Blaire French’in 1998’de yayımlanan romanı The Ticking Tenure Clock’ta, ana karakter, genç bir siyaset bilimi hocası, “Solun Yetimleri”ni, hayvan hakları aktivistleri hakkındaki bir kitabı tamamlama mücadelesi veriyor. French’e göre, 1990’larda hayvan hakları aktivistleri kendilerini savunmasız olanı iktidar sahiplerinin sömürüsünden korumayı hedefleyen ilerici bir ailenin parçası olarak görüyordu. Yine de bu ailenin diğer parçaları tarafından dışlanmış, reddedilmiş hissediyordu.
Yirmi sene geçmesine rağmen durum hâlâ değişmiş değil. Çeşitli sosyal adalet temelli hareketlerin taraftarları, düzenli olarak birbirlerine yönelik desteklerini ifade ediyor. Mesela feminist örgütler sıklıkla Black Lives Matter (Siyahların Yaşamları Değerlidir) hareketine, göçmen haklarına veya eşcinsel haklarına yönelik destekte bulunuyor. Fakat hayvan hakları grupları bu ilerici dayanışma çemberinin dışında kalıyor. Aimée Dowl’un belirttiği gibi, “Birleşik Devletler’deki hiçbir büyük feminist organizasyon, hayvan hakları meselelerine yönelik herhangi bir komite tahsis etmiyor, internette bu meseleler için alan açmıyor ve bunlara yönelik politikalara sahip değil”. Aslında, John Sanbonmatsu’nun işaret ettiği üzere “Sol hareketler, çok az istisna haricinde, tarihsel olarak insan dışı canlılara yönelik insan şiddeti konusunda kayıtsız kaldı”.
Bu ilgisizlik, birçok hayvan hakları aktivisti için bir hüsran ve bilinmezlik kaynağı olmuştur. Açıklamanın bir parçası basitçe bencilik ve atalettir. Toplumlarda hayvanların araçsallaştırılması, hazların istikrarlı bir akışını mümkün kılar -sıklıkla ne yediğimiz ve ne giydiğimizle yakından ilişkili hazlar- ki bunlar insanların kimliği için merkezîdir. Öyle ki, insanlar toplumlarda hayvanlara yönelik davranışların ahlâken şüpheli olduğunu fark ettiğinde dahi, bakışlarını sorundan uzaklaştırmak için çeşitli “ahlâki kopuş” teknikleri uygular.
Fakat solun hayvan haklarına mesafesinde çıkar ve ahlâki kopuştan daha derin bir şey var. Hayvan haklarını gündeme ve dikkate almak, yalnızca insanların kimliklerini ve hayat tarzlarını zora sokmaz; aynı zamanda sol politikanın merkezî yapıtaşlarından birini de zora sokar: hümanizmi.
Burada hümanizm fikri, insanlığın değerinin tam da “hayvanlıktan” farklı oluşuna dayanır. Çünkü temelde bizler hayvanlardan farklı ve onlardan üstünüzdür; bizim tabiatımız gereği değerimiz ve temel haklarımız vardır. İnsanların hayatını değerli kılan şey, diğer hayvanlarla paylaştığımız bir değer değil. Ondan ziyade, bizim “ayırt edilmiş” insan olma yetilerimizdir -rasyonalite, ahlâk ve otonomi gibi.
Bu hümanist çerçevede, insan onuruna saygı tam da insanlara hayvanlardan daha iyi davranmaya dayanır. Bunun aksine, insan onurunu ihlal etmek, kişiye “hayvanmışçasına” muamele yapmak şeklinde tanımlanıyor. Bu bağlamda hümanizm türler arası hiyerarşiye; insanı hayvan karşısında üstün bir konumda tutmaya dayanıyor. Bu yüzden, daha tutarlı bir kavramla “insan üstünlükçülüğü” olarak anılabilir.
Hümanist üstünlükçülük elbette ki yalnızca sola özgü değil. Batı’da politik spektrumda, Yahudi-Hıristiyan geleneğin derinliklerindeki köküyle, geniş bir çerçevede görülebilir. Birçok açıdan, uzun süredir devam eden dinsel fikirlerin bir parçası olan, insanların Tanrı’nın bir yansıması, parçası olarak biricik yaratıldığı fikrinin basitçe seküler bir yorumu. Mamafih, solun hümanizme bağlılığı, dehümanizasyon’un yirminci yüzyılda sosyal adalet mücadelesinde oynadığı merkezî role bağlı olarak güçlendirildi.
Aslında, yirminci yüzyılın büyük adaletsizliklerinin çoğu dehümanizasyonu kapsıyor. Yahudilere, siyahlara, göçmenlere, eşcinsellere, engelli insanlara ve diğer “öteki”lere tam olarak insan değilmişçesine davranıldı. Giderek artan sosyal bilimsel kanıtlar, hâlâ toplumdaki birçok farklı grubun dehümanize edildiğini onaylıyor. Elbette ki dehümanizasyona uğrayan gruplar kelimenin tam anlamıyla Homo sapiens türünün bir parçası değilmiş gibi görülmüyor; daha ziyade, insanları hayvanlardan ayıran o “ayırt edilmiş insan” özelliklerine tam olarak sahip olmayan varlıklar olarak görülüyor.
Spesifik olarak, günümüzde ötekilerin insanlarla hayvanlarda ortak bulunan temel içgüdülere dayanarak hareket ettiği düşünülüyor -mesela haz veya korku- fakat ötekilerin vicdan ve şükran gibi “ayırt edilmiş insan” özelliklerini sergilemesi daha az olası görülüyor. Bu durum ayrımcılık ve önyargıya yol açıyor. Fakat aynı zamanda bu, ötekilerin, hayvanlar gibi güç kullanılarak kontrol edilmesi gerektiği kabulüne dayandığı için, ötekileri şiddete karşı daha savunmasız hale getiriyor.
Dehümanizasyonla mücadele etmek bu yüzden sol için merkezî bir mesele ve birçokları tarafından insan üstünlükçülüğü bu mücadele için gerekli esas araçlardan biri olarak kabul ediliyor. Bazı grupların tam olarak insan olmadığı algısına karşı mücadele etmenin en iyi -ve belki de tek- yolu, insanlar ve hayvanlar arasındaki radikal süreksizliği vurgulamak: Yani insan kutsallığını yeniden öne sürmek.
İnsan üstünlükçülüğünün dehümanizasyona karşı mücadeleye yardım ettiği fikri, solun İkinci Dünya Savaşı’ndan beri aldığı stratejik kararların çoğunun zeminini oluşturuyor. Claire Jean Kim’in gösterdiği gibi, Afro-Amerikan sivil haklar hareketi, 1950’lerde dehümanize edici ırkçılığa karşı mücadele etmek için, türler arasındaki çizgiyi kutsamaya yatırım yapan düşünülmüş taşınılmış bir seçim yaptı. Ve 1960’lardan itibaren çoğu sosyal adalet hareketi, aynı hümanist stratejiyi takip etti. Bu hareketler arasında kadın hakları, eşcinsel hakları ve engelli hakları için mücadele eden hareketler örnek gösterilebilir.
Bu, hayvan hakları aktivistlerinin niçin solun kimsesizleri olarak kaldığını açıklıyor. Hayvan hakları için paradigmatik sav, insanlar ve hayvanlar arasındaki sürekliliğe dayanıyor; dehümanize edilmiş grupların haklarını korumak için kullanılan paradigmatik sav ise insanlar ve hayvanlar arasındaki radikal süreksizliğe dayanıyor.
Bu uçurumun üstesinden nasıl gelineceğini görmek kolay değil. Fakat bu uçuruma köprü kurmak için gittikçe büyüyen bir ilgi var.
Bunların bir sebebi, günümüz Darwin-sonrası dünyasında üstünlükçülüğü savunmanın zor olması. Darwin’in evrim teorisi, insanlar ve diğer hayvanların çıkarları ve kapasiteleri açısından sürekliliği gösterdi. Eğer insanlar diğer primatlarla ortak soyu paylaşıyorsa ve bizlerin şempanzelerle %98,8’lik DNA ortaklığı varsa, insanların hayatını kıymetli veya saygıdeğer yapan neyse, bu neredeyse kesin bir biçimde diğer hayvanların hayatı için de benzerdir.
Bu uçurumun üstesinden gelmek için ikinci bir sebep de solun, hayvancılığın çevresel bir felaket olduğunu ve bunun sonuçlarına orantısızca en yoksul kesimlerin katlanacağı teşhisini koymuş olmasıdır. Yani, solun ete dayalı beslenme rejiminden bitkisel beslenmeye geçişin tarafını tutması gerek: Hayvan endüstrisi üzerinden elde ettiğimiz haz akışını kesmemiz lazım.
Fakat her şeye rağmen belki de böyle bir köprü kurmanın en önemli sebebi, insan üstünlükçülüğün dehümanizasyonla mücadele etmek için efektif bir strateji olmaması olabilir. İnsan üstünlükçülüğünün dehümanizasyon problemini hafifletmek yerine ağırlaştırdığını işaret eden kanıtlar gittikçe artıyor. İnsanların, hayvanlardan üstün olunduğuna daha fazla inanması demek, bu insanların göçmenleri, kadınları ve etnik azınlıkları dehümanize etmesi eğiliminin yükselmesi anlamına da geliyor.
İlginç bir şekilde, türler arası hiyerarşi ve dehümanizasyon arasındaki ilişki yalnızca bağıntısal değil, nedenseldir. Örneğin, çalışmalarda katılımcılara insanların hayvanlardan üstün olduğuna yönelik kanıt sunan bir gazete yazısı verildiğinde, sonuç bu insanların “ötekilere” yönelik daha fazla önyargı ifade etmesi oluyor. Bunun aksine, insanlarla hayvanlar arasında değerli özellikler ve duygular açısından bir süreklilik olduğuna dair kanıt sunan gazete yazısı verilenler, dış gruplara eşitlik atfetmeye daha eğilimli oluyor. Kısacası, insanlarla hayvanlar arasındaki statü farkını indirmek, önyargıyı azaltmaya yardımcı oluyor ve tüm insan gruplarının eşit olduğu inancını güçlendiriyor.
Bu durum, insan üstünlükçülüğünün dehümanizasyona karşı mücadelede yalnızca gereksiz olmadığını, aynı zamanda ters etki yaptığını gösteriyor. Bu da, hayvan haklarının sosyal adalet hareketleri ailesine dönmesi umudunun önemli ölçüde yükseldiğini anlamına geliyor. Kadınların, etnik azınlıkların ya da engelli insanların haklarını savunmak için hayvanları ortada bırakmamıza, göz ardı etmemize gerek yok. Doğrusu, türler arası hiyerarşiyle mücadele ve insanlar arası hiyerarşiyle mücadele karşılıklı biçimde birbirini destekler, sıfır toplamlı değildir.
Şüphesiz, bir ailenin uzun süreli bir dargınlıktan sonra yeniden bir araya gelmesini sağlayan şeydeki gibi, bu da sağlam bir çaba ve iyi niyet gerektir. Nasıl sosyal adaletçi hareketler hayvan hakları hareketini sahipsiz bırakmaya çok meraklı olmuşsa, hayvan hakları hareketinin de zaman zaman cinsiyetçi, ırkçı ve engellileri gücendiren mecazları yeniden üreten retorik ve stratejileri sahiplendiği de doğrudur.
Hayvan hakları savunuculuğu, kendisinin toplumsal cinsiyet temelli ve ırksal hiyerarşilerdeki rolünün farkında olup bundan sorumlu tutulmalı; tıpkı toplumsal cinsiyet ve ırksal eşitliğin hayvanlar üzerindeki etkisinin farkında olup sorumlu tutulması gerektiği gibi. Bu “müşterek ikrar etiğini” kurmak zor olabilir; fakat hayvan hakları solun kimsesizi olarak kalmaya devam ederse, bu durumun sonucu yalnızca hayvanlar için değil, aynı zamanda insanlar ve gezegenimiz için de korkunç olacaktır.
Çeviren: Efehan Kök
Bu yazı, New Statesman'dan alınmıştır.