere ve dünya kamuoyuna uzanan genişçe bir hat tarafından kurulan hegemonyanın etkisini de tespit etmeli. Soykırım denildiğinde akla yalnızca “Yahudi Soykırımı” gelmesinin nedeni ve bunun da problemli olduğunun tespitinden söz ediyorum. Başka bir ifadeyle, Nazilerin zalimliğinin olağanüstüleştirilmesiyle el ele giden, diğer katliamların hafifsenmesi arasındaki ilişkiden…
Ayrıca bu türden katliamların konuşulması, gündeme gelmesi ve tartışılması bunların vahametini kavramayı garanti etmiyor. Buna bir de “yüzleşme” aleyhine gazlanan inkârcılık tavrını ekleyelim. “Ermeni Soykırımı’nın inkârı[nın] Türkiye’de devlet ve millet bütünleşmesinin sağlanmasında kilit bir rol oyna[masını] ve inkârcılığın bu işlevi yerine getirmeye devam etmesine Türk devlet aklı[nın] hep özen göster[mesini]”[2] akılda tutarak.
Bizim payımıza düşeni Yetvart Danzikyan, hem Kürt meselesi hem de 1915’in toplumsallaşamaması bağlamında güzel özetliyor: “(…) mesele konuşuluyor ama bir ‘yüzleşme’ sürecine giriyor muyuz, orası epey şüpheli. Dolayısıyla, yüz yılın sonunda, Türkiye Ermenilerinin hayatında hiçbir şey değişmedi. Acı, ve bence trajik olan, budur”[3].
İsmi lazım değil, yine bir yorumcu çok izlenen bir haber kanalında “Türkiye’de gerçekleştirilen Soykırım Anmalarına dışarıdan kimsenin saldırmamasını” büyük bir gelişme olarak selamlıyordu. Sıtmaya razı eden kibirli bir gerinmeyle.
“İdrak ve yüzleşme”. Herkes için…
[1] Baskın Oran, “Ermeni meselesinde temel sorunumuz: Zihniyet felaketi”, Agos, 1 Mayıs 2015, http://www.agos.com.tr/tr/yazi/11443/ermeni-meselesinde-temel-sorunumuz-zihniyet-felaketi.
[2] Ahmet İnsel, “Medenileşmenin gereği olarak soykırımla yüzleşmek”, Birikim, Sayı: 312, s. 6.
[3] Yetvart Danzikyan, “100 yıldan geriye kalan”, Agos, 30 Nisan 2015, http://www.agos.com.tr/tr/yazi/11440/100-yildan-geriye-kalan.