Son günlerde gerek Twitter’da gerekse de Facebook’ta karşımıza çıkan bir tartışma var. Batı’nın terör karşıtı söyleminde adaletsiz olduğunu, kurbanların Avrupa şehirleri ve Avrupa ülkelerinin vatandaşları olduğu durumlarda verilen tepkilerin, “uzak” coğrafyalarda “farklı” insanları hedef alan benzer saldırılara verilen tepkilerden farklı olduğu üzerine dönen bir tartışma bu.
Tartışma, James Taylor isimli Ankara’da yaşayan bir İngiliz’in “You were Charlie, you were Paris. Will you be Ankara?” (Charlie oldunuz, Paris oldunuz, Ankara olacak mısınız?) diye sorarak bitirdiği 13 Mart tarihli bir Facebook post’uyla başladı diyebiliriz. Aradan geçen on günde yüz binin üzerinde kişi tarafından paylaşılan bu post, HuffingtonPost, Independent, Newsweek gibi uluslararası haber sitelerine de konu oldu. Hem bu post’un altında hem de haber sitelerinin altında yüzlerce yorum yapıldı. Tartışma bu yazıyla ve yorumlarla sınırlı kalmadı. Takip eden günlerde ve özellikle dünkü Brüksel saldırılarının ardından Allan Hennessy, Yasmin Ahmed ve David Verghese imzalı yeni yazılar gördük. Paris saldırıları sonrasında Konya’da oynanan milli maçta tribünlerin terör kurbanları için yapılan saygı duruşunu ıslıklaması, Erdoğan ve AKP hükümetinin IŞİD’in palazlanmasında oynadıkları rol, son dönemde Kürtler üzerinde artan baskılar ve katliamlar, akademisyenlerin hedef gösterilmesi, insan hakları konusunda Türkiye’nin geri kalmışlığı, küresel terörün bir bütün olarak İslâm diniyle ve Müslümanlarla bağdaştırılması ve hatta Ermeni Soykırımı bu yorumlarda “Batılı” diye tabir ettiğimiz internet kullanıcılarının Taylor’ın sorduğu soruya verdikleri cevaplarda kullandıkları argümanlar oldu. Mesafe olarak yakınlığın bu tip farklı reaksiyonlarda belirleyici olduğunu belirtenler olduğu kadar, komşuluk analojisi yapanlar, ortak tarih ve ortak değerler sayesinde Batılılar arasındaki “duygusal bağ”ın bir yakınlık yarattığını söyleyenler de vardı. Taylor’ın yazısında belirtmek gereği hissettiği “Ankara bir savaş alanı değil. Türkiye Ortadoğu değil. Ankara da tıpkı diğer Avrupa başkentleri gibi normal, modern ve canlı bir şehir,” notu da aslında temelde benzer bir düşünsel altyapı içeriyor: “Tamam, Irak gibi, Afganistan gibi savaşın kanıksandığı bir yer olsa, tamam, Türkiye bir Ortadoğu ülkesi olsa anlayacağım da...”
Meseleye bir de memleket insanı gözünden bakarsak, tüm bu yorum ve argümanlara verilen üç tip reaksiyon olduğunu söyleyebiliriz. İlki din ve milliyetçilik temelindeki alışılageldik Avrupa eleştirisi (ki bunun en şuursuz halini Twitter’da #Brussels etiketindeki kimi yorumlarda görebilirsiniz), ikincisi de terörün asıl kaynağının Batı’nın emperyalizmi olduğunu söyleyen “stratejik” bakış. Asıl ilginç olan ise, bana göre, üçüncü grup: Türkiye’nin Avrupalı bir ülke olduğunu, daha doğrusu “geri kalmış” Ortadoğu’ya ait olmadığını düşünen, buna inanan, üniversiteye gitmiş, yabancı dil bilen, yurtdışıyla öyle ya da böyle bir bağlantısı olmuş (belki Erasmus’la İsveç’e, belki doktora için ABD’ye, belki interrail ile İtalya’ya gitmiş), gelecek tahayyülünü Taylor’ın bahsettiği “Avrupalı, modern, canlı ve normal” çerçevesi içine oturtan, kısacası “Batı”nın yukarıdaki tartışmalarda olmadığını iddia ettiği duygusal bağa sıkı sıkı sarılmış kentli gençler... Avrupa’nın cazibesi onları ne kadar çekiyorsa, “hayatın baharı” denilen yıllarının tamamını muhafazakâr ve baskıcı AKP iktidarı altında geçirmenin verdiği hayal kırıklığı da o kadar itiyor bu kentli gençleri. Bu hayal kırıklığı içinde Türkiye’de yaşayan bir İngiliz’in kaleme aldığı bu yazı ve benzeri yazılar tutunacak birer dal oluyor. Ama o dal, yazıların altındaki yorumları okuyunca kırılıveriyor. Bu yorumlardaki tutuma sebep olanların ise Erdoğan’ın ve AKP’nin icraatları olduğunu düşünmek daha da fazla yabancılaştırıyor bu kentli gençleri, daha da fazla itiyor. İçinden çıkılamaz bir sarmal, bir arada kalmışlık, sıkışmışlık hali.
Çok fazla acı var memlekette ve dünyada. Kimileri televizyonlarda son dakika haberi olarak canlı yayında giriliyor, kimileri gazetelerde bir sütun yer buluyor kendisine, kimileri de ekranda altyazıda kayıp giden ölü ve yaralı sayılarından ibaret oluyor. 10 Ekim katliamının olduğu gün İstanbul’da olan eşime, sokaktaki insanların kayıtsızlığı çok dokunmuştu. Peki biz Ankara’dan bakınca ne kadar ilgi gösterdik Cizre’ye, Sur’a? Ege’de boğulan mülteciler neden haber kanallarının altyazı bantlarına düştüler? Kadın cinayetlerine ne kadar ses yükselttik?
Nefretin körüklediği toplu ölümler her yerde ve durmuyor. Bu acı gerçeğin yanında, yorumlardan birinde söylendiği gibi "Duygusuzlaşmak sadece doğal değil, aynı zamanda kendi mental sağlığınız için de bir gereklilik. Her zaman bu tip katliamlar olmuştur ama internetin hayatımıza girmesiyle birlikte her ülkedeki her trajediyi dakika dakika öğrenir olduk. Bu farkındalık deliliğe götürüyor insanı."
Evrensel bir duyarlılık ideali gerçekçi olmadığı kadar baskıcı da bir tavır. Söylemdeki bu “duyarlı” baskıcılık, tartışmanın taraflarının kimliklerinin yeniden üretilmesini sağlıyor. Ve her yeni katliamda bu yeni kimliklerimizle yeniden benzer tartışmaların içinde buluyoruz kendimizi. Sosyal medya girdabı günbegün daha fazla içine çekiyor kullanıcılarını. “Neden konuşmuyorsun?” “Neden konuştun?” “Neden böyle konuştun?” ve “Neden bunu da konuşmadın?” sorularıyla koca bir mahkeme salonuna dönüşüyor bu girdap.