İtalyan yazar Giuseppe Tomasi’nin Leopar isimli eseri, 1860’lı yıllarda Sicilyalı bir aristokrat ailesini anlatmaktadır. Bu aristokrat ailenin genç üyelerinden Tancredi Falconeri, ileride kendi sosyal sınıfının sonunu getirecek olan İtalyan devrimine katılır. “Her şeyin aynı kalması için her şeyin değişmesi şarttır,” lafı da bu karakterden gelir.
Suudi veliaht Prens Muhammed Bin Salman ise bir nevi körfezin Tancredi Falconeri’si olmak yolunda ilerliyor. Önümüzdeki yıllarda ve hatta belki aylarda ülkenin başına geçmesi beklenen prens rejimin yaşaması için ciddi değişiklikler yapılması gerektiğinin farkında. 25 Nisan 2016’da kamuoyuna sunduğu “2030 vizyonu” bu değişiklikleri içermekte. 2030 vizyonunun hedeflerinden bazıları petrol-dışı ihracatın GSMH’nin yüzde 50’sine çıkarılması, kadınların işgücüne katılım oranının yüzde 30’a çıkarılması. Geçtiğimiz ay içinde Muhammed bin Salman aynı zamanda 500 milyar dolar tutarındaki, Kızıl Deniz kıyısına yapılması planlanan NEOM şehrini dünyaya tanıttı. Bu şehrin tamamen yenilenebilir enerjiler ve yeni nesil teknolojiler üzerine kurulması planlanıyor. Bu planı gerçekleştirmek için gereken finansal kaynaklara erişebilmek için, 2 trilyon ila 10 trilyon dolar arasında piyasa değeri olduğu tahmin edilen dünyanın en değerli şirketi Saudi Aramco’nun hisselerinin önemli bir kısmının satılması ve bu paranın devasa bir ulusal yatırım fonuna aktarılması söz konusu.[1] Bir petrol şirketi olan Saudi Aramco’nun hisselerinin satılıp, diğer sektörlere yatırım haline getirilmesi ciddi bir adım.
Ekonomik boyutun üzerinde bir diğer can alıcı bir nokta, şehrin tanıtım filminde günümüz Suudi Arabistan’ında alışılmışın çok dışında olan, kadınlarla erkeklerin kamusal alanda sosyalleşmesi gibi görüntülere rastlanması. Muhammed Bin Salman’ın “radikal İslâmı bırakmak ve özümüzdeki ılımlı İslâma dönmek” üzerine olan açıklaması da bu istikamette bir adım gibi görünmektedir.
Diğer yandan, bir saray darbesi meydana gelmekte. Halihazırda kraliyet ailesinden, bakanlık görevlerinde bulunmuş veya iş dünyasını kontrol eden pek çok şahsiyet üzerine soruşturmalar açıldı ve ev hapsindeler. Wall Street Journal’ın iddiasına göre, bu şahısların banka hesaplarının dondurulmasıyla Suudi rejimi 800 milyar dolara varan değerde hisse ve varlıklara erişim sağlamış. Ana akım medyaların tespit ettiği genel anlamda oluşan manzara, Bin Salman’ın iddialı reformlarını gerçekleştirmek için gereken gücü elde edebilmek maksadıyla bir saray darbesi yapıyor olduğu. Fakat belki de bu anlatıyı tersten okuyup reformları saray darbesi gibi gücünü koruyup arttırmak için atılmış bir adım olarak da görebiliriz. Bin Salman kraliyet ailesinin bütün rakip kollarını tasfiye ediyor ve kendisini ülkenin kurucusu İbni Suud’dan beri en güçlü lider konumuna sokuyor. 2030 vizyonu elbette Suudi elitleri tarafından gerekli görülüyor ve objektif açıdan böyle adımlar atılması gerektiğini reddetmek pek mümkün değil. Fakat bu reformlar aynı zamanda Bin Salman’ın Batı’da ve kendi ülkesinin genç nüfusu nezdindeki etkisini güçlendirmek için de bu kadar ön plana çıkarılıyor. İşin aslı, 2030 vizyonu tamamen yeni değil. Daha önce de Kral Abdullah döneminde buna benzer pek çok projeye başlandı. Bunlardan bir tanesi 95 milyar dolar değerindeki Kral Abdullah Ekonomik Kenti ve halihazırda beklenenden daha fazla masraf ve zaman gerektirdiği anlaşılıyor. Yeni projelerin daha başarılı olacağına inanmamız için pek bir sebep yok. Ortada her şeyden önce bir imaj değişikliği amacı ile güdülen bir proje olabilir. Şimdilik, Muhammed Bin Salman hem uluslararası hem ulusal kamuoyunda reformizmiyle tanınıyor. Bunun yanı sıra 2030 vizyonunu açıklamasına yatırımcılar ilgi gösterdi ve Riyad borsasının hisseleri yükseldi. Dolayısıyla projenin “ilk etabı” başarılı olmuş sayılabilir. Belki bütün bu 2030 vizyonu zaten hiçbir zaman gerçekleştirilmek üzere tasarlanmamıştır ve sadece kısa vadeleri hesapların ürünüdür.
Olur da gerçekleştirilmesi söz konusu olursa, asıl zorluklar o zaman başlayacaktır. Modernleşme ve reform, çağının gerisindeki rejimlerin en zayıf hale geldiği zamanlardır. Tarihe baktığımız zaman, çoğu devrimin reaksiyoner eğilimlerini sürdüren bir rejime değil, ürkek şekilde reformlar yapan bir rejime karşı olduğunu görürüz. Sovyetler Birliği’nin çöküşü nitekim Gorbaçov’un reformlarıyla bağlantılı olarak okunabilir. Var olan rejimlerin hareket kabiliyetleri, pek çok çıkar gözetmek zorunda oldukları için yeni kurulan rejimlere göre daha zayıftır. 19. yüzyıl Çin Hanedanlığı’ndan, az önce bahsettiğimiz Sovyetler Birliği’ne kadar pek çok rejim reform yolunda çökmüştür. Muhammed Bin Salman’ın fiilî önderliğindeki Suudi Arabistan bir saray darbesi yaşamış ve güç dengelerinin ciddi şekilde değiştiğine tanık olmuş olsa da, şu anki iktidar eski güç ilişkilerine ve yönetim biçimlerine hâlâ bel bağlamış vaziyette. Politik anlamda, vahabi din adamları gibi çıkar grupları veya kraliyet gibi kurumlar dışında bir yönetim organı kurulması gündemde yok ve olası gözükmüyor. Olur da böyle bir adım atılırsa da muhtemelen 20. yüzyıl başı Rus İmparatorluğu kıvamında bir meclis ortaya çıkabilir. Ciddi ekonomik reformlar yapılıyor ve iddialı sözler sarf ediliyor olsa da, Suud rejimi kendi iktidarını tehlikeye atacak, siyasi karar sürecine katılım gibi büyük hamleler yapmaktan sakınacaktır. Bu hamleler yapılmadıkça, rejimin gerçek anlamda kendini reform etmesi mümkün olamaz. Fakat bundan sakınıp da reform yolunu açmaları da başlı başına bir tehlike teşkil ediyor.
Uzun lafın kısası, Suud iktidarını oldukça riskli bir süreç bekliyor. Böyle bir süreçten yakın tarihte canlı çıkmayı başaran çok sınırlı sayıda rejimden en göze çarpan örnek Çin Halk Cumhuriyeti’dir. 1978 sonrası, Deng Şiaoping liderliğindeki Çin kademeli ekonomik reformlara başlamıştır. Şu an Suudi Arabistan’ın yaptığı gibi, büyük ölçüde ülkede belirlenen ve hukuksal olarak özel bölge ilan edilip rejimin baskı yaratan unsurlarından soyutlanan bölgelerin önderlik ettiği bu değişim Çin’de sansasyonel sonuçlar elde edilmesini sağladı. Muhtemelen, insanlık tarihindeki en hızlı ve en büyük endüstriyel devrim Çin’de yaşanmıştır. Başta yapılması planlanan politik reformlar, 1989 Tiananmen olayları ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünün yarattığı korkuyla bitirilse de, bu ekonomik gelişimin önünde bir engel oluşturmadı. Elbette Suudi Arabistan’la Çin karşılaştırılabilir örnekler değil. Suud rejiminin aksine, Çin Halk Cumhuriyeti’nin elinde bu dönüşümleri yönetecek yüksek eğitimli bir elit kadro ve ucuz bir işgücü vardı. Bütün bunlardan önemlisi Çin’de toplumun üzerinde çok ciddi nüfuzu olan bir ordu ve parti aygıtı bulunuyor. Devlet bu kurumlar aracılığıyla ekonomik dönüşümde orkestra şefi rolünü üstlenmişti ve ardından özel yatırımlar gelmişti.
Bırakın böyle bir görev üstlenmeyi, Suudi Arabistan devleti henüz vatandaşlarını vergilendirmiyor bile. Aslında petrol rezervlerine bağımlı bir oligarşinin modern devlete dönüşme denemesiyle karşı karşıya olduğumuz dahi söylenebilir.
Unutulmamalı ki tarihte beklenmedik gelişmeler yaşanabilir, dolayısıyla hiçbir girişim hafife alınmamalıdır. Fakat hiç kuşkusuz Suud rejiminin bu modernleşmeyi başarıyla gerçekleştirmesi bu beklenmedik gelişmelerden bir tanesi olacaktır.
KAYNAKLAR
Butler, Nick. “Will China buy Saudi Aramco”, Financial Times, 21 Ağustos 2017.
Kinninmont, Jane. “Vision 2030 and Saudi Arabia’s Social Contract Austerity and Transformation”, Chatham House, Temmuz 2017, https://www.chathamhouse.org/sites/files/chathamhouse/publications/research/2017-07-20-vision-2030-saudi-kinninmont.pdf
[1] Şu anda hisselerin yüzde 5’inin satışa çıkarılması gündemde fakat henüz böyle bir satış gerçekleşmedi. Financial Times başta olmak üzere bazı kaynaklar Çin devletinin böyle bir satışla ilgilenebileceği ile ilgili spekülasyon yapıyor.