“Aşırı kalabalıklaşmış, aşırı iletişen, özneler arası bir dünyada, insanların kolaylıkla birbirlerinin art-niyetliliğine ikna olduğu ve bu art-niyet şüphesinin çoğunlukla kendi kendini doğrulayıp meşrulaştırdığı bir zamanda yaşıyoruz. Bir art-niyet siyaseti gelişip yayıldı ve bu siyasetin içerisinde sözlerimle ben sizi art-niyetli davranmakla öyle bir suçluyorum ki sizin iyi niyetinizi ispatlamanızın tek yolu bana talep ettiğim şeyi vermek (mümkünse meydanı terk etmeniz yahut kendi kendinizi yok etmeniz). Eğer art-niyetliyseniz bu muameleyi hak ediyorsunuzdur ve kaçamazsınız; yok eğer değilseniz benim ithamlarıma cevap vermeniz gerekir ve hatırlayın, ben sizden sözlü bir cevap değil, talebimi gerçekleştirmenizi bekliyorum. Sizin iyi niyetinize inanmadığım için sizi bir art-niyet pozisyonuna yerleştirdim; sizin eyleme özgürlüğünüzü kısıtlayan bir iktidar eylemi gerçekleştirdim. Sizin cevabınız -ki ben elimden geldiğince o cevabı verme özgürlüğünüzü kısıtlamakla meşgulüm- aynı derecede kendi üzerinizde ve benim üzerimde edimsel olmalı. Fakat bu türden bir konuşma hem kendi kendini doğrulayıcı hem de [gerilimi] tırmandırıcıdır. Tırmandırmanın sıkıntısı ise: hem aksi tesir yaratır hem de iki taraflı iletişime son verir. İkimizin de mütemadiyen birbirimizin katkılarının meşruiyetini inkâr ettiğimiz bir konuşmada, dönüp bu tür inkârların devam edip etmemesi gerektiğini sorgulamalıyız: aramızdaki çarpışma diyalektik mi yoksa Clausewitzvari mi [karşı tarafın imhasını nihai hedef edinmiş bir savaş], yani tırmandırıcı eğilime bir son mu vermeliyiz? Gelin beraber bir meşruiyet sorgulamasına girişelim.”
Tanıdık geldi mi? Biraz serbestçe tercüme etmeye çalıştığım bu satırlar siyasi düşünür J.G.A. Pocock’un Soğuk Savaş’ın gerilimli yıllarında -1973’te- yayımladığı “Bir Siyasal Edimi Dillendirmek”[1] başlıklı makalesinden. Lakin o kadar aşina olduğumuz bir vaziyeti, bir iletişimsizlik halini tasvir ediyor ki anayasa referandumunun etrafında gelişen tartışmaların nasıl dillendirileceği meselesi üzerine düşünmek için bir başlangıç noktası oalrak alabiliriz.
Ben bu satırları yazarken “hayır” ve “evet” kampanyaları da çoktan başladı. Gerilimli bir süreç ve daha da gerileceği aşikâr. Bir siyasi karar süreci olmaktan çıkıp açıkça şiddetin devreye girdiği anlar bile yaşandı ve bir kısmı medyaya yansıdı. Lakin tüm bu gerilime ve iletişime devasa bir bulut gibi gölge düşüren birikmiş öfkeye rağmen çok umut verici işaretler de var. Özellikle “hayır” kampanyası örgütlemeye çabalayan bazı hareketlerde slogan seçiminden, muhataplarda iletişimde kullanılacak dile kadar yapılan tartışmalarda şöyle bir hassasiyet dikkate çarpıyor mesela: “Nasıl yaparız da derdimizi potansiyel ‘evetçi’ tabanı rencide etmeden, onları ötekileştirmeden ve düşmanlaştırmadan anlatabiliriz? Nasıl meseleyi Erdoğan’ın şahsına yönelik bir hamle olarak algılanmak kıskacına kaptırmadan bir hayır kampanyası yürütebiliriz?” Bu hassasiyet bir yandan son birkaç senenin siyasal iletişime kattığı tecrübeyi yansıtırken bir yandan da toplumsal muhalefetin görece bilinçli ve örgütlü kesiminde artık içselleştirilmiş bir alternatif dil arayışına işaret ediyor. Erdoğan’ın kutuplaştırıcı, ötekileştirici ve tüm muhalefeti bir kümede toplayıcı diline karşı konumlanan ama bilinçsizce bu dili yeniden üretmekten de imtina eden bu yaklaşım Türkiye için ziyadesiyle umut verici.
Bu alternatif siyasi dil arayışı, siyasi dil ile eylem arasında sinik bir ayrım yapmaya alışmış bazılarınca basitçe bir taktik hamle, köprüyü geçene kadar durumu idare etme çabası olarak görülecek (ve öylece yansıtılmaya çalışılacak) şüphesiz. Tıpkı AKP siyasetinin ve siyasi dilinin on beş yıllık macerasını basitçe bir “art-niyet” gizleme, bir takiyye çabasına indirgeyen (hatta yeri gelip AKP ve Erdoğan müdafaa timlerince geriye dönük meşrulaştırma için benimsenen) izah gibi. Biz ise, muktedirin bilinçli ve ısrarlı bir şekilde, tarafları kutuplaştırma, tırmandırma ve muhataplarının dillendirme gayretlerini alabildiğine kısıtlama üzerine kurulu güncel siyasetini ve dilini aşıp, tüm seçmenlere hitap eden ve Türkiye’de siyasi rejimin geleceğine dair yapıcı bir diyaloğa davet edip bu davete de önce kendi icabet eden bir tavır alış içinde olduğumuzun bilincinde olmalıyız. Ötekileştirmeyen ve tırmandırmayan dertli bir “hayır” arayışı, öncelikle bizim kendi iletişim ihtiyacımızın, tahkir edici ve tepeden bakıcı dillerden ve bu üsluba karşı tıkanmış kulaklardan sıyrılmış sıtkımızın ifadesi ve iyi niyet beyanıdır. “Gelin hele beraberce birbirimize dair şüphelerimizi askıya alalım ve konuşalım” çağrısıdır. Örtücü ve erteleyici bir “birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan şu günlerde” yakarışı değil, bir yangının ortasında bile eşitleyici bir diyaloğa davettir. Ve bu davetin en umut aşılayıcı tarafı, yapacağı yankının ve bulacağı karşılığın hacmi değil, bizzat böyle bir davet içinde kendimizi konumlandırışımızdaki o eşitleyici ve özgürleştirici potansiyeldir.
“Hayır” üzerine kurulu bir siyasi iletişim kampanyası ilk bakışta bir tezat olarak görünebilir ama durumu yumuşatmak için gerekli mizah ve hiciv ne mutlu ki yine Türkiye siyasetinin alameti farikalarından. Gerilimi tırmandıracak ve iletişime ket vurmaya çabalayacak hamlelere karşı sadrımız geniş, sabrımız engin, dilimiz de kıvrak olsun. Gün ola hayır ola!
[1] J.G.A. Pocock, “Verbalizing a Political Act: Toward a Politics of Speech,” Political Theory 1:1 (1973): 27-45.