Anarşizm, Sovyet devrimiyle birlikte, İspanya ve İtalya gibi ülkelerin dışında dünya çapında radikal ana akım olmaktan çıktı; komünizm, ana akım haline geldi; dolayısıyla dünya kapitalizminden şikayetçi genç radikaller kitle halinde komünizmin saflarına aktı.
Sovyetler Birliği’ndeki Bolşevik iktidar, radikal, devrimci umutlarda daha baştan itibaren büyük kırılmalara yol açtı ama bu kırılmalar, başlangıçta hemen bir depreme dönüşmedi. Merkezde, yani Sovyetler Birliği’nde bu kırılmanın en belirgin tepkisini Kronstadt verdi 1921’de (Bkz. Avrich) ama Sovyetler Birliği’nden uzak yerlerde hâlâ 1917’nin dalgaları yayılmaktaydı.
Sovyet devrimiyle ortaya çıkan Sovyet devleti, bir reaksiyonla karşılaştı ve bu reaksiyonun merkezini Naziler oluşturdu. Naziler, şiddetli bir anti-komünizmin silahşörleri olarak iktidara geldiler. Sovyetler Birliği’ni kendilerine kıble alan, anarşistlerin dışındaki devrimcilerin büyük kısmı ve komünistler, Nazi Almanyasındaki korkunç diktatörlük tarafından baskı altına alındılar (Bkz. Valtin). Aynı görevi İspanya’da anarşistlere karşı, reaksiyoner Franko (bkz. Paz), İtalya’da anarşist ve komünistlere karşı Mussolini yerine getirdi.
1930’lu yıllarda, Stalinist komünistler de dahil komünistlere ve Bolşeviklere karşı reaksiyoner temizliği sürdüren bizzat Stalin rejimiydi. Çok ilginçtir ki, Almanya’da komünistler Hitler tarafından ezilir ve yok edilirken, Sovyetler Birliği’nde aynı komünistler Stalin tarafından ezilip yok ediliyordu (Bkz. Ginzburg). Hem de bazıları, Gestapo’nun GPU’nun önüne sürdüğü, söz konusu komünistlerin Gestapo ajanı olduğuna ilişkin sahte belgelerle.
Kronstadt 1921 ayaklanmasını ezen, 1930’ların ortalarında Sovyetler Birliği’nin en üst düzey generali Tukaçevsi ve çok sayıda çalışma arkadaşı, işte böyle sahte belgelerle Stalin’in büyük tasfiyelerinin hedefi haline getirilmişlerdir. Bu, Jan Valtin’in anlatımlarında var, Gestapo’nun Komintern bürosu başkanı Kraus, istediklerini Sovyetler Birliği’nde tutuklatıp öldürtebileceklerini söylüyor ama isim vermiyor. Tukaçevski’nin başına gelenleri, Stalin’i savunmak amacıyla yazılmış bir kitaptan öğreniyoruz:
“Alman faşizmi, yalnızca varlığı ile değil, karşı-istihbarat çalışmalarıyla da Sovyetler Birliği’ndeki çılgınlığa katkı koymuştu. Bolşevik Parti yönetiminin ve özellikle Stalin’in kuşkuculuğundan yararlanmak isteyen Hitler, çok sayıda Sovyet vatandaşının ‘hain’ damgası yemesi için karşı-istihbarat çalışması yapmış, gerektiğinde sahte belge düzenlemişti.
“En vahim örnek, savaş öncesinde Sovyet savaş makinesinin önemli ismi Mareşal Tuhaçevsky’nin başına gelenlerdir. Tuhaçevsky’nin sicilindeki zayıf noktaları iyi kavrayan Alman istihbaratının Stalin’in hassas olduğu noktaları özellikle gözeterek belge hazırladığı iddiası kesin olarak doğrulanmamakla birlikte akla yakın gözükmektedir. İddiaya göre... Tuhaçevsky’nin Alman ajanı olduğuna ilişkin belgeler, Almanlar tarafından üretilmişti.” (Okuyan, s. 198-199)
1930’larda hem Sovyetler Birliği’nde, hem de Nazi Almanya’sında zulüm ve işkence gören ve sahte delillerle yargılanan en kalabalık grup, o gün dünyanın ana devrimci akımına mensup komünistlerdir. Elbette bu iki ülkede anarşistler, sosyal demokratlar, sosyalist devrimciler vb. de yargılanmış ve öldürülmüştür ama bu, 1930’larda, bu iki ülkedeki işkence ve yargılamaların esas ve en büyük hedefinin komünistler olduğu gerçeğini değiştirmez.
Üstelik, GPU ile Gestapo’nun yöntemleri, birbirinin kopyası denecek kadar benzerdir. Ginzburg’da sözü geçen, işkenceye muhatap ya da tanık olmuş komünistler, GPU’nun işkence yöntemlerini Gestapo’dan kopye ettiği kanısındadırlar. Valtin ise, Gestapoculardan yaptığı aktarmalarla, onların aslında GPU’nun yöntemlerini kopye ettiğini söylemektedir. Gerçi Ginzburg’da, önce Gestapo’nun, sonra da kaçıp “sosyalist anavatan” Sovyetler Birliği’ne sığındıktan sonra GPU ve onun devamı NKVD’nin işkencelerine uğrayan tanıklar da var. Butyrki cezaevinde karşılaştığı bu tanıklardan birini anlatır Ginzburg:
“Klara yatağında uzanmıştı, yattığı yerde döndü ve eteğini yukarı çekti. Baldırları ve kabaetleri, sanki vahşi hayvanlar tarafından pençelenerek yaralanmıştı. Dudaklarını ısırdı, gri gözlerinde yanan soluk bir ateş esmer yüzünde yansıdı, boğuk bir sesle konuştu:“
‘Bü-Gestapo.” Silkindi ve bu kez her iki elini uzattı ileri doğru: “Bü de- NKVD.’
“Tırnaklar deforme olmuş, parmaklar morarmış ve şişmişti.” (Ginzburg, s.133)
Komünistler, 1930’lar Almanya’sında “vatana ihanet”ten yargılanmıştır ve bunun cezası idamdır. Jan Valtin’in anlattığına göre, Hitler, “Fransız icadı” giyotine karşı olduğundan balta ile idamı yeniden yürürlüğe koymuştur. Faşizme karşı sokak savaşlarına girişmiş çok sayıda devrimci işçinin kafası celladın baltasıyla uçurulmuştur. Sovyetler Birliği’nde mahkemeye çıkarılan Bolşevik Parti yöneticileri de Parti’ye ve “sosyalist anavatana ihanet”ten yargılanmıştır. Ama Sovyetler Birliği’nde, Hitler’inki gibi gösterişli infaz yöntemlerine baş vurulmamıştır. Zaten kurbanların çoğu, mahkemeye bile çıkarılmadan, GPU mahzenlerinde enselerine kurşun sıkılarak katledilmiştir.
Bütün bunlardan bir sonuca varabilir miyiz? Birbirinin can düşmanı gibi görünen bu ülkelerde nasıl olmuştur da, hem de aşağı yukarı aynı 1930’lu yıllarda, komünistler Faşist, Falanjist, Nazi ve Stalin rejimlerinin en büyük kurbanları olmuşlardır? Bence bunun tek açıklaması şudur: 1917 yılının Şubat'ında başlayıp Ekim’inde sona eren Sovyet devrimi öylesine büyük, kitlesel, sınıfsal ve tüm dünyaya çağların en büyük mesajlarını veren bir devrimdir ki, bu devrimin ayağı kaldırdığı, her türlü fedakârlığı göze almış devrimcileri, komünistleri, anarşistleri bastırmak için, Alman, İtalyan ve Sovyetler Birliği devletlerinin ve İspanya ordusunun gücü ancak yetebilmiştir.
Jan Valtin, Karanlığın Ötesinde, çev: Gün Zileli, Kibele Yayınları, Temmuz 2009
Eugenia Ginzburg, Anafora Doğru, çev: Gün Zileli, Pencere Yayınları, Ekim 1996
Paul Avrich, Kronstadt 1921, çev: Gün Zileli, Versus Yayınları, Mart 2006
Abel Paz, Halk Silahlanınca, çev: Gün Zileli, Kaos Yayınları, Nisan 1996
Kemal Okuyan, Stalin’i Anlamak, Yazılama Yayınevi, Ekim 2008