Bir “Olay”ın Dördüncü Yılı: Barış İçin Akademisyenler

Geride bıraktığımız hafta sonu Barış İçin Akademisyenler bildirisinin dördüncü senei devriyesiydi. “Bu suça ortak olmayacağız! Em ê nebin hevparên vî sûcî!” başlıklı bildiri 11 Ocak 2016’da açıklanmıştı kamuoyuna. Bildirinin içeriği, ses tonu, imzacılarının sayısı ve profili, müdahil olduğu çatışmanın mahiyeti ve elbette sonrasında yaşanan linç furyası ―tüm bunlar bildiriyi çok geçmeden sadece üniversite tarihimiz açısından değil, yakın siyasal tarihimiz açısından da külliyen bir “olay” haline getirdi. Bildirinin dördüncü yılı vesilesiyle, BAK vakasının bir tür muhasebesini yapmakta fayda var. Elbette kuşatıcı olma iddiası taşımayan, yaşananların dökümünden[1] ziyade anlamına ve “olay”ın zaman içinde neleri görünür kıldığına eğilen bir muhasebe...

Zulme Zulüm Demek

Bildirinin performatif karakteriyle başlayalım. İnternet ortamında aleni olarak imzaya açılması, bir basın toplantısıyla duyurulması, eleştiri ve taleplerini kamu otoritesine yöneltmesi, fakat aynı zamanda şu veya bu makama değil de genel olarak kamuoyuna hitap etmesi bakımından, baştan itibaren bir metin olmaktan fazlasıydı bildiri. Zulmün adını koyan ve zulme itirazı sahneleyen/seslendiren bir kamusal performanstı.

Nitekim, gerek devlet nezdinde yol açtığı teyakkuz hali, gerekse ilham verdiği yurttaş inisiyatifleri  (Barış İçin Sinemacılar, Barış İçin Kadınlar, Barış İçin Gazeteciler, Barış İçin Tribünler, Barış İçin İşsizler gibi isimlerle sosyal medyada örgütlenerek kendi barış bildirilerini imzaya açan yurttaş inisiyatifleri) düşünüldüğünde, bildirinin yarattığı büyük etki, kamusal alanın bütünüyle güvenlikleştirildiği koşullar altında farklı ve gerçek bir kamusal performans sergileyebilmiş olmasında saklı.

Bu performansı, sokağa çıkma yasakları döneminde yaşananları layıkıyla adlandırması bakımından bir hakikat ve tanıklık performansı; kamu otoritesine yönelik normatif eleştirileri, hukuksal ve siyasal talepleri, ayrıca bu eleştiri ve talepleri dile getiren ses tonu açısından bir itirazcı yurttaşlık performansı; sessiz kalmayı suç ortaklığı addeden ahlâki taahhütleri açısından da bir sorumluluk performansı olarak tarif etmek mümkün.

Her üç performans tipinin de aslında yeni olmadığını ve eleştirel akademisyen figürünün 1990’lı yılların başından itibaren kamusal alana müdahil olma pratikleri içinde biçimlendiğini kaydedelim.[2] Bildirinin, çoğu birbirinden habersiz, kalabalık ve heterojen bir akademisyen grubu tarafından imzalanmasını mümkün kılan şeylerden biri de, yaşananların vahameti kadar, böyle bir vahamet karşısında konum alabilen eleştirel akademisyen figürünün tarihsel formasyonuydu aynı zamanda. Dolayısıyla BAK vakasının, Türkiye’de akademinin eleştirel potansiyelini açığa vuran, görünüşe çıkaran bir vaka olduğunu vurgulamak ―ve zinhar unutmamak― gerekir.

Suç Ortağı Olmama Ahlâkının Soykütüğü

Bu eleştirel potansiyelin Kürt/Türk sorununun tarihsel seyrindeki ağır bir kırılma ânında ve bilhassa “suça ortak olmama” şiarı etrafında kristalize olması ise münhasıran önemli. 2.210 akademisyen ―ki Ermeni soykırımı, Kürt sorunu gibi meselelerin tabu sayıldığı devletçi/Türkçü üniversite geleneğimiz düşünüldüğünde son derece yüksek bir sayıdır bu― nasıl oldu da BAK bildirisinin imzacısı olarak buluşabildi?

Kendisi de bildirinin imzacılarından olan Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi kitabının son bölümünde bu soruya eğiliyor ve İsmail Beşikçi’den Barış İçin Akademisyenlere uzanan süreci, Türkiyeli muhalif entelektüellerin “görme, duyma, bilme, ilgilenme” biçimlerindeki bir dönüşümün tarihi olarak tahlil ediyor: “Görmeme, duymama, bilmeme, ilgilenmeme imtiyazları ve güçleri ellerinden alındıkça (...) çok sayıda akademisyen, Türklük Sözleşmesi’nin dışında kalanları görmeye, duymaya, bilmeye, onlarla ilgilenmeye başladı. Bu yeni bilgilenme ve ilgilenme biçimleri, beraberinde yeni duygulanma biçimleri de yarattı. (...) Dolayısıyla, Türklük Sözleşmesi’nin (...) dışında oluşan yeni bir ahlak ve bu yeni ahlaka göre eylem hatları izleyen yeni özneler söz konusu.”[3]

BAK vakasının gösterdiği en mühim şeylerden biri, Türklük Sözleşmesi’ne aykırı davranmanın ağır bedellerine rağmen, geniş bir akademisyen/entelektüel topluluğunun artık Türklük adına işlenen suçların sessiz ortağı olmayı kabul etmediği/edemediği. Bu ahlâki vurgunun BAK davalarındaki savunmalarda defaaten dillendirildiğini ayrıca belirtelim.

Siyasal Bir Talep Olarak Barış

Bildirinin, imzacıları bir araya getiren siyasal ağırlık merkezi ise elbette barış talebiydi. Levent Köker, bildirinin dördüncü yıldönümü vesilesiyle İzmir Dayanışma Akademisi’nin geride bıraktığımız hafta sonu düzenlediği konferansa “barış hakkı”nın siyasal ve hukuksal anlamını tartışarak ve bildirinin maddi içeriğini bu minvalde yorumlayarak başladı mesela ―ve haklı olarak, bu maddi içeriğin, ifade özgürlüğü tartışmalarının gölgesinde kalmaması gerektiğini vurguladı.

Bu vurgunun izinden giderek, BAK bildirisindeki barış talebini aynı zamanda siyasal olanın mahiyetine dair bir müdahale olarak da okumak mümkün ve gerekli.

Aslına bakacak olursak, bildiriye yönelik devlet tepkisi, en başından itibaren tam da böyle bir okumaya dayanıyordu bir anlamda. Cumhurbaşkanının BAK bildirisini en üst perdeden güvenlikleştiren ve suçlulaştıran konuşmaları (“ya devletin yanında olursunuz ya da teröristin ve terör örgütünün yanında olursunuz”), dost/düşman ayrımını ve bu ayrıma mündemiç daimi çatışmayı siyasal eşyanın esası olarak gören bir bakış açısını yansıtır.

Buna karşılık, BAK bildirisindeki barış isteme iradesi bambaşka bir bakış açısından besleniyor. Dost/düşman ayrımına dayalı bir çatışma etkinliği olarak değil, müzakere ve tartışmaya, haklara, yurttaşlar topluluğu olarak müşterek geleceğimizi kendi kolektif eylemimizle şekillendirebileceğimiz varsayımına dayalı bir kurucu etkinlik olarak siyaset...

BAK bildirisi ve bildirinin barış talebi, acil ve yakıcı bir gerçekliğe müdahil olmanın yanı sıra, siyasetin kurucu gücüne ve anlamına duyulan inancın ifadesidir aynı zamanda.

Üniversiteler ve Baskıda Özerklik

Üniversitelere, daha doğrusu üniversitelerin BAK vakasındaki performansına gelecek olursak... Bildirinin ilk gününden itibaren, Türkiye’de üniversitenin özerk bir müessese olmadığı, her daim bir devlet kurumu ve gerektiğinde bir karakol yahut ceza kolonisi olarak işlediği gerçeğiyle bir kez daha karşılaştık. Üniversite yöneticileri ve çok sayıda milliyetçi/muhafazakâr “meslektaş”, Barış İçin Akademisyenlere yönelik tedhişin örgütleyicisi, katılımcısı, işbirlikçisi olarak üstlerine düşen vazifeyi ifa ettiler. Bunlar olurken, diğer meslektaşlarımızın çoğu ―artık meşreplerine göre― seyretmekle veya görmezden gelmekle, kem küm etmekle veya ortadan kaybolmakla meşguldü.

Bu tür bir eşgüdümlenme (eğer isterseniz Türk tipi Gleichschaltung), üniversite tarihimiz açısından yeni bir şey değil kuşkusuz. Yeni olan ve Türkiye’nin geçirmekte olduğu siyasal dönüşümün bünyevi hususiyetleri bakımından anlaşılması gereken şey, BAK vakasının görünür kıldığı baskıda özerklik örüntüsü ve bu örüntünün işaret ettiği belirsizlik yaratma kapasitesi.[4]

Baskıda özerklik kavramlaştırması, ihlalci pratiklerin icrasında üniversite yönetimlerinin geniş bir takdir marjına sahip olmalarını anlatır. Siyasal iktidarla “irtibatı ve iltisakı” olan üniversite yöneticilerinin, kime hangi hukuksuzluğu yapacakları konusunda, nasıl ve ne zaman yapacakları konusunda kendi inisiyatifleriyle hareket edebilmelerini anlatır. Nihayet, bunun caiz ve makbul olmasını, telkin ve teşvik edilmesini, rektörlerden kendi “zihni inkilapları” uyarınca “gereğini yapmaları”nın beklendiğini anlatır.

BAK vakasının seyrine baktığımızda, tek tek üniversitelerin kurumsal pratiklerinde bu “özerkliğin” nasıl tezahür ettiğini açıkça görüyoruz. Aynı bildirinin imzacıları, aynı mevzuata tabi olan farklı üniversitelerde birbirinden çok farklı uygulamalara muhatap oldular. Çok az sayıda üniversite ―hukuktan geriye kalmış kırılgan imkânlara tutunarak― disiplin soruşturması açmaya yanaşmazken, imzacıların bulunduğu üniversitelerin büyük çoğunluğu disiplin soruşturmaları başlattı; bazıları kendi bünyesindeki bütün imzacılara, bazıları ise imzacıların bir kısmına soruşturma açtı.[5] Üstelik soruşturmalar sonucunda verilen cezalar da birbirinden çok farklıydı. Kimi üniversiteler “uyarı” veya “kınama” cezası ile yetinirken, diğerleri imzacıların kamu görevinden çıkarılmalarını talep ettiler. Ancak OHAL’den önce nispeten düşük cezalar veren üniversiteler bile OHAL döneminde tutum değiştirerek imzacı akademisyenleri ihraç listelerine eklemekte beis görmediler.

Bu “dinamik şekilsizlik” 1980 sonrasında Türkiye üniversite sisteminin alameti farikası olan bürokratik merkeziyetçilikten farklı bir kurumsal işleyiş kipine işaret ediyor ve üniversitenin mevcut koşullarda sadece bir “devlet kurumu” olarak değil, fakat rejimin dönüşümüne paralel biçimde bir “ikili devlet” kurumu olarak işlediğini gösteriyor.[6]

Kendini Adlandırmanın Gücü

BAK bildirisi üzerine yaşananları, akabinde OHAL dönemindeki kitlesel akademisyen ihraçlarını,[7] üstelik tüm bunlar karşısında “üniversite camiası”nın kesif suskunluğunu düşündüğümüzde, haliyle, Türkiye akademisinin eleştirel potansiyeli (daha doğrusu bu potansiyelin geleceği) konusunda iyimser olmayabiliriz. Öte yandan, buna karar vermek için henüz erken olduğunu söylemek de mümkün, hatta gerekli. İki nedenle.

Birincisi, üniversite tarihimizin diğer tasfiyeleri gibi BAK tasfiyesi de siyasal rejimin yeniden yapılandığı, olağan siyasetin yerine olağanüstü siyasetin geçtiği bir anayasal kriz momentinde gerçekleşti. Buna mukabil, söz konusu krizin sona erdiği, yeni rejimin konsolide olup müesses nizam haline geldiği ve istikrarlı bir statüko tesis edebildiği söylenemez. Dolayısıyla, üniversite kurumuna bugün itibarıyla giydirilmiş olan deli gömleğinin uzun vadede kalıcı olup olmayacağını bilmiyoruz.

Bu durum, elbette, mevcut tahribatın ağırlığını değiştirmiyor; fakat her şeye rağmen üniversitenin de bir toplumsal/siyasal mücadele alanı olduğu ve olmaya devam edeceği anlamına geliyor.

İkinci neden ise BAK vakasının, onu hem üniversite tarihimizin önceki tasfiyelerinden hem de OHAL dönemindeki diğer tasfiyelerden farklılaştıran bir hususiyetiyle ilgili: Barış İçin Akademisyenler kendi adlarını ―ve kendi eylemlerinin adını― kendileri koydular ve iktidarın aksi yöndeki tüm çabalarına rağmen de kendi adlarıyla anılmaya devam ediyorlar.

Bu durum, bir yönüyle, BAK vakasının iktidar tarafından öğütülemediğini ve indirgenemez bir mahiyet kazandığını gösteriyor. Diğer yönüyle de her gerçek “olay” gibi BAK vakasının da kendisini meydana çıkartan koşullardan nispi olarak bağımsızlaştığına, bu koşulların ötesine geçen bir tarihsel mevcudiyet, geleceğe tesir gücü olan bir emsal haline geldiğine işaret ediyor.

Üniversite tarihimizdeki böylesi bir mevcudiyetin Türkiye’de akademisyen olmanın anlamına dair nasıl bir iz bırakacağını, uzun vadede onu nasıl değiştirip dönüştüreceğini şimdiden kestirmek mümkün değil. Her halükarda, Barış İçin Akademisyenleri mümkün kılan tarihsel birikimin, “olay”ın kendi tesirinin ve belki de en önemlisi BAK vakası etrafında şekillenen dayanışma, özneleşme ve öğrenme süreçlerinin geleceğe taşınacağını varsayabiliriz.

BAK Davaları ve Akademisyenlerin İfade Özgürlüğü

Son olarak, BAK davalarına dair bir not... Davalar kuşkusuz çok farklı yönleriyle irdelenebilirler; ancak başka her ne olursa olsun, bunlar aynı zamanda akademisyenlerin yargılandığı davalar ve dava konusu olan şey de yargılananların akademisyen olmak sıfatıyla kamusal alanda ne söyleyip söyleyemeyecekleri.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca hazırlanan Barış İçin Akademisyenler iddianamesine baktığımızda, akademisyenlerin ifade özgürlüğünün genel olarak yurttaşların ifade özgürlüğünden daha dar sınırlara tabi tutulması gerektiğini savunan bir bakış açısıyla karşılaşıyoruz. İddianame bu açıdan iki kritik pasaj içeriyor.

Birinci pasajda, bildirinin “bilimsel çalışmalar yaptıklarından dolayı toplumda fikirleri dikkate alınan ve akademisyen sıfatını taşıyan kişiler tarafından” imzalanmış olması, “devlet yetkililerinin ister istemez ülkede terör faaliyetlerinin yoğunlaşmasından endişe etmelerine” neden olan özel bir faktör olarak zikrediliyor. Başka bir deyişle, bildirideki görüşleri başkalarının değil de akademisyenlerin dile getirmiş olması, devlet yetkililerinin özellikle teyakkuza geçmesini haklılaştıran bir durum sayılıyor.

İkinci pasajda ise akademisyenlerin “bilim insanı sıfatını taşımalarından dolayı sahip oldukları özel rol gereği” devlete yönelik eleştirilerinde bilhassa dikkatli olmaları gerektiği; sadece “yasalarda belirlenen eleştiri sınırları içerisinde” değil, fakat aynı zamanda “Türkiye Cumhuriyeti’nin haysiyet, şeref, itibar ve haklarına saygı göstererek” konuşmak durumunda oldukları ileri sürülüyor. Yani akademisyenler söz konusu olduğunda, ifade özgürlüğünün daha dar sınırlara tabi tutulması gerektiği savunuluyor.

BAK davaları boyunca imzacılar ve avukatları, akademisyenlerin akademisyen olmak bakımından kamusal alanda diğer yurttaşlara göre daha kısıtlı bir ifade özgürlüğüne sahip olmaları gerektiğini varsayan bu yaklaşıma ısrarla karşı çıktılar ve akademisyen olarak taşıdıkları kamusal sorumluluğun bir sakınma sorumluluğu değil, aksine bir konuşma sorumluluğu olduğunu defaaten vurguladılar. Soru sormak, hakikatin peşinden gitmek, doğru olduğuna inandığı şeyi söylemek... Bunu akademisyen sorumluluğu saymak ve başka türlüsünü yapamaz olmak... Barış İçin Akademisyenlerin mahkeme salonlarında tekrar tekrar dile getirdikleri temalar bunlar. Dolayısıyla BAK davaları, kuşkusuz bir dizi başka çatışmanın yanı sıra, akademisyenlerin ifade özgürlüğü konusunda da iki karşıt perspektifin çatıştığı davalar.

Bu çatışma, malum, Anayasa Mahkemesi’nin BAK davalarında ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine karar vermesiyle, hukuken imzacılar lehine sonuçlandı. AYM’nin gerekçeli kararını okuduğumuzda, Mahkeme’nin bildiriyi genel olarak ifade özgürlüğünün koruması altında görmekle yetinmediğini, aynı zamanda imzacıların akademisyen olmalarından kaynaklanan spesifik gerekçelere de yer verdiğini görüyoruz.

Mahkeme “Türkiye’de ve dünyada devlet ve toplum hayatına ilişkin her türlü gelişmenin akademisyenlerin ilgi alanında bulunduğu” ve “akademisyenlerin kanaatlerini kamuoyuyla paylaşmasının ifade özgürlüğünün bir parçası olduğu” tespitinden sonra, şu argümanı ayrıca dile getiriyor: “Akademisyenlerin herhangi bir vatandaş gibi en kritik ve hassas politik meselelerde en güçlü görüşlere bile karşı çıkabilmesi diğer kişilerin görüşlerine göre daha etkili olabilir ve bu sebeple de bir toplum ve ülke için hayati derecede önemlidir.”[8]

Yani akademisyenler tarafından dile getirilen görüşlerin toplum nezdinde daha etkili olabilmesi, AYM’ye göre akademisyenlerin ifade özgürlüğünün sınırlanması için değil, aksine özel olarak korunması için bir zemin teşkil ediyor.

AYM kararının bazı üniversite yönetimleri tarafından, utanç verici (ama şaşırtıcı olmayan) bir tepkiyle karşılandığını da hep birlikte gördük. Aralarında İstanbul Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi ve Dokuz Eylül Üniversitesi’nin de olduğu bir dizi kurumun yöneticileri ―muhtemeldir ki kısmen YÖK’ün iteklemesi, kısmen de kendi şevkleriyle― “kınama” açıklamaları yayımladılar.

Bu tür açıklamaların bizzat üniversite yönetimlerince yapılabiliyor olmasının işaret ettiği yalın gerçek şu: Türkiye’de üniversite kurumunun an itibarıyla bir haysiyeti yoktur ve bu siyasal bir sorundur. Barış gibi, adalet gibi, müşterek geleceğimiz gibi, üniversite haysiyetinin de demokratik siyasetle inşa edilmesi gerekiyor.


*Bu yazı, TİHV Akademi bünyesinde hazırlanan Üniversitenin Olağanüstü Hali: Akademik Ortamın Tahribatı Üzerine Bir İnceleme (2019) başlıklı çalışmaya dayanıyor; yazının bazı kısımları söz konusu çalışmanın BAK vakasını konu alan 3. bölümünden uyarlanarak aktarılmıştır, bkz. https://tihvakademi.org/.



[1] Kronolojik bir döküm için bkz. TİHV Akademi, Barış İçin Akademisyenler Vakasının Kısa Tarihi (2019), http://www.tihvakademi.org/wp-content/uploads/2019/03/Barisicinakademisyenlervakasi.pdf.

[2] Nilüfer Göle, “Undesirable Public Intellectuals”, Globalizations 14/6 (2017), s. 877-883.

[3] Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi: Oluşumu, İşleyişi, Krizi (Ankara: Dipnot Yayınları, 2018), s. 351.

[4] Küresel bir fenomen haline gelen “hybrid” rejimlerin ve bu rejimlerde cisimleşen “yeni otoriterliğin” bilhassa “belirsizlik yaratma kapasitesi” bakımından klasik otoriterlikten farklılaştığı tezi, Nilgün Toker tarafından dile getirilmişti: “Yeni Otoriterlik Otoriterlik Midir?”, 3. Uluslararası Ege İnsan Hakları Okulu (İzmir: Yayımlanmamış Tebliğ, 18 Ekim 2019).

[5] Disiplin soruşturmalarındaki çeşitliliğin sarih bir analizi için bkz. Kerem Altıparmak ve Yaman Akdeniz, Barış İçin Akademisyenler: Olağanüstü Zamanlarda Akademiyi Savunmak (İstanbul: İletişim Yayınları, 2017).

[6] Bir faşist örüntü olarak “dinamik şekilsizlik” için bkz. Robert O. Paxton, Faşizmin Anatomisi, çev. Hakan Atay ve Hivren Demir Atay (İstanbul: İletişim Yayınları, 2014). “İkili devlet” için bkz. Ernst Fraenkel, The Dual State: A Contribution to the Theory of Dictatorship, çev. E. A. Shils (New York: Oxford University Press, 1941); Serdar Tekin, “Diktatörlük Kuramına Bir Katkı: Ernst Fraenkel ve İkili Devlet”, Birikim 354 (2018), s. 74-83.

[7] İhraç edilen akademisyenlerin maruz kaldıkları hak ihlalleriyle ilgili olarak, saha çalışmasına dayanan TİHV Akademi araştırması için bkz. Akademisyen İhraçları: Hak İhlalleri, Kayıplar ve Güçlenme Süreçleri (2019), https://tihvakademi.org/.

[8] Zübeyde Füsun Üstel ve Diğerleri Başvurusu [GK], B. No: 2018/17635, 26 Temmuz 2019, § 112 (italikler bize ait).