Kendi içine göçen, kendi içine çöken bir İmparatorluk. Ötekilerin kayıpları üzerine mürüvvet kuran, giderek iflasın (kendi kayıplarının) telafisini ötekini yok etmekte bulan bir İmparatorluk; ve bakiyesi Cumhuriyet. Ötekine yaşatılmış kaybın acısını hissetmeyen; kaybettirdiklerinin acısını, malını, mülkünü “kurucu” katta tasarruf eden; üstlendiği ve işlediği suçları yeni suçlarıyla örtbas etmeyi yol bilen; kıyımları, kırımları ile “düşman öteki”ni yok etme azim ve iradesini millileştiren bir cumhuriyet. Yaşanan/yaşatılan kayıpların acısını paylaşıp yasını tutma erişkinliğini kazanamamışların cumhuriyeti. “Devlet” karşısında “yurttaş” kimliğine sarılıp “temel yaşam hakkı” savunusunu “toplum” olmanın harcına katamayanların cumhuru. “Melankoli” ile “yas” arasında kalmamanın, melankoliye savrulmamanın; yasına ve yasının içinden yol alıp hayata tutunmanın; kahpe feleği (umutsuzlukla yüklü gelecek kaygısını, müstakbel/muhtemel yitimlerin şimdisini) yerinden etmenin elzem olduğu bir memleket. Öyleyse; yasın ve melankolinin ne olduğunu; neden ve nasıl farklı olduklarını; dolayısıyla, “yas tutma terbiyesi”nin (“yas çalışması” demenin dahi soğuk kaçtığı o fevkalade insani yaşantının) neden/nasıl kıymetli olduğunu, meseleyi ilk kez “ruhsal gerçeklik” âlemine taşıyan Sigmund Freud’un Yas ve Melankoli’sine başvurarak anlamaya çalışalım.[1]
Söz konusu makalede, Freud, “Yas, sıklıkla, sevilen bir kişinin ya da [âdeta sevilen kişinin kaybı gibi yaşanan] ülke, ülkü ve özgürlük gibi soyutlamalara ilişkin kayba tepkidir” diye tanımlar yası. Ancak, “[b]azılarında aynı etkenlerle yas değil, kendilerinde hastalıklı bir eğilim olduğu kuşkusu uyandıran melankoli ortaya çıkar. Şu da dikkate değerdir; yası, -hayata yönelik tavırda ciddi sapmalar olsa da- hastalıklı bir hal kabul etmediğimiz gibi tıbbi bir yardıma gereksinmez, belli bir süre sonra üstesinden gelineceğine inanır ve herhangi bir kesintiye maruz kalmasını da yararsız, hatta, zararlı buluruz”.[2]
Freud, makalesinin sonlarına doğru bir yerde ise, “ben”in (“ego”) tüm enerjisini çeken yas süreci nihayetlendiğinde (yani, hayatla bağ yeniden tesis edildiğinde) neden bir zafer havası yaşanmadığını sorar kendisine (ki, melankoli öyle bir [“manik”] hava ile aşılıyor olmalıdır). Duraksamaksızın yanıtlanacak bir soru olmadığı kanaatindedir. Yasın hangi ekonomik ruhsal işleyişle sönümlendiğini bilemediği bu noktada, Freud, bir sanısını dile getirmekle yetinir:
“Libidonun [kayıp] nesneye bağlanmışlığını ifade eden anı ve beklentilerin her biri nesnenin artık var olmadığı gerçek yargısı ile karşı karşıya kalır ve bu yazgıyı paylaşıp paylaşmayacağı sorusu ile yüzleştiğinde, -yaşıyor olmanın verdiği narsisistik doyumla- kayıp nesneye [yas sürecindeki] bağlanmasından kopmaya ikna olur. Yalnız bu kopuş öylesine yavaş ve tedricidir ki, tamamlandığında söz konusu çaba [yas çalışması] için kullanılan enerji de tükenmiş olur.”[3]
Kayıplara duyarlılığımızın altını çizerken değerlerin kolayca (ve haksızca) gözden çıkarılışına göz yummamak hakikatliliği adına, alıntıladığım (yasın sonlanışına ilişkin) cümlelerinden hareketle -kendi yazıları bağlamında-, Freud’a, “zalimlik, bencillik” nitemini uygun bulanlara katılmadığımı belirterek devam edeyim. Evet; yas süreci nedir ve nasıl yaşanır; sonlanışının melankoliden farklılığı “ruhsal ekonomik” derinliğinde nasıl anlaşılmalıdır; böylesi bir anlayışın, kayıplarımızla birlikte hayata tutunabilmemizdeki kıymeti, kayıpların ardındaki şiddetten arınma mücadelemizi toplumsallaştırmadaki ehemmiyeti nedir, daha yakından bakalım.
Freud, Yas ve Melankoli’nin daha başında şuna dikkatimizi çeker: Aralarındaki görüngüsel benzerliğe karşın, yasta yaşanan, “nesne”ye ilişkin bir kayıp iken, melankolide yaşanan kayıp (görünürde, yastakine benzer sevilen bir nesnenin kaybı vesile olmuş olsa bile -ki, çoğu kez öyle bir vesile seçilemez de) “ben”in kendisine aittir. Öyle ki; her iki olguda yaşamın doğal akışından bir sapma varsa da, yas tutma (ve yas çalışması, diyelim) yaslı kişiyi nihayetinde hayata taşır ve insan hayatının doğal (kendiliğinden) seyrine dahil iken; melankoli, “ne oluyor?” sorusunu uyandıracak denli dış müdahaleye açık bir veçhe sunar. Her iki olguda da derin acı, üzüntü, dış dünyaya ilginin kesintiye uğraması, sevme yetisinin inkıtaya uğrayışı, farklı derinlikte olmak üzere ortak iken, esasta/temeldeki farklılık, melankolideki -kaybın benin kendisine ait olduğuna işaret eden- “kendilik duygusunun bozulması”dır. Bu bize şunu söyler; melankolideki kayıp, görünürdeki kayba bağlanamayacak (olsa olsa onun vesile olduğu) derinlikte (bilinçdışı), “ben/lik”in (kendiliğin) yapılanış tarihselliğindeki çok daha derin bir merhale (bir, “kurucu” değer katı) ile alakalı olmalıdır.
Biraz daha açarsak; yastaki kişi, kayıp nesnenin ne/kim olduğuna dair şaşmaz bir gerçek yargısına sahiptir ve yas çalışması da bu gerçek farkındalık üzerinden mümkün olur. Dolayısıyla, yas tutan kişi (dikkat buyurulsun: “hiçbir zaman gönüllü terk edilemeyecek olan”[4]) libidinal yatırımını “gerçek” nesneden çekmesinin kaçınılmazlığını kabullenecek; lakin, libidinal yatırım yavaş yavaş hayata (“gerçek” nesnelere) yönelirken, kayıplarımız, -anılarda kalmaktan öte- anıları ve hayata dair hatırlattıkları (işaret ettikleri) ile bizimle yaşamaya devam edecektir (ki, biz, onların şahsında hatırlayacaklarımızla onları sevmişizdir). “Lakin, gerçekte ben, yas çalışmasının tamamlanması ile birlikte yeniden ketlenmemiş ve özgür hâle gelir,”[5] derken de, Freud, “zalimce ve bencilce” kendi adına hayata tutunma ferahlığından değil; kaybına yanıp yasını tutmuş olan kişinin, zaten neyi sevme itiyadında, neye bağlanma ehliyetinde ise o yönde yeniden hayata doğru yol alma, hayatı sahiplenme imkânından dem vurmuş olur sadece.[6]
Meselesi, kayba dair öznel duruşunu telkin etmek değil; “ruhsal gerçeklik”in nasıl kurulduğunu ve işlediğini anlamak olmuştur (ki, bilim nesnesi ile ilişkisini de hep o serinkanlılık ve özdüşünümsellikle sürdürmüştür), deyip devam edersek; Freud, melankolide, bazen, sevilen bir nesnenin ya da düşünsel nitelikli bir şeyin (nesnenin kendisinin değilse de sevgisinin) yitimi açık, diğer bazı olgularda (sadece kayıp hissinin yaşanışıyla) örtük olmakla birlikte, genelde, neyin yitirildiğinin, dışarıdan da, hasta tarafından da açıkça anlaşılamadığını ifade eder:
“Bu durumda, hasta, melankoliye yol açan bir kaybın ayırdında olsa, kimi yitirdiğini bilse de, onunla neyi yitirdiğini bilmez. Bu da, melankolinin, -bilinçdışı kalmış hiçbir yitimin söz konusu olmadığı yastan farklı olarak- bir şekilde bilinçten çekilmiş [onun ötesinde yaşanan] bir nesne yitimine bağlı olduğuna delalet eder.”[7]
Dolayısıyla, melankolide hastanın içine çekildiği hal (derinliği ve koyuluğu ile) gizemli bir tablo ortaya koyarken, ben duygusunun aşırı düzeyde azaldığı ve yoksullaştığı da gözlemlenir. Bir başka deyişle, “Yasta dünya yoksul ve boş bir hal alırken, melankolide boşluk ve yoksullaşmayı yaşayan benin kendisidir”.[8]
Peki; ben’in söz konusu kaybı nasıl oluşmaktadır? Sorunun yanıtı, görünürdeki kayıp her ne olursa olsun, “ruhsal gerileme”de (“regression”) yatar. Gerileme; “birincil narsisistik bütünlük”ten, “ideal ben”/“ben(lik) ideali” nezaretinde “ben/lik”in (“kendiliğin”) ayrımlaştığı (“kurucu ideal”in düşürdüğü ölçü dahilinde kendi[liği]mizi kurduğumuz) evreyedir. Ben/lik idealinin gölgesinin, kurulmakta olan ben/lik üstüne neden/ nasıl düştüğü ayrı bahis; bu yazının imkân ve niyetlerinin dışında. Ancak, hatırda tutulması gereken, söz konusu ruhsal gerilmenin, gerçek/güncel hayattaki bir tetikleyici ile başlatılmakla birlikte, yoksullaştırıcı ve yoksunlaştırıcı bir “ideal” ile “ben” ilişkisine olduğudur. Ve şu unutulmamalıdır; gerçek hayattaki yitimlerimizde (sevilen bir nesnenin yitimi ya da ülküsel bir yitim) hayatın hayrına olan, melankolik tepki (tezahürü içe dönük olduğu kadar, dışarıdaki -gerçek ya da temsilî- müsebbiplere yönelik bir öfke/saldırganlık da olabilir) değil; kaybın doğrudan kendisi ile yüzleşip hesaplaşarak, neyi yitirdiğimizi bilerek ve yadsımadan (uygun bir yas çalışması ile) gerçeğin içinde kalmak ve dönüştürücü bir fail olarak hayata (mü)dahil olmaktır.[9]
Nur Betül Çelik’in, “Şiddete Karşı Düşlerin Etiği” başlıklı yazısındaki nihai vurguyu hatırlatarak bitireyim:
“Burada yalnızca şiddetin yok ettiği hayatların anısını canlı tutmak değil mesele. Onların düşlerini, mücadelelerini, amaçlarını, kısacası o şiddetin neden nesnesi haline getirildiklerini anlatmak gerekiyor. Anıtlarla ağıtlar, yitirdiklerimizin arkasından acımızın derinliğini anlatmaktan öteye bir anlam taşımalı. Düşlerin, umutların, amaçların, hedeflerin şiddet karşısında yenik düşmediğini göstermeli. Sesimizin duyulamayan bir çığlıktan bir çağrıya dönüşmesinin yolu, tekrar tekrar düşlerimize dönebilmekten, hatırlamaktan kaçındığımız travmatik deneyimlerimizin örttüğü hedefleri canlandırabilmekten geçiyor.”[10]
[1] Yas ve Melankoli’yi, Freud, 1915’te kaleme aldı; 1917’de “Metaspikoloji Makaleleri” başlığı altında yayımladı. Yine aynı başlık altında ve aynı dönemde kaleme alınan diğer makaleler; “Dürtüler ve Uğradıkları Değişiklikler”, “Bastırma, Bilinçdışı ve Düşler Kuramına Metapsikolojik Ek”tir. Bu yazı için, Standard Edition, Volume: XIV, London: Hogarth Press, s. 237-258 kullanılmıştır. Metni Almanca aslından Türkçeleştiren Aslı Emirsoy’un metni ise, Telos Yayınları’nda 2014’te yayımlanmıştır. Bu çeviriye bir önsöz yazan Cemal Dindar’ın Agamben’den esinle kurduğu “felek” açılımına ben de “kahpe felek”le katılıyorum.
[2] A.g.y., s. 243-244.
[3] A.g.y., s. 255.
[4] A.g.y., s. 244.
[5] A.g.y., s. 245.
[6] Burada anılan son cümleye gelmeden önce, Freud (aynı paragrafta, yasın işleyişine ilişkin), gerçeklik değerlendirmesinin sevilen nesnenin artık var olmadığını gösterdiğini, nesneden tüm yatırımın çekilmesini talep ettiğini, ancak bu talebin karşıt bir duruşu ayaklandırdığını söyler. “Genel bir gözlemdir ki, insan, kaybettiğinin yerine geçecek bir şeyin varlığında dahi, asla, libidinal yatırımı olan şeyden kopmaya gönüllü değildir. [Hatta] bu karşı duruş öylesine yoğun olabilir ki, gerçekliğe sırtını dönüş, kaybedilmiş nesneye bağlanmayı sürdüren varsanılı bir arzu psikozu hâlini dahi alabilir. Normalde gerçeği kabullenme galip gelse de gerçekliğe itibar hemen teslim edilmez; yitik nesneye ruhsal bağlılık devam ederken, yavaş yavaş, büyük bir zaman ve yatırımsal enerji harcanarak gerçekleşir nihai kabullenme” (s. 244-245).
[7] A.g.y., s. 245.
[8] A.g.y., s. 246.
[9] “Birincil narsisistik bütünlük”ü, “ideal” ve “ben/lik”in kuruluşunu, anılan gerilemenin yansımalarının, bedellerinin ve yaratıcı karşılıklarının neler olabileceğini şu yazılarımda işledim: “Toplumsal Paranoya Hattı/Bilinen Numaralar” (Birikim, Ağustos-Eylül 2007), “Yaratıcı Sanatsal Edim ve Yüceltmenin Psikanalitik Bağlamda Sorgulanışı” (Doğu-Batı, 2011, sayı 56), “Psikanalitik Duyarlıklı Bakışla”, Spinoza ve Felsefesi içinde (Bağlam Yayınları, 2014), “Spinoza Felsefesinde Şiddetin Yeri” (Varlık, 2017 Mayıs), “Modernlik, Sonrası ve Sol Melankoli”, “Sol Yolculuğun Yas ve Melankoli Bağlamında Sorgulanışı”, “Sol Melankoli Kime Ne Söyler?” (Varlık, Temmuz-Ağustos-Eylül 2017), “Anti-demokratik/Otoritaryen Kişilik ve Solda Kıyıcılığın Ruhsal Çözümlemesi” (Birikim, Nisan 2018), “Candide, Mihail Bahtin/Psikanalitik Duyarlıklı Bakış ve Ahlat Ağacı”, (Birikim, Ağustos 2018).
[10] Gazete Duvar, 19 Ekim 2018.