Doğu Karadeniz Taşralılığı

“K̆urak̆iti, na ink̆ilen k̆eleşen guinʒ̆k̆en.”[1]

Bir süredir memlekete hakim olan ruhun taşralılığından ve merkezin de taşralaştığından daha sıklıkla bahsedilir oldu. Oysaki Türk siyasal kültürünü belirleyen temel dinamiklerden de biri olan, merkez ve taşra arasındaki gerilim hayli zamandır süregelen bir tartışmadır aynı zamanda. Osmanlı’nın son dönemlerinden yavaş yavaş başlayarak Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında ivme kazanan Batılılaşma, aydınlanma ve modernleşme çabalarının yarattığı başta merkezde olmak üzere vuku bulan ve taşraya da dayatılmaya çalışılan “medeniyet” dönüşümleri ise bu hususa yeni bir yön katmıştır. Merkezdeki nüfusun görece rahatlıkla benimsediği bu “medeniyet” dönüşümü; Batılı kıyafetler giymek, Fransızca/Almanca konuşmak, klasik müzik dinlemek, operaya, baleye ve tiyatroya gitmek[2], masada yemek yemek ve çatal-bıçak kullanmak, sanat ve bilim ile haşır neşir olmak, dinî kuralları/kaidelerle gelenekleri/töreleri küçümseyerek reddetmek/yerine getirmemek, kadınların ve erkeklerin aralarındaki ilişkinin daha rahat, daha esnek olması gibi tezahürlere sahiptir. Fakat taşradaki nüfusun çoğunluğu ise bu dönüşümü içselleştirmek bir yana, yıllarca bu durumu ciddi bir karşı koyuşla karşılamıştır. Çünkü Anadolu coğrafyasında yaşayan nüfusun büyük bir kısmı bu dönüşüme zaten yabancı değildir. Filhakika, aynı coğrafyada yan yana yaşadığı gayrimüslim cemaatten gayet iyi biliyordu bu yaşam biçimini. Hem devletin hem de taşradaki nüfusun içinde bulunduğu totolojik dilemma ise; bir yandan Batılı ve “modern” yaşam tarzını insanlara dayatılırken, diğer yandan bu yaşam tarzına zaten sahip olan gayrimüslimlerin ya asimile edilerek Türkleştirilmeye/Müslümanlaştırılmaya/Sünnileştirmeye çalışılması ya da yüzyıllardır yaşadıkları toprakları terk etmeye zorlanmaları idi. Modernleşme ve Batılılaşmanın yanı sıra sanat/zanaat, ticaret ve bilimle iştigal etmenin, Anadolu topraklarına has başka bir alameti farikası da vardır. Kuşkusuz bu coğrafyanın hemen hemen her noktasında geçmişte o bölgede yaşayan gayrimüslimlere dair bireysel ve/veya toplumsal bir bellek mevcuttur; her ne kadar yok sayılsa ya da dillendirilmese de.      

Bu hususa verilebilecek en iyi örneklerden biri bir zamanlar çokkültürlü bir yapıya sahip olan Doğu Karadeniz’dir. Bölgede mevcut otokton halkların çeşitliliğinden bugüne çok fazla bir sosyokültürel birikim kalmamış olsa da, şüphesiz ki buraları terk eden halklar toplumsal hafızanın kıyısında köşesinde ya da yaşanılan yerlerde kalan mekânlarla ve imgeleriyle varlıklarını sürdürmektedirler. Belki de, bölgedeki bu mevcudiyetin bugüne kalan en önemli tanıklardan biri Ayasofya Kilisesi’dir. Türkiye’de toplam 7 tane Ayasofya Kilisesi vardır ve biri de Trabzon’dadır. Trabzon’daki dahil olmak üzere, hepsi zaman içinde camiye çevrilmiş fakat bugün aktif olarak 5 tanesi cami olarak kullanılmaktadır. Lakin, esas ilginç olan, bir anlatıya göre bir şehrin Ayasofya olabilmesi için bu şehirde 365 tane kilise olması gerektiğidir: Her gün birinde ayin yapılacak bir biçimde kurulan plana göre, bir şehre Ayasofya Kilisesi’nin yapılmasının şartı budur. Bu bağlamda, Ayasofya Kiliselerinin camiye çevrilmesi için yürütülen tartışmaların niçin bu kadar inatla sürdürüldüğü daha sarih bir biçimde anlaşılabilmektedir. Çünkü bu kiliselerin varlığı, geçmişte kalmış seslerin bugüne ulaşan nefesidir. Burada kalanların, gidenlerin hatıralarına dair unutmak istediklerinin vücut bulmuş halidir bu yapılar. Ayrıca, yine bu duruma örnek olarak:

Kafato’nun amcası, [zamanında Trabzon’a] opera binası yaptırmıştı. İlerleyen yıllarda Sümer Sineması adı altında hizmet veren bu harika bina, maalesef 1958 yılında iki hafta içerisinde dönemin belediye başkanı tarafından yıkılmıştı. Kentin en güzel tarihî binalarından biri olan Kemerkaya sahilindeki  St. George Kilisesi ile birlikte yok edilmişti. […] Şimdilerde Trabzon müzesi olan Kostaki Konağı’nda, Trabzon’un insanı olan Kabayani ve Kostaki yemeğe papyonlu oturur, akşam yemeklerini genelde arkadaşlarıyla, aileleriyle beraber müzik eşliğinde yerlermiş. Trabzon’un o dönemde nüfusu az ama kültürü yüksek seviyedeydi. Gayrimüslim aileler kentten uzaklaştıkça, kentimizin kültür yapılanması da değişti.[3]

Bir diğer taraftan, Türk, Müslüman ve Sünni olmanın meydana getirdiği sacayağının üzerine kurulan ulus-devletin inşası sürecinden kazasız belasız çıkmışların puslu geçmişe dair hayal meyal hatırladıklarını yok sayma çabasıdır tüm bu tartışmalar da. Keza, ulus-devletin inşa sürecinde devletin ihtiyaç duyduğu -Leviathan için gerekli olan- ruh ve kan da bu bölgede bulunmuştur. Böylece, bölge halkı cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren hem devletin üst düzey bürokratik kadrolarında yer bulmuş hem de gayrimüslimlerden geriye kalan zanaat ve ticaret alanını -milli ekonomi yaratma şiarını benimseyen devletin desteği ile- doldurur olmuşlardır. Devletin yargı, yürütme, silahlı kuvvetler, emniyet ve istihbarat birimleri gibi çeşitli bürokratik kadrolarında üst düzey görevlerin yanı sıra siyasal ve ekonomik yaşamın önde gelen birçok ismi bu bölgeden çıkmıştır. Özellikle Rize ve Trabzon’da; hemen hemen her ailede bir hâkim, savcı, üst düzey asker, üst düzey emniyet çalışanı, akademisyen, müteahhit, tüccar, politikacı muhakkak mevcuttur. Fakat, bu kesim, geçmişte bölgedeki gayrimüslim cemaatin ekonomik zenginliğine ve siyasal gücüne kavuşmuş olsa da, bölgenin gayrimüslim burjuvazinin sosyal sermayesinin ve kültürel birikiminin yanına dahi yaklaş(a)mamıştır.[4] Kent ile köy arasında arafta kalakalmışlık hali olan taşralılık, bu kesimin on yıllardır üzerinden bir türlü atamadığı -belki de atmakta istemediği- ama içinde rahat da ettiği bir kıyafet gibidir. Bir yandan artık köye dönemeyecek biçimde sistem ile entegre olmuş fakat diğer yandan da geçmişte bölgedeki gayrimüslim cemaatten bildiği hal, tavır ve alışkanlıkları gereğince yerine getir(e)memesinden dolayı kentlileşememektedir de, Doğu Karadeniz. İşte tam da bundan dolayı taşralıdır Doğu Karadeniz ve kapının kapandığı taraftan açmadığı sürece bu halinden de kurtulamayacaktır.

20. yüzyılın başlarında Trabzon’daki Rum cemaatine mensup kadınlara ve onların çocuklarına ait bir fotoğraf (Kaynak: https://commons.m.wikimedia.org/wiki/File:Greeks_Trabzon.JPG).

Başka bir deyişle, köyden/kırsaldan getirilen gelenek, görenek ve törelerin muhafazası ile devletle ve mevcut sistemle girilen yakın ilişki üzerinden yükselen bir muhafazakârlık, milliyetçilik ve devletçilik halinin hakim olduğu Doğu Karadeniz coğrafyasında bu olgular geçmişte bu bölgede yaşayan otokton gayrimüslim halklardan bağımsız düşünülemez. On yıllarca devlet tarafından “gâvur” damgası yiyip de hiçbir zaman makbul yurttaş sayılmayan ve yeri geldiğinde ya zorunlu göçle ya asimilasyonla ya da devlet şiddetinin farklı tezahürleriyle karşı karşıya kalmış olan gayrimüslimlerle aynı alışkanlıklara, yaşam tarzına sahip olmanın getireceği potansiyel sorunlar, bölge halkının modernleşmekten, kentleşmekten imtina etmesi için yeterli zemini oluşturmuştur. Aynı zamanda, kalanların köklerine, köylerine, kırsala dair değerlerine daha çok bağlanmalarını ve bunları daha çok muhafaza etme, daha çok öne çıkarma gereğini doğurmuştur. Kalanların Türklüklerini ve Müslümanlıklarını bu kadar yoğun bir dille savunmaları ise yine bu ayrımın altını çizmek içindir. Bu sebeple de, bugün Doğu Karadeniz’de yaşayanların çoğunun payına -iyice entegre oldukları mevcut sistemin dışına itilmeyecekleri bir biçimde inşa edilmiş- muhafazakâr, milliyetçi, devletçi bir taşralılık hali düşmüştür.   

Binaenaleyh, örneğin günümüzde Artvin’i gören birisi, bundan bir asır önce bu şehirde birer Avrupalı gibi giyinen ve yaşayan, piyano çalan, resim yapan, Fransızca konuşan insanların yaşadığına şaşırabilir. Ya da Trabzon Akçaabat’ın Osmanlı döneminde Girit’ten sonra gelen en büyük zeytin üreticisi olduğunu duymak, yıllardır bu bölgede yaşayan ya da bölgenin yerlisi olan insanları dahi şaşırtmış bir gerçektir.[5] Oysa yetmiş-seksen sene önceye kadar üzümün, kenevirin, zeytinin yetiştirildiği bu bölgede artık bu ürünleri görmek mümkün değildir. Bunların yerini ağırlıklı olarak Lazona’da[6] çay, Doğu Karadeniz’in diğer kısmında ise fındık ve az biraz da tütün almıştır. Özellikle kenevirden kumaş, üzümden şarap, şıra, sirke ve pepeçura[7], zeytinden zeytinyağı elde eden bir halkın; nasıl işleyeceğini, nasıl kullanacağını, ne yapacağını bilmediği ve devletin -piyasasını da belirleyen bir rol ile- başlarda tek, bugünlerde ise esas alıcı olduğu çay için bu ürünlerden vazgeçmesi de oldukça ilginçtir. Bugün neredeyse belki de bölgenin en önemli geçim kaynağı olan tarım tek türlü olarak devam etmektedir: çay ve/veya fındık olmak üzere. Ayrıca, belirtmekte de fayda var ki çaydaki devlet tekeli bölge halkının ister istemez devletçi bir tutum içine girmesinin ekonomik zeminlerinden birine kaynaklık etmektedir. Yüzyıllar boyunca önemini korumuş olan limanlar ise artık çeşitli coğrafyalardan gelen tüccarlarının uğrak yeri olmaktan çıkıp sadece ülkenin iç kesimlerine gidecek malların yüklendiği birer aracı-mekân haline gelmiştir. Bölgeyi terk edenler ya da kalıp da belli bazı eski alışkanlıklarını toptan değiştirmek ve hatta unutmak zorunda kalanlar ile birlikte, bölgedeki birçok şeyin öyküsü de unutulup gitmiştir. Örneğin, Anadolu coğrafyasında telkâri ve kazaz üretimi yapılan en önemli iki yerden biri olan Trabzon’a bu zanaatın geliş sürecinin hikâyesi kayıptır. Ve yine aynı şekilde zeytinin Akdeniz kıyılarından Karadeniz sahiline gelişine ve bir zamanlar bölgede yaygın bir biçimde üretilirken birden kayboluşuna dair hikâye de.[8]

19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında Artvin’deki Ermeni cemaatine mensup kişilere ait dört fotoğraf (Kaynak: http://ardvin.do.am/photo/).

Bittabi sınıfsal/ekonomik bir altyapısı da var bu durumun. Bilindiği gibi, Osmanlı devletinin Müslüman cemaat ve gayrimüslim cemaat ile kurduğu ilişki neticesinde gayrimüslimlere ayrılan ekonomik alan çoğunlukla zanaat ve ticaret ile iştigal etmesini getirmiştir. Bu durum da, gayrimüslim cemaatin zamanla belli bir sermaye birikimi elde etmesine, zenginleşmesine, burjuvalaşmasına sebep olmuştur. Bilhassa Trabzon özeli üstünden düşünürsek, gayrimüslim cemaatin üyeleri çiftçilikten ve zanaatkârlıktan tüccarlığa ve bankerliğe[9] kadar çok çeşitli alanlarda faaliyet yürütse de, muhtemelen hepsinin ortak noktası sadece belli bir ekonomik sermayeye hakim hale gelmeleri değil, aynı zamanda sosyal ve kültürel sermayeye de sahip olmaları idi. Oysa günümüzde bölgede kalanlar için aynı niteliğe sahip olduklarını söylemek oldukça güçtür. On yıllardır, devletin, bürokrasinin, ticaretin içinde oldukça aktif rol almalarına rağmen sosyal ve kültürel sermayeye hâlâ tam olarak sahip olduklarını söylemek bir hayli zordur. Aksine, bir köy veya kır nostaljisine eşlik eden muhafazakâr anlayışın inatla reddettiği aydınlanmacı moderniteye dair dönüşüm oldukça kısıtlı bir çevre ile sınırlı iken, diğer kesimlere de epeyce yavaş bir biçimde yayılmaktadır. Buna binaen de, sosyal ve kültürel sermayeden yoksun bir zenginliğin ve gücün neticesi olarak amorf bir Doğu Karadeniz taşralılığı ortaya çıkmıştır.   

Trabzon’da yerleşik Rum […] vatandaşlarımızın bu kent üzerinde bıraktıkları izler yavaş yavaş silinerek bu günlere kadar gelebilmiştir. Benim “Rum Burjuvalar” diyeceğim Rum tüccar, armatör ve bankerler yakından gezip gördükleri Avrupa’nın ve Rusya’nın bütün güzelliklerini şehrimize taşımasını bilmişlerdir. Trabzon, sokaklarıyla, köşkleriyle, yazlık konaklarıyla ve işhanlarıyla herhangi bir Batı şehrinin 19. yüzyıl görüntüsüyle eşdeğerdeydi. Çok iyi değerlendiremem ama bu kentimizin görüntüsü 1960’lara kadar gelebildi. O tarihten sonra kentimizin yönetimini ellerinde tutan kırsal kökenliler, Trabzon’umuzdaki nice güzellikleri bir sineği ezer gibi ezip yok ettiler.[10]      

Sonuçta, bugün kimin önceden Ermeni, Rum, Alevi veya Hristiyan ya da kimin öz be öz Türk veya halis muhlis Müslüman olduğu tartışması beyhude bir tartışmadır artık. Bu topraklar üzerinden yaşayan onlarca halktan herhangi birinin ne genetik olarak ne de kültürel olarak bir arılıktan, bir halislikten bahsetmesi tek kelimeyle abesle iştigaldir. Lakin, “kapı kolu da, kapatıldığı taraftan açılır”. Doğu Karadeniz’e dair kapanan/kapatılan/kapatılmaya çalışılan hususların yeniden ele alınmasında ve bu bölgenin geçmişi ile barışıp da toplumsal belleklerde olanları tozlu raflarından gün ışığına çıkarmasında fayda vardır. Fakat, bu yapılırken de kapının kapandığı taraftan açılması gerekir. Yani, bir zamanlar bu coğrafyada olanları, yaşananları ya da yaşayanları reddetmek yerine onları kabul ederek bu mesele çözülebilir yalnızca. Kapı, yıllardır zorla ve inatla zaten ters taraftan açılmaya çalışılıyor. Velakin, görüldüğü gibi, insanlar hep bir ağızdan aynı cümleleri terennüm etse de herkesin zihninde aynı soru işaretleri hâlâ varlığını korumaktadır. Hakeza, tarihsel bulguların işaret ettiği geçmişe dair güçlü bir reddedişe eşlik eden, ad hoc savlar üzerine temellendirilen bir tarih anlatısıyla inşa edilen ve amorf bir kültürel yapıya sahip olan yeni bir kimlik yaratımının bu soru işaretlerine cevap olmadığı da açıktır. Metodolojik olarak, -geçmişten gelen deneyimler ve söylenceler üzerine kurulu- kanaatler ile bilim arasındaki önemli farklardan biri, muhtemel ki taşranın bilime dair mesafesinin sebebini de vermektedir bize. İnsanlar, -gerçeklik ile arasında bir olumlama ya da bir yanlışlama ilişkisi olsun olmasın- belli bir görüşe, fikre -çok da sorgulamadan ve gönül rahatlığıyla- inanmak istedikleri için inanırlar ve bu inanma hali -gerçeklikle bağımsız bir ilişki üzerinden- onlara esasında duymak istediklerini de söyler. Oysa bilim, insanlara eleştirel aklın ışığı altında hakikate giden yolu tarif eder ve onlara ne olursa olsun gerçeği söyler. Belki de, taşra da bundan dolayı bilimi küçümser, azımsar ve ilgi alanına dahil etmez. Çünkü o zaten inandıkları ile mutludur ve kimin ihtiyacı var ki hakikate...


[1] Lazca (Hopa/Xopa) atasözü: “Kapı kolu da, kapatıldığı taraftan açılır.”

[2] Doksan senelik ömrünün yaklaşık yetmiş yılını Ankara’da geçiren babaannem, -ister erkek olsun ister kadın- torunlarının tiyatroya gitmesine çok kızar. Çünkü ona göre, (onun deyişiyle) “tiyatora” ahlâksızlığın diz boyu olduğu bir yerdir ve torunlarının orada ne işi vardır ki.

[4] Sanırım bunun en iyi örneği de; Trabzon Oflu olan ve müteahhit bir aileden gelen Ali Ağaoğlu’dur. Bkz. “BBC Belgeselinde Ağaoğlu Şov”, http://www.61saat.com/bolgesel/bbc-belgeselinde-agaoglu-sov-h404657.html; “Ali Ağaoğlu'nun Olay Olan Sözlerine Suç Duyurusu”, http://www.trabzonhaber.com.tr/gundem/ali-agaoglu-nun-olay-olan-sozlerine-suc-duyurusu-h73479.html; “Ali Ağaoğlu'nun Başı Dertte!”, http://www.trabzonajans.com/trabzon/ali-agaoglunun-basi-dertte-h47742.html; “Ali Ağaoğlu'na Suç Duyurusu!”, https://www.karadenizinsesi.com.tr/trabzonspor/ali-agaoglu-na-suc-duyurusu-h102606.html.

[5] 5 Mart 2017 tarihinde Trabzon’da yapılan 2. Kadın Dayanışması Festivali’nde Türkün Sümerkan tarafından nakledilmiş bir bilgidir.

[6] Lazcada Lazların anayurdu için kullanılan sözcüktür. Günümüzde, hemen hemen Hopa-Çayeli arasındaki bölgeye tekabül eder. 

[7] Kendine has bir kokusu ve tadı olan yöreye özgü siyah İsabella üzümünün şırası, mısır unu ve şeker ile yapılan Lazona’ya has muhallebi tarzı bir tatlı: Laz pudingi.

[8] Bugün özellikle Trabzon mutfağı başta olmak üzere Doğu Karadeniz mutfağında zeytine ve zeytinyağına dair pek bir iz yoktur. Bölgede yemekler genellikle tereyağı veya fındık yağı ile yapılır.

[9] Mesela, Trabzonlu ünlü Rum bankerler: Konstantin Kabayanidis ve Kostaki Thopylaktos gibi. 

[10] Feyyaz Kuğu, “Anayurdumuz Trabzon”, Trabzon Dergi, 20 Eylül 2015, http://trabzonvakfi.org.tr/trabzon/cgi-bin/t?parm1=SAL&parm2=&psta1=5