İskender Savaşır'ın aramızdan ayrılışını idrak etmeye çabalarken Ulus'u yitirişimizin yıldönümü de geldi çattı. Kelimelerle fısıldaşan insanların yeri dolmuyor, aksine, gitgide esniyor/derinleşiyor boşluk.
Ulus üzerine ölümünden bu yana sayısız kez yazılıp çizildi. Dostları, öğrencileri, okuyucuları, dolaylı olarak etkilediği insanlar, bizler, onun veda etmeden gidişine -bir görüşe göre tükenişine/kendini tüketişine- bir yanıt arayarak, hem ince bir kızgınlıkla karışık özlemlerimize derman bulmak hem de Ulus'u anlatmak, anlatırken yeniden anlamak gibi sonu olmayan bir yolun yolcusu olduk. Onu anlamak ilk bakışta kolay değildi. Anlam akışkandı, değişirdi. Anlam, onu arayanın geçtiği yoldu, üsluptu, duyguydu.
Kendi anladıklarımla, ölümünden çok yaşamıyla ve yaşamlarımıza kattıklarıyla anmaya/anlamaya ve yazıya dökmeye çalıştığım iki şehirden geçen bir deneme.
İstanbul
Ulus'la Ankara'dan İstanbul'a geldiği yıllarda tanışmıştık. Sağlığının hareketine engel teşkil etmeye başladığı zamanlar. İçerikte yoğun, zamanda kısa sayılabilecek birkaç sohbetimiz olmuştur. Harcıâlem sohbetlerin dışında, bir defasında, kendi anneme öfkelendiğim bir günde, Ulus bu öfkemi kavramsallaştırarak annelik ve anadili ekseninde bir konu açmıştı. Anne hasretine, anne hasretinin anneliğin doğasından kaynaklanan, annenin yerine, yurduna, ölüme ve dirime bağlı olmadığından söz etmişti. İstinat duvarı idi anne. Öylece ortaya koyup bırakmıştı. Bilerek, bilmeyerek bu sohbetimizi kırılgan bir armağan gibi saklamışım.
Lefkoşa
Yıllar sonra, yolum Kıbrıs'a düşüyor. Lefkoşa'ya gidiyorum. Ulus'un anayurdundayım. Kısacık sohbetimiz hafızamda, elimde icazetsiz günlük Afrika gazetesi, bandabuliya etrafında, suriçinde aylak aylak dolanıyorum bir pazar günü. Kıbrıs'ın yüksek tirajlı gazetelerinden Havadis'in pazar eki Poli geçiyor elime. Tarih 29 Mayıs 2016. Sokak sokak Lefkoşa dizisinin beşinci yazısı: Cinayet Sokağı. Ahmet Okan kaleme almış. Ulus'un doğduğu evin sokağı bu. 70'li yıllar, Lefkoşa'nın her sokağında ölüm kol geziyor. Bir labirent gibi, her sokak birbirine bağlanıyor suriçinde. Ulus'un yıllar yılı anlattığı rizomik yapının içindeyim âdeta. Abdi Çavuş Sokağı, az ileride dört yol ağzı, Celaliye Sokağı, 72 numara. Eskiden sarı imiş, şimdi beyaz, Bakkal Yusuf'un evi. Bakkal Yusuf, Ulus’un annesi Pembe (Yusuf) Marmara'nın babası. Bakkal Yusuf aynı zamanda 74'ten sonra adaya gelen ve Halkçı Parti'yi kuran Alper Orhun'un da babası. Sokaklar anlam kazanmaya başlıyor. Ulus'u başka türlü gördüğümü, başka türlü anladığımı zannediyorum burada. Onu anlamanın -ilk bakışta- kolay olmadığını söylemiştim. Açtığı yolda okumalar yapmak, bol bol tartışmak, daha fazla okumayı gerektiriyordu. Bulunduğum noktada, Cinayet Sokağı'nda, bütün yazılmış metinlerden, anlatılardan muaf, duygularla baş başa, bambaşka bir Ulus idrak ediyorum. Buna amniyotik idrak diyorum. Bir çeşit aydınlanma. Amniyon, anne karnında bebeğin etrafını saran, içinde yüzdüğü sıvıya verilen isme denirmiş. Yolculuk arzusu kaynağını bu ılık, arındırıcı sudan alırmış. Michel Onfray'in Yolculuğa Övgü: Coğrafyanın Poetikası (çev. Murat Erşen, Redingot Kitap, 2017) adlı kitabında şu cümleleri görüyorum sonra.. “İnsan ancak, bir küre, bir dünya haritası gibi yuvarlaklaşan ana karnında geçirilen saatlerde kendi teninde öğrenerek iflah olmaz bir göçebe haline gelir. Geri kalanı zaten yazılmış bir parşömeni açıp yayar.”
Belki de Ulus'un göçebeliği, soykütüğü, burada, bu sokakta, o sıvıda tayin oldu.
Kendi teninde öğrendi. Geri kalanı zaten yazılmış bir parşömeni açıp yaydı önümüze, bütün zarafeti ile.
Bugün (14 Temmuz) Ulus'un doğumgünü. Bu da metafizik bir doğumgünü kutlaması. İyi ki doğdun ve yaşamlarımıza dokundun. Her şey için teşekkürler.