Linççi kalabalıklar, hınçla üzerine yürüdüklerine ‘Bu memleketin ekmeğini yiyorsunuz!’ diye höykürüyorlar. Emin Çölaşan, mesela (23 Nisan tarihli yazısında) Ermeni Meselesi’ni, ‘ekmeğini yedikleri ülkeye utanmadan ihanet ettiler’ diye ‘çözümlüyor’! Ermenilere her ne yapıldıysa onu meşru kılan bir alçaklık olarak algılanıyor bu belli ki, ‘insanlığa karşı suç’tan bile beter bir şey: Ekmeğini yediği yere ihanet etmek.
Milliyetçi bakış açısından, vatanı ‘ekmeği yenenyer’ olarak düşünmenin iki tarzı olabiliyor aslında. İki Süleyman Demirel’den örnek vereyim (biliyorsunuz, bir, iki, üç... daha fazla Süleyman Demirel vardır!). ‘Liberal’ bir zamanında, 1969’da bir konuşmasında, ‘ekmek yeme’ motifini ırkçı milliyetçiliğe karşı kullanmış: ‘Ayyıldızlı bayrağı gördüğü zaman gurur duysun, iftihar duysun, içi titresin. Bu vatandan iyi veya kötü, az veya çok ekmek yediği için daha çoğunu almasını bilsin. Bu vatandan ekmek yediği için ona meydun-u şükrandır. Herkes Türk vatandaşıdır. … Ne yapacaksınız ırk esasına müstenid milliyetçilikle? Bölersiniz vatanı. Hangi adam benim vatandaşım değildir diyeceksiniz ve bunu ne bileceksiniz?’ Bu söylemde, memleketten ekmek yiyor olmayı temel bir milletdaşlık paydası olarak görmek var. 1977’de, anti-komünistlikten titrediği bir zamanda ise, ‘ekmek yeme’yi millete, yani aslında milliyetçiliğe sadakatle yükümlendiren bir motif olarak işlemiş Demirel: ‘Bu milletin evladı olacaksınız. Bu memleketin ekmeğini yiyeceksiniz, kendinizi mensup olduğunuz milletle değil, mensup olduğunuz coğrafya ile tayin edeceksiniz. O coğrafya da sizin değildir. ‘Türkiyeliyim’ diyenin Türkiye’de hakkı yoktur. Türküm diyenin Türkiye’de hakkı vardır.’ Burada artık memleket, yedirdiği ekmeğin diyetini istiyor! İki tutum arasında büyük fark yok, birbirlerine bağlılar, ama nüans da büsbütün önemsiz değil.
Her halükârda, dikkat edin: Türkçede, bir yerin/birinin ‘ekmeğini yiyen’ kişi, dışarlıklı biridir. (‘Kapısında’ çalışmaya komşudur, ‘ekmeğini yemek’.) Bu söz, minnete borçlu kılan buyurgan bir ilişkiyi imâ ve tamim eder. Ola ki ‘sahici’ bir sadakati, vefayı da maddîleştiren, bir bağımlılık, bir borç olarak kuran bir dil hüküm yürütür bu sözle.
Aslında bir ‘kötülüğünü’, kabahatini bildiği, aleyhine konuşabileceği birisi hakkında ‘Ekmeğini yedim, bir şey demem’ diyenlerin halini düşünün. ‘Ekmek vermiş olması’ndan öte kıymetli vasfı olmayan biri sözkonusudur ve ‘lânet olsun’ makamında bir sadakatin suskunluğudur bu.
Türkçede ‘İnsanın vatanı, doyduğu yerdir’ diye bir söz de var, bilirsiniz. Bu da en az ‘ekmeğini yediği yere ihanet’ kalıbı kadar ‘maddiyatçı’ bir sözdür... ama maddiyatçılığını öteki sözün kuşandığı milliyetçi hamaset şalıyla örtmez; tersine, ‘halk arasında’, milliyetçi hamasete ‘kontra’ söylenen bir sözdür - çoğu zaman hemşehricilik bağlamında olsa da.
Sahi, memleketinin ekmeğini yiyemeyenler var bir de! Üstelik de ‘çok’ var. ‘Ekmeğini yedikleri ülkeye ihanet edenler’e hınçla bakanlar, acaba memleketinin ekmeğini yiyemeyenler hakkında ne düşünürler? (Ki birçok durumda ta kendileridir, onlar! Ki, ekmekten fazlasını yiyen ‘sözde-aydınlar’ı hedef alma demagojisi tam bu noktada işe koşulur!) Ekmek bulamamak, ekmek yiyememek... Ve kuru ekmeğin, ‘buranın ekmeğini yiyorsun!’ diye kafaya kakılması... Milliyetçi ideolojinin ekmekle böyle oynaması, insanın kanına dokunmuyor mu?
Birgün, 6.5.2005'te yayımlandı