Ön tespit: Bu davanın gücü, güçsüzlüğünde, tutarsızlığında, gerçek bir iddianamesinin olmamasında. İyi kötü bir dava farsı oynamak için asgari bir çaba bile sarf edilmemesinde. Bir son mütalaa yazmak için duruşma dökümanlarına bir bakmayı bile zül addetmelerinde. Olabilecek en vurdumduymaz tavırla, bu kadar celsenin boşa geçtiği, hiç bir şey konuşulmadığı, konuşuldu ise de hiç bir kıymet-i harbiyesi olmadığının ilan edilmesinde. İki no’lu şeytan Aksakoğlu'nun üç kere düzeltilmiş işyeri bilgisinin göze sokmak istercesine son mütalaaya yeniden yanlış konmasında. Özensiz çalışmayı sanki bile isteye teşhir etmelerinde. Temel hukuk ve mantık bir kenara, basit maddi hataların bolluğunun keyfini çıkarmalarında.
Siyasi dava diye bildiğimiz şeylerde beğensek de beğenmesek, çok zorlama bulsak da, iddia makamının fiil ile fail arasında bir tür ilişki olduğu varsayımı zemininde olup bitmez miydi her şey? İddia ve savunma bir şekilde bu zemini paylaşırdı. İddianamede yer alan fillerin suç oluşturup oluşturmadığı mutlaka, konu olurdu, ama sıklıkla suçu ve suçluyu üreten kanuni dayanakları da tartışırdık. Sonra prosedür düzeyinde bir sürü hata bulurduk, delillilerin çarpıtılıp çarpıtılmadığını, tanıkları, ifadeleri tartışırdık. Siyasi davalarda hukuk mutlaka katledilirdi, ama bu katli, hukuksuzluğu yine hukuki zeminlerin içinde bir yerlerde tartışıyor olurduk. Bir de siyasi davalar siyasi konjonktürle alakalı olurdu. Devir değişince, şapkalar da değişebilirdi. Siyasi davalarda temel amaç ibret vermekti.
Kavala alındığında aklıma düşen kuşku, 9 ay sonra iddianame ortaya çıkınca netleşti: Bu iş bildiğimiz anlamda bir siyasi dava gibi görünmüyor. Neresinden tutsan elinde kalıyor. Dertleri gerçekten Gezi ile uğraşmak olsa elde “heba edilmiş bir dava”, “boşa geçirilmiş yıllar” var. Akıl şimdi mi başa gelir? O zamanın siyasi ortamı içinde sıcağı sıcağına ilk davaya katar idin Kavala'yı da, bu davaya delil diye getirilen dinleme kayıtları o zaman da elde idi nasılsa, topluca sallandıramasan da artık, yatırırdın hepsini. O dönem hem, çok daha uygun bir siyasi konjonktür de vardı, hazır sinmişti herkes. Bildiğimiz siyasi davalar böyle işlemiyor mu?
Madem “yeniden Gezi’ye dönelim” dendi, bu olayın tek bir organizatörü ve finansörü olabileceği iddiası olabilecek en zayıf iddia. Yargılanmış, beraat etmiş kişilerin yeniden aynı konuda bir iddianameye tıkıştırılması zaten herkesin aklına ilk ağızda şunu getiriyor: Kavala ile uğraşacaklar, Gezi’den başka bir şey de bulamadılar.
Daha, olası tek organizatör/finansör rolünü Osman Kavala'ya yıkmanın akıldışılığına gelemedik bile. Sorun gerçekten Osman Kavala'nın şahsı ise, bu ülkenin yaratıcı savcılarının en azından kendi kendilerini daha rahat inandıracakları bir şeyleri bulup çıkartacaklarını her vatandaş bilir. Hiçbir hukuk bilgisi olmayan bile görebilir: Burada, bildiğimiz siyasi davalara pek de benzemeyen garip bir şey var.
“Kamuya mâl olmuş kişileri korkuluk gibi dikip etrafına yarı doğru -ama ilgisiz- yarı uydurma delilleri mantolayarak davalar icat edilir. Dostlar alışverişte görsün türünden duruşmalar yapılır. Kişiler ve o kişiler nezdinde kafasına vurulup ‘adam edilmek’ istenen kurumlar karalanır. Sonuçta bu davalar vasıtasıyla güç ve bir yan ürün olarak para el değiştirir. Bu nevi operasyonları ilk düşünen ve icra eden sadece bizim devletimiz değil elbette. Latin Amerika’da var. Maşrik’ten Magrib’e mebzul miktarda var. Rusya’da bolcana.
Gazetecilik hayatımın tamamını hali hazırdaki rejimin unsurlarıyla geçirmiş biri olarak, bu tür davaların çoğunu adım adım, satır satır, binlerce, binlerce sayfa takip etmek durumunda kaldım. Kurgularını, bağlamlarını, delillerini, sanıklarını dilim döndüğünce, çalıştığım gazetelerin okurlarına anlatmaya çalıştım. Bu perspektifle şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Osman Kavala ve 16 sanığın yargılandığı Gezi davasının iddianamesi, duruşmaları ve geçen hafta yayınlanan savcılık mütalaası gibisini görmedim.”[1]
Bu kez, hukuk denen şey ile bağlar bildiğimiz alıştırıldığımız boyutun nitelikçe çok ötesinde bir kertede kopartıldı. Kavala/Gezi ilişkisi son derece çürük. Hatta gülünç. Öylesine çürük ki, hiç kimsenin kafasında iddianın haklı olabileceğine dair zerrece kuşku kalması ihtimali dahi yok.
Son iki celse ile hızlanan gelişmeler şunu düşündürtüyor. Davanın bu kadar uzamasının da, şimdi aniden bitirme menziline girmesinin de, başlıca bir nedeni var, o da AİHM kararının zamanlaması: Bu dava tam da böylesine sert bir AİHM kararını provoke ettirebilmek ve bu karar önlerine konduğunda, tam da bu keyif ve bu pervasızlıkla yok saymak için tasarlanmış gibi duruyor.
“… Türkiye’nin Avrupa’dan uzaklaşması türünden gayeler olduğunu düşündürüyor. İster istemez aklıma böyle şeyler geliyor. Şimdi de bütün bunlar bir araya gelerek Türkiye’nin demokratik dünyadaki yerini etkiler bir hal aldı bu dava … hatırlamakta da fayda var. Türkiye II. Dünya Savaşı’nı müteakip Avrupa konseyinin kurucu üyelerinden oldu. Hala da öyle elbette. AİHM’e bireysel başvuru hakkını tanımış bir ülke. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uymayan kanunların düzenlenmesi için girişimlerde bulunmuş bir ülke. Yani Türkiye Avrupa’nın bir parçası. Avrupa söz konusu olduğunda ‘onlar’, ‘biz’e karşı, onlar bize düşman’ söylemi elbette Türkiye’de çok yaygın. Halbuki ‘onlar’ ve ‘biz’ diye bir şey yok. Biz Türkiye olarak Avrupa kurumlarının bir parçasıyız. Dolayısıyla, eğer bu davanın altında, yapılan tüm bu hukuksuzluklar ve usulsüzlükler ile düşünüldüğünde, Türkiye’yi Avrupa’dan koparmak gibi bir amaç varsa, bu son derece radikal bir kopuş olacaktır. Bu davanın biraz bu perspektiften görülmesi ve ciddiye alınması gerektiğini düşünüyorum.”[2]
Alametler, eş-kurucusu ve parçası olduğumuz Avrupa Konseyi üzerinden Avrupa ile ilişkileri “germe ve tırmandırma”nın bu davada asli hedef olarak gözetildiğine işaret ediyor.
Sanıklar ile olay arasında kanıtlanabilir hiçbir bağlantının olmaması, sandığımız gibi hukukun katli falan değil, bu davanın tam da bile isteye aradığı şeyden ibaret. Provokasyonu mükemmel kılmak için iddia ne kadar saçma ve tutarsız, prosedür ne kadar hukuk dışı olur ise o kadar iyi. Öyle görülüyor ki, Gezi/Kavala çifti, her şeyden önce var olan iddia çerçevesinde net bir alakasızlığı temsil ettiği, uzun uzadıya irdelenmesi gerekmeyen çok bariz bir absürtlüğe denk düştüğü için, iddia makamının ise inanması ve inandırıcı olmak için çaba harcaması dahi gerekmediği için, bu davanın teması ve sanığı oldular.
Sadece bizler, sürece bildiğimiz, alıştığımız siyasi dava refleksleri ile bakmaktan bir türlü kopamadık: Ufku, içinde bulunduğu siyasal konjonktürle sınırlı, ve amacı da dava ettiği öznelere ibretlik cezalar vermekten başka bir şey olmayan, bunun için çaba gösteren ve genellikle de amacına ulaşan, örneğin barış akademisyenlerine açılan davalar türü siyasi davalardan nitelikçe farkını idrak etmekte zorlandık, “bu kadarı da olmaz”, “artık buradan döner” deyip durduk. Bunu da sonsuz örneğine şahit olduğumuz bir diğer hak daraltma, iyiliği cezasız bırakmama davası, bildiğimiz türden bir siyasi dava olarak görmek istedik. Oysa karşı cenahta “hodri meydan!” diyen, gemileri yakmış bir öznenin var olduğuna dair işaretler bir an bile eksilmemişti. Dosyayı götüren hukuki personelin görünürdeki iş kalitesi ile ters oranda güçlü bir siyasi irade sürecin arkasında duruyor. Bu iradenin devlet içi bir hesaplaşmanın kanatlarından biri olduğu ve bu dava etrafında sıkı bir koza örmeyi başardığı görülüyor.
Bildiğimiz türden, iç politikaya konjonktürel temelde ayar veren bir siyasi irade ve onun davası değil bu. Kavala/Gezi davası, başka bir şey: Uluslararası ilişkiler düzeyinde uzun vadeli rotalara müdahale potansiyeli, zemin bulur ise, iddiası ile ortaya çıkmış bir Siyasi Dava. Davanın her iki anlamı ile. Davanın mahkemede görülen kısmı, icabında tarihe yön vermek için kullanılabilir mühimmatın bir parçasından ibaret. Gezi-suç /Kavala-fail çifti tam da bu çerçevede, sembolik anlamları ile yeniden anlam kazanıyor, kıymetleniyor. Batı'nın algısı itibari ile, burada arzulanan türden bir eskalasyon politikası için daha uygun bir suç/fail çiftini icat etmenin zor olduğu aşikâr. Gezi vakası ve Kavala kişilikleri varlıkları ile tanrının birer lütfu. Kavala davası, yerel bağlamının ve bildiğimiz siyasi davaların olası sonuçlarının ötesine geçerek “Batı ile tarihsel hesap görme davası”na, tersten söylersek, "mahkeme üstünden Avrasya hamlesi”ne dönüşüyor.
Gezi/Kavala davası üzerinden AİHM ile gerginliği tırmandırma politikası son tahlilde Avrupa Konseyi ile ciddi bir kriz yaratma potansiyelini taşıyor: Kimsenin içinden nasıl çıkılacağını bilemeyeceği bir kalıcı siyasi kriz. Bu vesile ile, Avrupa Konseyi ile halihazırda bu çapta bir net kriz yaşayan yegâne ülkenin konseye 1996’da katılan Rusya Federasyonu olduğunu hatırlamakta fayda var. Gerekçesi malum Kırım'ın ilhakı. Kavala davası Türkiye'nin Kırım'ına dönüşebilir bir saatli bomba.
Türkiye ise yakın tarihte, benzer krizleri başka alanlar üzerinden diğer Batılı örgütlerle kurguladı: S-400 üzerinden NATO ile, Doğu Akdeniz gazı üzerinden AB ile dalaştı, dalaşıyor. Ancak bu krizlerin her ikisi de hâlâ bir ulusun ekonomik ve savunma çıkarları kapsamında, dolayısı ile ulus-devletlerin egemen olduğu bir dünyada bir şekilde idare edilmeleri zorunlu ve tolere edilmeleri mümkün krizler. Gezi/Kavala üzerinden AİHM, dolayısı ile Avrupa Konseyi ile tırmandırılacak bir gerilim ise bunlardan nitelikçe farklı: Burada artık ulusal ekonomik çıkarlar değil, doğrudan doğruya temel insan hakları gibi medeni dünyayı olduğu şey yapan temel değerler üstünden kurumsal bir gerilim ve kafa kafaya gelme durumu olacak. Türkiyelilerin, Cumhuriyet tarihini fersah fersah aşan tarihsel bir yönelim ile Batı’ya ve medeni dünyaya doğrulmuş olan rotasını sarsmayı, geminin burnunu çevirmeyi hedefleyen temel bir nokta atışından söz ediyoruz.
Mütalaa, kuşkusuz çok iyi seçilmiş, birbirinden çok farklı profilde, ve hitap ettikleri kamuoyuna tedirginlik verme/had bildirme/ibret vermeyi amaçlayan iki yan figür Aksakoğlu ve Yapıcı üzerinden bildiğimiz siyasi dava klasiklerine göz kırpıyor. İki yan figür üzerinden geniş kesimlerin ezberlenmiş malum çerçeve üzerinden yeniden söylem üretmesine çanak tutuyor. Ancak, bu davanın ve ötesinin gidişatı üzerinde etki sağlanmak isteniyor ise Prof. Buğra'nın sözlerinin ciddiye alınması ve artık kediye kedi denmesi gerektiği aşikâr.
[1] https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2020/02/14/prof-ayse-bugra-artik-bu-tuhafliklara-katlanmam-cok-zorlasti/
[2] https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2020/02/14/prof-ayse-bugra-artik-bu-tuhafliklara-katlanmam-cok-zorlasti/
Çizim: Zeynep Özatalay