“Puto quia, si amas filios tuos, vis illos esse;
si autem illos non vis esse, non amas.”[1]
Ulus Baker, bedenin ölüm orucu sırasında bir savaş meydanı haline geldiğini söyler.[2] Gerçekten de bir harp vardır; siyasal iktidar/hükümdar/devlet ile bedenin sahibi birey ve temsil ettiği tebaa arasında. Öncesinde tebaası ile yaptığı akit sonucunda onları korumaya, kollamaya söz vererek paternalist bir ilişki içine giren siyasal iktidar, elinde bulundurduğu meşru şiddeti zaman zaman doğrudan ya da dolaylı olarak tebaasından belli bazı bireylerin bedenlerine ve iradelerine, kendilerine yöneltir. Çünkü egemen güç haline gelmiş olan siyasal iktidarın mutlak iktidarının ve otoritesinin dayandığı zemin, zaten bir yandan da yaşam ve ölüm üzerine söz söyleme, karar verme hakkına sahip olmasıdır. Fakat bu hak olağan koşullarda hukuk düzeninin çerçevesi içinde ifa edilir. Oysa diğer taraftan, tüm pozitif normların ve hukuk düzeninin devredışı bırakıldığı bir istisna hali söz konusu ise artık “asli politik unsur, ölüme maruz bırakılan hayat”tır.[3] Diğer taraftan, siyasal iktidar hukuk düzenin her ne kadar işlerliğini askıya alsa da elinde tuttuğu yasa yapma ve uygulama gücünü -artık herhangi bir meşru zemine de ihtiyaç duymadan- kullanmaktan da çekinmez. Böyle bir durumda da egemen güç haline gelen siyasal iktidarın karşısında tüm tebaa, tüm bireyler potansiyel birer homo sacer’dir[4] artık. Egemen güç, çıplak ve öldürebilir bir hayat yaratmış ve tüm tebaası da bu çıplak hayatı yaşamakla mükelleftir. Böylece de, artık herkes dokunulabilir bir hale gelmiştir.
Yasaları istediği gibi uygulama erkine sahip olan egemen güç, hayatın olabildiğince çıplaklaştığı istisna hallerinde -hükümranlığının ve otoritesinin kaynağı da olan- şiddetin aşırı hallerine de başvurmaktan çekinmez. Etienne Balibar’ın da belirttiği gibi, “kesinlikle bireysel olan manevi ya da bedensel acıların, bedensel bütünlüğe ve öz saygıya yani kendi ‘layık’ yaşamını savunma ve güvence altına alma imkânına yönelik yaralayıcı eylemlerde de aşırı şiddet vardır.”[5] Balibar bunlara örnek olarak soykırımları, kitlesel katliamları, göçleri/göç ettirmeleri, kitlesel yoksulluğu, kadınların maruz kaldığı ev içi esareti verirken,[6] bunlara benzer bir durumun bugün ülkemizde yaşanan görüngüsü ise son dönemde kendini daha da hissedilir kılan istisna halinin alametifarikası olan kutsal insanlardır. Artık, basitçe bir iş ve bir maaş kaygısının ötesine geçen ve bir tecrit, bir dışlanma, bir izole edilme, bir ötekileştirilme haline dönüşen bir durum ile bizzat karşı karşıya olan bu insanlar maruz kaldıkları şiddetin de imi haline gelmişlerdir. Çünkü:
“Şiddet […] üstüme gelen, beni esir alan ve özgürlüğümü çalan bir dış güç olarak ifadesini bulur. […] Ona rıza gösterdiğim ve onu kendi davranışlarıma kattığım, yani onunla bir ilişki inşa ettiğim anda şiddet olmaktan çıkar. Ona karşı özgürümdür. Onu kendime katar, kendi içeriğim olarak olumlarım. Bu içselleştirici sahiplenmenin imkânsız olduğu yerde ise onu şiddet olarak algılarım. O zaman içime zorla girip parçalar. […] Şiddet, kurbanın elinden her türlü eylem imkânını alır. Kurbanın eylemlilik alanı sıfıra indirgenir. Şiddet, mekânı tahrip edicidir. Bu yönüyle de, eyleme hala alan bırakan iktidardan ayrılır. İktidar, eylemi ve özgürlüğü ilkesel olarak dışlamaz. İktidar Öteki’nin özgürlüğünü kullanırken şiddet o özgürlüğü yok eder. İktidara boyun eğen kişi hala özgürlüğünü hükümdarın iradesi üzerine kurma şansına sahiptir. […] Evet, hatta benim iradem onun iradesinin tecelli etmesinin sebebi olur.”[7]
En nihayetinde her birimizin muhtemel ve müstakbel birer kutsal insan olma hali ile yaşadığı bir dünyada, egemen gücün aşırı şiddetinin yöneldiği bugünün kutsal insanlarına olan tavrımız, aynı zamanda kamusal alanda bir istisna hali içinde ortaya çıkan kutsal insana ve kutsal hayatına dair algıyı yeniden üretmekten ibaret bir hal almıştır. Agamben’in de belirttiği gibi: “Egemen, karşısında bütün insanların potansiyel homines sacri olduğu; kişi, homo sacer ise, karşısında bütün insanların egemen kesildiği kişidir.”[8] Kutsal insanların bedenleri ve/veya yaşamları üzerinden verdikleri kararlar -ki açlık grevi, ölüm orucu veya intihar olsa bile bu karar-; ilk olarak, şüphesiz ki sadece ne onların kendi tekil kaderlerinin bir neticesi ne de böylesine bir karar sonucunda ortaya çıkacak -olumlu ya da olumsuz herhangi bir- durum onların bireysel tercihi olarak addedilecektir. Günümüzde ne kendi benliğimizin ne de kendi bedenimizin “bizim” olduğu; hatta onun yerine kamusal birer fenomen/olgu olduğu aşikâr bir gerçektir. Bundan dolayı da, herhangi bir bireyin kendine, bedenine ve yaşamına yönelen şiddetin de kamusal bir sorun olduğu da ayan beyan ortadadır artık. Bunun en güzel örneği ise, bu bedenlerin imgelerinin “gösteri toplumu” olarak da adlandırılan kalabalıklar için -bayağı bir biçimde- bir mizah ya da hınç ve linç nesnesi halini almış olması ve bunun ortaya çıkardığı hem egemen güç ve aşırı şiddet ile kurulan -gayri insani- ilişkinin hem de bu istisna halinin aldığı biçimdir. İkinci olarak da, onların üzerinden ilerleyen tüm tartışmalara dahil olan herkesin bu kutsal insanların karşısında bir egemen haline geldikleri ve kendi ifadelerini, görüşlerini, kanaatlerini bir biçimde -ister sol ilahiyat üzerinden olsun, isterse de evrensel etik değerler üzerinden- dikte ettikleri gibi bir tablonun oluşması oldukça acıdır. “Her biri insanlığın tüm olanaklarını kendi kişiliğinde birleştiren çok sayıda insanın boşuna, tam anlamıyla bir hiç uğruna öldürülmüş olduğunu yadsımamak, dayanılacak gibi değildir. Bu nedenle olup bitenlerde bir anlam aranır.”[9]
Son olarak da, elbette tüm insanların hatta dünya üzerindeki tüm canlıların yaşamı değerlidir ve vazgeçilemezdir. Fakat bir istisna halinin zuhur ettiği, tüm insanların potansiyel birer homo sacere dönüştüğü, şiddetin zaman ve mekân ayırt etmeksizin aşırılaştığı ve sıradanlaştığı günümüzde, gün geçtikçe şeyleşmekte olan bizlerin; doğanın bir parçası olduğunun farkında, vicdan ve adalet gibi temel insani değerleri savunan -elden geldiğince- “iyi” bir insan olmak dışında, mümkün olan -şahsen ne zaman buna dair bir cümle duysam tedirginlikle dinlediğim- her türlü kutsallıklarımızdan bir an önce kurtulmamız lazım. Ayriyeten, hiç şüphesiz ki olağan koşullarda aksamadan işleyecek olan değerler sistemi böylesine bir istisna hali içinde çalışmayacaktır; kendine has bir değerler sisteminin kolektif bir biçimde yeniden inşa edilmesine ihtiyaç vardır. Diğer taraftan, “Boşuna mı öldüler?” sorusuna verilecek yanıtın “Öyle olmamalı! Ama…” diye olmaması için de, bu soruya ve cevabına ölümün yüceltilmesi üzerinden ad hoc bir anlam yüklenmemelidir. Öyle olsaydı eğer, insanlık yastığa başını her koyduğunda faşizm gibi bir kâbusu yeniden yaşama korkusu ile her gün gözlerini yummazdı. Yoksa bu çağın ruhu, önü alınmaz bir salgın gibi hepimizi birer zombiye çevirecek ve birbirimizin etini çiğnerken bulacağız bir gün kendimizi. Başka bir deyişle de:
“Güç, kendisine tabi olan herhangi bir kişiyi, şey haline getirir. Sonuna kadar uyguladığı zaman, sözcüğün tam anlamıyla insanı şey haline getirir, çünkü onu ceset haline getirmiştir. […] Öldüren güç, gücün kaba, üstünkörü bir biçimidir. Uygulamalarında son derece çeşitli, etkilerinde son derece şaşırtıcı olan, öteki güçtür, öldürmeyen güç; yani henüz öldürmemiş olan. O, kuşkusuz öldürecektir ya da belki öldürecektir, ya da varlık üzerine asılı her an öldürebilecek bir kılıç gibidir; her halükarda, insanı taşa çevirir. İnsanı öldürecek şeye dönüştürebilme gücü, bir başka ve daha da şaşılası gücü, sağ kalan insandan nesne [şey] yaratma gücünü ortaya çıkarır. O insan canlıdır, ruhu vardır; yine de bir şey’dir. [… Ruh] bir şey’de var olmak için yaratılmamıştır; buna zorlandığı zaman, şiddetin acısını bütünüyle çeker. […] O [şey], tüm yaşama yayılan bir ölümdür.”[10]
[1] “Diyorum ki, oğullarını seviyorsan eğer, onların [var]olmalarını istiyorsundur; [var]olmalarını istemiyorsan, onları sevmiyorsun demektir.” Augustinus’tan aktaran Byung-Chul Han, 2016, Şiddetin Topolojisi, çev. D. Zaptçıoğlu, İstanbul: Metis Yayınları, s. 74.
[2] Ulus Baker, “Ölüm Orucu - Notlar”, Birikim, Ağustos 1996, Sayı: 88, http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/3180/olum-orucu-notlar#.WRgNSGiLTIV.
[3] Han, a.g.e., s. 129.
[4] Lat. Kutsal insan. Ayrıca bkz. Giorgio Agamben, 2013, Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, çev. İ. Türkmen, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s. 89-93.
[5] Etienne Balibar, 2014, Şiddet ve Medenilik, çev. S. Tamgüç, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 364.
[6] A.g.e., s. 364.
[7] Han, a.g.e., s. 71-73.
[8] Balibar, a.g.e., s. 105.
[9] Elias Canetti’den aktaran Nurdan Gürbilek, 2015, Sessizin Payı, İstanbul: Metis Yayınları, s. 124.
[10] Simone Weil’den aktaran Balibar, a.g.e., s. 366-367.