“Çorlu’da ‘155 Polis İmdat’ hattını arayan bir kişi, inşaat işçisi F. E.’nin Facebook sayfasından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a hakaret ettiğini ihbar etti. Harekete geçen Çorlu İlçe Emniyet Müdürlüğü Güvenlik Büro Amirliği Ekipleri, sosyal paylaşım sitesindeki incelemenin ardından oturduğu Hürriyet Mahallesi’ndeki evinde gözaltına aldı. Emniyetteki ifadesinin ardından adliyeye sevk edilen F. E. çıkarıldığı mahkemece Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaret ettiği iddiasıyla tutuklanarak Tekirdağ Kapalı Cezaevi’ne konuldu.”
Cumhurbaşkanı’na hakaretin tutuklamayla cezalandırılması neredeyse bir içtihat haline geldiği için, bu haberde ilginç bir yan yok gibi duruyor. Oysa biraz daha dikkatli bakıldığında, haberin bir “gizli öznesi” olduğunu fark ediyoruz. Bütün bir hukuki süreci başlatan meçhul şahıs: Muhbir vatandaş!
Otoriter yönetimlerin en berbat örneğini gördüğümüz 1984 romanındaki küçük kız çocuğunu kimler hatırlıyor? Hani şu anne-babasını ihbar eden çocuğu?
Herkesin birbirini gözetlediği bir toplumda, artık bu işin bir merkezden yapılmasına gerek kalmadığını söylüyor büyük kuramcılar.
Muhbir vatandaş bize iktidarın iki yüzünü de sunuyor: Hem toplumun karşısında, ona dışsal bir güç olarak belirdiği, hem de içeriden onu söylemler yoluyla kuşattığı nadide bir örnek. Muhbir vatandaş, hem bizi her an gammazlayabilecek bir dış tehdit, hem de bizzat kendi kimliğimiz. Gerektiğinde kendimizi bile ihbar etmekten kaçınmayacak olmamızla gururlanıyoruz.
Sosyal medyanın sunduğu yeni olanaklar, muhbir vatandaşın hareket alanını da genişletiyor. Birbirimizle ne kadar fazla iletişim kurarsak, muhbir vatandaş olarak potansiyelimiz de o derece artıyor: Her delikten sızabilir, her aralıktan girebilir, her kilidi açabiliriz. Etrafımızda bizim gibilerin olduğunu gördükçe çiftleşmek, daha da çoğalmak isteriz. Her kimin adına gammazlıyorsak başkalarını, kendimizi onunla özdeşleştirmektedir aldığımız hazzın kaynağı. Yanında saf tuttuğumuz, uğruna başkalarını ihbar ettiğimiz güç ne denli büyükse, aldığımız haz da o denli fazla olur. Bir toplumda en güçlüleri bulmanın bir yolu da, muhbir vatandaşların kimin kapısında sıraya girdiğini gözlemektir.
Bu bakımdan bu aralar, Cumhurbaşkanı’nın evinin önünün kalabalık olmasına şaşmamalı! Cumhurbaşkanı da zaten bizzat muhbir vatandaşı göreve çağırmıyor mu? Mahallede neler olup bittiğini öğrenme görevini muhtara, semti koruma görevini esnafa vermiyor mu? Bir toplumu, tüm gözeneklerine kadar kuşatma çabasının bunlardan daha güzel tarifi olur mu? Öte taraftan, Cumhurbaşkanı her ne kadar “Bana değil makamıma saygı duyun” diye parmak sallasa da muhataplarına, meselenin “şahsi” bir mesele olduğunun farkındayız. Şahsı adına açılan davaların sayısının çokluğu, malum. Yargının, şahsının üzerine ne kadar titrediği de. İktidarın şahsileştiği zamanlarda, meselelerin de şahsileşmesine şaşmamalı. İktidarın şahsileşmesi, muhbir vatandaşların türemesi için de bir vesile. Modern toplumlarda hukuk, kendisini davacı ve davalı tarafların karşısında üçüncü bir göz olarak kuruyor: Üçüncü göz, yani “tarafsız” olan. Hukuk iki tarafı dinliyor ve hükmü veriyor. İktidar şahsileştiği vakit, davacı aynı zamanda savcı olduğundan, muhbir vatandaşın kendisini savcıyla, yani iktidarla ve iktidardaki şahısla özdeşleştirmesi daha kolay oluyor. Onunla birlikte haini cezalandırmanın tadına varıyor.
Modern hukukta cezalandırmanın asıl amacının suçluları (ve onlar üzerinden bütün toplumu) disipline etmek olduğunu öğrenmiştik. Islahevleri mantığı işte… Oysa çocuk yaşta kişilerin bile Cumhurbaşkanı’na hakaretten hapse tıkıldığı bir dönem, bize başka bir tarihi anlatıyor. İktidarın, suçluların bedenleri üzerinde uygulanan sert cezalandırma yöntemleriyle temsil edildiği modern öncesi krallıklar dönemini. Burada disipline etme çabası falan yok, doğrudan acı çektirme kaygısı var. Cumhurbaşkanına hakaret edenler, ıslah edilip topluma kazandırılması gereken bireyler değil. Özgürlükleri elinden alınıp, hapishane köşelerine atılan ve üzerlerinden şahsın iktidarının bir kez daha, bir kez daha biz fanilere hatırlatıldığı nesneler. Karşımızda arkaik iktidarın, arkaik teknikleri var velhasıl. Buna sevinsek mi üzülsek mi bilemiyorum! Fakat bana kalırsa, bu tekniklerin vakti zamanındakiler kadar sınırsız olmaması, yani örneğin beden üzerine cezanın, kişiyi daracık bir hücreye tıkmanın ötesine geçememesi, bu arkaik iktidarın en hassas yanını oluşturuyor. Bir muhtarlar toplantısında, idamın geri gelmesi gerektiğini hararetle anlatan bir muhtarın sözleri karşısında, Cumhurbaşkanı’nın hüzünlü gülümseyişini hatırlıyorum. Geçmişin o şanlı, kudretli imparatorlarının sahip olduğu imkânları özlemle arayan bir muktedirle, onunla birlikte kendini acz içinde hisseden muhbirinin bu karşılıklı iç çekişlerinden ne güzel tragedyalar yazılabilirdi kimbilir!