Filmin dip konusu: “ölüm yardımı almak”. Beri yandan ölüm yardımı almak isteyen ve yarın ölmeyi planlayan “kahramanımız”, hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyanın mevzularıyla ilgilenmeyi, bunlar üzerine sohbeti sürdürüyor. Ama bu hal, “hayat yine de güzel!” gibi bir hikmet taklidine de prim vermiyor asla. Hayatın “her şeye rağmen hayat” oluşunu pekâlâ düşünüyoruz ama “yaşama sevinci” gibi bereketli bir hasılat da alamıyoruz. Buradaki “hayat felsefesi” veya “yaşama sanatı” fikri üzerine biraz konuşsanız…
Rene Magritte’in bir tablosu vardır (le cap de tempetes), önde tabutu andıran yan yatmış bir ahşap sandığın içine kıvrılıp yatmış, uyuyan bir adam, sandığın hemen arkasında da tehditkâr kocaman bir kaya. Resmi yaptığı sıralar Magritte’in biraz depresif bir dönemde olduğu söylentisi dolaşırmış. Ressamı yakaladıklarında sormuşlar, o resmi yaparken hep ölümü mü düşünüyordun, diye. Yok canım ne münasebet, hayatı ne kadar düşünüyorsam ölümü de o kadar düşünüyorum, diye yanıtlamış Magritte. Biz de bu senaryoyu yazarken ölüme ve hayata eşit bir mesafede durmaya çalıştık. Hiç ölmeyecekmiş gibi ölüme doğru yürüyenle hep yaşayacakmış gibi ölümün karşı kıyısında duranları bir araya getirdik. “Yaşama sanatı” üzerine söz söylemek sinemacıyı aşar, onu filozoflara bırakalım, biz ölüm varsa ne yok üzerine liste yapabiliriz ancak.
Filmin aktüaliteyle ilgili bir iması yok, ama dolaylı olarak, yaşadığımız siyasi-toplumsal atmosferin etkisi var mı arkalarda bir yerde? Bir netice, bir ümit göremeden, -hatta netice ölümken-, meşguliyetlerimizi sürdürmek?..
Tek umut kaynağı ve sığınak oldu bu film. Hayalinden gerçekleşmesine kadar geçen sürede gerçeğin sopasını hep sırtımızda hissettik. Bunca insan hapiste, bunca insan pisi pisine ölüyor, özgürlük, hak hukuk neredeyse hayalî kavramlar olmuşken bir sanat eserini dünyanın en önemli şeyiymiş gibi görüp ona can vermeye çalışmak bazı günler insanı fena halde hırpalıyor. Netice o ya da bu şekilde ölümse, bari hayalimizde güzel bir ölüm kurup, ne ölüme ne hayata güzelleme düzmeden meşguliyetimizi sürdürdük, işe yarayıp yaramayacağını bilmeden ama umut ederek.
Başak Köklükaya’ya (Leyla) hürmetimizi eksik etmeden, filmin gizli başoyuncusunun “şiir” olduğunu söyleyemez miyiz? Filmdeki şair de (zaten işte avukat Leyla/Başak Köklükaya), izlediği hatta katıldığı hayatın paralelinde dizelerle yaşıyor, dahası tanık olduklarının sözcüklerle tasviriyle meşgul oluyor zihninde… Tabii ki buradan “asıl olan şiirdir” ucuz hikmetini türetiyor değiliz –ama şiirin anlamıyla bir şeyler düşünmüş olmalısınız…
Şiirin başıbozuk haline, yan yana gelmez kelimeleri yan yana getirme özgürlüğüne, anlamasan da olur, sen hissettiğine bak tavrına özenip bu filme kalkıştım biraz da. Şiir yazamıyorum, bari filmi şiire benzetelim dedim. Şiirin üzerimizde bıraktığı o tanımlaması zor etkiyi sinemadan çıkan insanın üzerinde deneme arzusu biraz.
Bir tren nostaljisi yok mu filmde? Yüksek hızlı tren tekelini bertaraf, eski yavaş trenler… ve tabii yemekli vagonun içkili hali!
Film daha bitmeden dönem filmi olmuştu bile! Yemeklinin son efkârlı sarhoşunu filmde gördük. Son biraları da o sahnedeki dört kadın içti galiba. Hızlı yapmamız gerekenleri hızla yaparsak yavaş yapabileceğimiz yolculuklara da vakit kalır diye umut ediyorum. Görmek, duymak gibi, hızla yitirmekte olduğumuz duyularımız ancak o yavaşlıkta yeniden işlemeye başlıyor çünkü.