Etika ve Yaşamın Ritmi

Ulus Baker Dostoyevski ve Tarkovski’den bahsederken bu ikisinin edebiyatta ve sinemada hayatı ifade etmekten ziyade hayatın onların ifade araçlarını doldurduğunu ve kendisini onlar aracılığıyla ifade ettiğini söylemişti. Tarkovski ve Dostoyevski arasındaki yakınlığın sırrı buydu. Spinoza’yı da bu açıdan bu iki ismin arasına eklemek hiç isabetsiz olmaz. Büyük düşünürlerin (sırf felsefede değil, sinemada ve edebiyatta) gücü, esasen, kendilerini hayata aşkın değil, içkin bir konuma “alçaltabilme” becerilerinden geliyor. “Spinozacı olmak”, Etika’yı hayatınıza uygulamak için Etika’yı okumanız gerekmez. Bir mektubunda Nietzsche’nin şaşkınlıkla ifade ettiği gibi, Spinoza ile ilk karşılaşmanızda aslında yıllardır Spinozacı düşündüğünüzü fark edebilirsiniz. Ve hatta Spinozacı düşündüğünüzü fark etmeniz için Nietzsche gibi felsefe tarihine hakim bir figür olmanız da gerekmez. Çünkü Spinoza felsefesini yaşama, gündelik olana içkin kılabilmiştir ve bu yüzden hayatı Etika’nın söylediği gibi yaşamazsınız; Etika hayatın kendisi gibi akıp gider ve bize hayatın ritmini verir.

Spinoza Etika’sında teolojiye karşı -tabiri caizse- bir ritmolojinin ve müzikolojinin zeminini kurar: yaşama odaklanmış, etik-politik veçheleri aşikâr olan bir ritmoloji; herhangi dışsal, aşkın bir prensibin devreye asla sokulmadığı bir içkinlik düzlemine yayılmış bir beste; tek bir içkinlik düzleminde, her biri bir güç derecesine tekabül eden bedenlerin birbirlerini taşıdığı, tuttuğu, yükselttiği, desteklediği ve kösteklediği “ritmik” bir dünyanın, bir araya gelişlerin ve dağılmaların müziği; gündeliğin ritmi… Yaşamın ritmini veren bir besteci olarak Spinoza ve bir beste olarak Etika… Ritmolojiyi öne çıkarmakla Spinoza’nın yapıtlarında kol kola giden siyaset, etik, epistemoloji ve ontoloji birlikteliğini göz ardı ediyor değiliz (çünkü zaten yaşam da kompartımanlaştırılmaya direnir). Hatta tam aksine, Etika’nın tüm bu veçheleri kateden bir ritminin olduğuna ve şu “bilgisizlik” (ignoramus) haline Spinoza’nın getirdiği ritmolojik yorumun Etika’daki varlığına işaret ediyoruz: bir bedenin kudretinin neye yetip yetmediğini bilmiyoruz…

*

Marcel Mauss bir dersinde bedenlerin tabi olduğu hareket ve durağanlık, başka bir deyişle ritim yasalarından bahseder[1]: toplumsal olarak beden teknikleriyle idare edilen ‘‘ritmik’’ bedenler… Beden, akışlarını ve ritimlerini kontrol eden, düzenleyen çeşitli tekniklere maruz kalmaktadır: yeme içme pratikleri, yürüme pratikleri, uyuma pratikleri, dans etme, koşma, yüzme, cinsel pratikler, pozisyonlar vs. hepsi birtakım toplumsal belirlenimler matrisinde şekillenmektedir; birtakım yöntemlerle, kurumlar aracılığıyla öğrenilir (aile, okul, klinik vs.).

18. yüzyılda gelişen, askerlerin (bedenlerinin) maruz kaldığı disiplin pratikleri de bedensel tekniklere Foucault’un Hapishanenin Doğuşu’nda verdiği başka bir örnek. Okuldaki çocuklar, hastanedeki hastalar, fabrikadaki işçiler gibi askerler de yeni bir beden disiplininin “öznesi” konumundadırlar: performansları maksimize edilmeye, verilen emirlere daha verimli itaat etmeleri sağlanmaya çalışılan, sıkı ve düzenli birlikler halinde form kazandırılmış, eğitilmiş, tek sıra halinde, çift sıra halinde, her şekilde, dışsal bir “ritme” (bando) ve emre uygun yürüyebilen militarist bedenler…

Öte yandan dilin akışının, söyleminin de “bedensel” bir ritmi vardır. Dili organize eden ritim ve iktidar arasındaki bağı, Nazilerin basın, sinema, politik söylemler vs. ile bir konuşma (ve elbette düşünme) biçimini nasıl tesis ettiklerini, gündelik hayata bunu nasıl sıradanlaştırıp sızdırdıklarını Lingua Tertii İmperii’de Viktor Klemperer çok iyi göstermişti. Nazi’lerin -ideolojik- egemenliği en nihayetinde dilin ritmini kontrol ve şekillendirmedeki becerilerine dayanıyordu. Sıradan bir Alman’ın anlamakta zorlanacağı ve doğrudan duygularına hitap edecek yabancı kelimeleri kullanmadaki ısrarıyla, bazı kelimelerin dışlanması ve bazı kelimelerin kullanımının artırılmasıyla (inanç, hareket vs.), tüm bunlarla rejim ilmek ilmek ideolojisini gündelik düzeyde örüyor ve örgütlüyor, dili ve yaşamı Nazileştiriyordu. Kitlelerin “Nazifikasyonu” düşünme karşısında düşünmeye imkân vermeyen bir hızı, hareketi, duygulanımı tetiklemek üzerinden gerçekleşiyordu.

Bu örneklerin bize gösterdiği, ritmin aslında her şey olduğudur. Modern tıbbın ve anatominin kavrayışının aksine, beden kaslardan, etten ve kemikten oluşan stabil bir makine değildir basitçe; her şeyden önce, Mauss’un da söylediği gibi, bedensel tekniklerin bir birleşimi, hareket ve durağanlık oranlarının bir montajı, zaman-mekânsal bir organizmadır. Beden, basitçe, belli kuvvetlerin savaşının üzerinde cereyan ettiği kapalı bir mücadele, bir savaş alanı değil, tam da kendisi belli kuvvetlerin çatışmasında, belli ritimlerin çakışmasında ortaya çıkan bir güç derecesidir. Bireylik, sosyo-politik ve biyolojik olanın bedende kesiştiği noktada, belirli bir ritme sahip olmaktır. Spinoza tam da bu açıdan, beden-ruh ikiliğini ortadan kaldırdığı (paralelizm) ve “bir bedenin kudreti neye yetip yetmemektedir” sorusuna getirdiği yanıtta bedeni düzenleyen ritmik mekanizmaları tanımlamaya başladığı andan itibaren bedenin politik imkânlarını (ve zaaflarını da diyelim) düşünmekte önümüzü açıyor.

*

Etika’dan bir önermeyle ilerleyelim. İkinci kitabın on üçüncü önermesinde sıraladığı aksiyomlarda şöyle söylüyor Spinoza:

Birinci Aksiyom: “Bütün cisimler ya hareket halindedir ya da hareketsiz halde.” 

İkinci Aksiyom: “Her cisim ya daha yavaş ya da daha hızlı hareket halindedir.”

Ve bunları destekleyecek iki yardımcı önerme:

Birinci Yardımcı Önerme: “Cisimler birbirlerinden tözlerine göre değil, hareket ve hareketsizlik, hızlılık ve yavaşlık durumlarına göre ayırt edilirler.”

İkinci Yardımcı Önerme: “Bütün cisimler belirli açılardan örtüşürler.”

Ve nihayet bunlardan geliştirilen tanım:

Birbiriyle aynı ya da farklı büyüklükte birkaç cisim başka cisimlerin zorlamasıyla birbirlerinin üstüne binerse ya da birbirleriyle aynı ya da farklı hızlarda hareket halindeyken hareketlerini birbirlerine sabit bir yasaya göre iletirlerse, bu cisimlerin birbirleriyle birleştiklerini ve hepsinin birlikte bir cisim oluşturduklarını söyleriz ya da başka deyişle cisimlerin bu birlikteliğiyle diğer cisimlerden ayırt edilen bir birey.

Hareket ve hareketsizlik, hız ve yavaşlık oranlarına göre örtüşen, bir araya gelen veya dağılan bireyler; hücre, hücreyi oluşturan aminoasitler, hücrelerin tesis ettiği insan bedenleri ve nihayet insan bedenlerinin bir araya gelmesiyle oluşmuş toplumsal bedenler… Bir cisim, bir hayvan ya da bir insan, veya bir fikir, yani bir birey, en nihayetinde şeylerin hız ve yavaşlık ilkelerine göre birbirleriyle oluşturdukları, iç içe geçmiş nodüller, alaşımlardır. Bireyliği, kendine dayanan bir bireyin diğer bireylerden farkı, özerkliği olarak ortaya koyan liberal yaklaşımların ve bireyliği topluluğa tabi kılan totalci yaklaşımların aksine, Spinoza’da birey bir oluş halinde, süreçte ve ilişkilerde meydana gelmektedir. Ama, Deleuze’ün işaret ettiği üzere, bedenin tek tanımı bu “kinetik” tanım değildir. Beden, hareket ve hareketsizlik ilişkilerinin kristalleşmiş hali olmaktan başka, “dinamik” olarak, “öteki bedenleri duygulandırır ya da öteki bedenler tarafından duygulandırılır: Bu aynı zamanda bir bedeni kendi bireyliği içinde tanımlayan duygulandırma ve duygulanma gücüdür”.[2]

Bu noktada artık “nedir” sorusu anlamını kaybediyor Spinoza’da; yerini “nasıl”, “ne kadar”, “ne ölçüde” sorularına bırakıyor. Neticede bir bedenin gücünün neye yetip yetmediğini ancak karşılaşmalarda, bedenin karşılaşmalarda ürettiği duygulanımlarda, etkileyebilme ve etkilenebilme hallerine görebiliyoruz: Cisimler birbirlerinden tözlerine göre değil de hareket ve hareketsizlik, hız ve yavaşlık durumlarına göre ayırt ediliyor veya bir araya geliyorlarsa eğer tözlere, işlevlere, parçalara, organlara vs. dayalı “bir beden nedir?” gibi statik, fizyolojik sorulardan ziyade “bir beden nelerden, ne ölçüde, nasıl etkilenir?”, “bir beden nelerden, nasıl duygulanmaktadır?”, “bir bedenin gücü neye yetip yetmemektedir?” gibi dinamik sorular Spinoza’nın tasarımına uygun görünüyor.

Bu güzergâhı izleyerek tekrar Etika’nın önermelerine dönelim ve duygulara ayrılmış üçüncü kitaptan üç önerme ortaya atalım:

Üçüncü Önerme: “Duygu derken, bedenin etki gücünü çoğaltan ya da azaltan, bu güce yardımcı ya da onu engelleyen bedenin değişik hallerini ve aynı zamanda bu haller hakkındaki fikirleri kastediyorum.” 

Altıncı Önerme: “Tek tek her şey var olduğu sürece kendi varlığını sürdürmeye çabalar” (meşhur conatus ilkesi).

On Sekizinci Önerme Notu: “Kendi varlığımızın korunması için dışımızdaki şeylere olan gereksinimimizden asla kurtulamayız ve dışımızdaki nesnelerle bağlantı kurmaksızın asla yaşayamayız. Gelelim zihnimize, eğer zihnimiz tek başına olsaydı ve kendisi dışında hiçbir şey anlamamış olsaydı, tabii ki anlayışımız çok daha kıt olurdu. O halde kendimizin dışında bize yararı dokunacak ve bu nedenle istememiz gereken pek çok şey söz konusudur. Bunların içinde doğamızla tamamıyla uyumlu olanın en mükemmel olduğunu düşünürüz. Örneğin, tamamen aynı doğaya sahip iki birey birbirleriyle birleşse her birinden daha güçlü bir birey oluşur. Öyleyse, insana insandan daha yararlı bir şey yoktur; demek istediğim, insanların kendi varlıklarını korumak için arzulayabilecekleri en makbul şey, herkesin zihinleriyle ve bedenleriyle her konuda âdeta tek zihin ve beden oluşturacak şekilde uyuşması ve herkesin elinden geldiğince kendi varlığını korumaya çalışması, herkesin hep birlikte hepsinin ortak yararına hizmet edecek şeyi yapması.”

Kitapta birbirini ardışık takip etmeyen bu üç önerme bir araya gelince bize ne söylüyor? Her şeyden önce, konu ettiği bedenler gibi Etika’nın kendisi de belli oranlara göre bir araya gelmiş, bir dalga gibi birbirini büyüten ve destekleyen önermelerden, tanımlardan ve notlardan oluşuyor ve diyebiliriz ki bir dalga gibi büyüyen bir hıza, hareketlilik prensibine, -ve diğer her şey gibi- bir ritme sahip: bir başlangıcı ve sonu olan ama bunların asla çizgisel bir şekilde gelişmediği, başı ve sonu kapanmamış bir güç derecesi olarak Etika… Önermelerin (ve kitabın beş bölümünün her birinin) kendine ait belli güç dereceleri olsa da birbirlerine yaptıkları göndermelerle, sıçramalarla, farklı önermelerle ördükleri bambaşka ağlarla taşlaşmamış bir akış sergiliyorlar: asla baştan, sıfırdan başlanmayan, bir tabula rasa oluşturmayan, arasına karışılan, ortasına yerleşilen bir ritme sahip bir beste.[3]

Peki ritimle Spinoza’da neyi kastediyoruz öyleyse? Ritim, var olma ve eyleme kudretindeki bir artış (neşe) veya azalış (keder), yani duygulanımdır. Bir duygu yaşamın akışında bir uğrak değil, bir oluş halidir; tabiri caizse, yaşam çizgisindeki bir nokta değil, çizginin yukarı veya aşağı seyredişidir. Duygulanım, bedeni uzay-zamanda üç boyutlu olmaktan kurtaran, onu genişleten dördüncü boyuttur. Dolayısıyla duygulanım, ritim gibi, daima iki şey arasında gerçekleşir: etkilenen ve etkileyen bedenler arasında. Duyguların salınımında (fluctuatio animi) hareket eden, karşılaşmalara endeksli duygusal otomatlar olarak yolda karşılaştıklarımıza, kulağımıza çalınan müziğe, karnımızı doyuran, midemizi bulandıran, bizi zehirleyen şeylere, âşık olduğumuz ve kalbimizi kıran kişilere dair fikirlerimizden türeyen duygulardan etkilenmeye mahkûm haldeyizdir. Sevgi, örneğin, böylesi bir dış nedenin fikri eşliğinde duyulan neşeye tekabül ediyor: sevmek, var olma ve eyleme kudretini artıran dışsal bir şeyin ritmine dahil olmak, ritmine dahil etmek, birlikte bir titreşim ve ritim üretmek, yaymak, çoğaltmak, birlikte bir besteye dönüşmek, neşelenmek… Ve Spinoza’nın etiği tam da bu sevgi nesneleriyle karşılaşmaları çoğaltmak anlamına geliyor. Ve elbette bu politik bir anlamı da açıkça ihtiva ediyor.

Politiktir, çünkü ritim daima bizi büyüten, taşıyan, diyaloğa girip birlikte büyüttüğümüz bir şey değildir. Spinoza’nın dördüncü kitapta bir aksiyom olarak belirttiği üzere, “doğada hiçbir şey yoktur ki bir başkası ondan daha güçlü ve daha cesur olmasın. Var olan her şey ne olursa olsun onu yok edebilecek kadar güçlüsü de vardır”. Diyalog değil monolog dayatan, sesimizi bastıran daha güçlü (neşelendirici değil, kederlendirici) ritimler de vardır öyleyse: iktidarların tüm sesleri bastıran gürültüsü, totaliter ve monoton sesi… Barthes’tan alırsak, iktidar ve ritim arasında özlü bir bağ vardır. Bir iktidar, esasen, her şeye bir ritim dayatır: yaşama, zamana, düşünceye, dile, bedene… Bu noktada ritmi basitçe sadece harmoni ile birlikte düşündüğümüzde tam da bir iktidar tuzağına düşmüşüz demektir. Ritim, harmoni demek değildir. Ritim, asla bir bandoya eşlik eden askerî bir yürüyüş formunda değildir. Zamanın, mekânın ve zaman-mekânda olanların hiçbirinin dışarı taşmamacasına iç içe geçtiği, üst üste kapatıldığı, herhangi başka bir mekân ve zamana sıçrama ve taşma imkânı olmayan kapalı bir düzenek değildir ritim. Ritim kendi içine kapanan bir şey değildir. Ritim, Bachelard’ın işaret ettiği üzere, “ritmik olmak”, “tekrar etmek” demek değildir kesinlikle: ritim daima ritim kaynağı olan şeyden öte bir düzlemdedir, hatta ritim bir düzleme yerleşmez, iki düzlem arasındadır; homojen bir zaman-mekânda işlemekten ziyade, tam da heterojen zaman-mekân blokları arasında kurulur; heterojen bloklar arasındaki kapanmamış, doldurulmamış ve bu farklı blokların farklılığını sağlayan aralıktadır. Ritim aynılık ve aynının tekrarı değil, tam da farklılık ve yeninin üretimidir.

*

Bir bedenin gücünün neye yetip yetmediğini bilmiyoruz… Bu soru Spinoza’yı meşgul ettiği gibi tüm iktidarları da meşgul ve tedirgin etmiş görünüyor. İktidarlar bu soruyu kendilerine sorarken onları tedirgin eden, korkusuz bir bedenin gücünün neye yetip yetmediğini asla bilemeyecek olmalarıdır. Çünkü biliriz ki korkusuz bir beden her şeyi yapabilir. Köşeye sıkışmış uysal bir kedi bile bir anda sizi tırmalayabilir… Artık kaybedecek hiçbir şeyi olmayan borçlu birisi bir anda bir bankayı ateşe verebilir… Ya da kitleler, her an çığırından çıkabilir; o yüzden onları “kitle” olmaktan çıkarıp “nüfus”, “vatandaş”, “halk” olarak kodlamak gerekir. Neredeyse bütün bir bilimsel üretim alanının (sosyoloji, istatistik, biyoloji, coğrafya vs.) tam da bu “bilgisizlik” haline çözüm üretmek için “korkusuz bedenlerin neye cüret edebileceklerini bilmeliyiz” sorusu etrafında geliştiğini, iktidarın en çok yaşamdaki bu belirsizliklerden, rastlantısallıklardan çekindiğini Foucault çok güzel gösterir.[4] Ve bu soruyla kol kola elbette şu soru gelecektir: Bedenleri neyle, nasıl korkutup yönetilir kılabiliriz?



[1] Mauss, M. (1973). ‘‘Techniques of the body’’, Economy and Society, 2:1, s. 70-88.

[2] Gilles Deleuze (2005), Spinoza: Pratik Felsefe (çev. Ulus Baker), Norgunk Yayıncılık, s. 133.

[3] Spinoza: Pratik Felsefe, s. 133.

[4] Michel Foucault. Society Must Be Defended: Lectures at College de France, 1975-76.