Antik Yunan siyasal düşüncesinde çokça eleştirilen, modern dünyamızdaysa devletlerin en yüksek aşaması olarak sunulan demokrasinin can çekişmesine tanık olmaktayız. Bu demokrasi krizi ülkemize özgü değil, “demokrasinin beşiği” addedilen devletleri de içine alan küresel ölçekte bir kriz.
Demokrasi/demokratia/demos-kratia, “halkın iktidarı” olarak ve bir eşitlik arayışı içinde Antik Yunan dünyasında ortaya çıkmış [1] ancak öyle herkes de iktidar sahibi bu halktan sayılmamıştı. Günümüz dünyasının demokrasisi ise demos-kratia’dan biraz daha farklı. Zira yine halkın yönetimine atıf yapsa da modern demokrasi, Antik Yunan’daki gibi doğrudan değil, temsille belirlenmiş bir demokrasi. En azından 17. yüzyıl filozofu Thomas Hobbes’tan beri…[2] Demokrasinin temsille belirlenmiş olması, yani temsili demokrasi, demokrasinin nitelediği halk gücünün, “halk için halk adına kullanıldığı ama halk tarafından kullanılmadığı” durumu anlatmakta. Temsili demokrasiyi mümkün kılan seçimlerse “seçen seçilen arasındaki gerçek bir temsil ilişkisini ortaya koymaktan çok, yönetilenlerin kime oy verirlerse versinler, genelde, temsilcilerin ötesinde sisteme rızalarını gösteren bir mekanizma”yı niteliyor. Bunun yanı sıra seçimler sayesinde “bir seçimi öncekinden ayıran süre boyunca, yurttaşlarla parlamento arasındaki ilişki de kesilmiş” oluyor. [3]
Bu çerçevede demokrasinin modern halinin içinde bulunduğu kriz bir yandan sıradan insanların sisteme gösterdikleri rızanın aşındığına, bir yandan da seçimden seçime değil, karar alma süreçlerinin her aşamasında etkin olma taleplerinin güçlendiğine işaret etmekte. Buna karşılık muktedirler/yönetenler ise ellerindeki gücü sürekli yeni bir seçimle tazeleme ihtiyacı içindeler. Her yeni seçim yeni bir sınav, yeni bir risk ve az ya da çok iktidarın bir ölçüde aşınması anlamını taşısa da meşruiyetlerini sürdürebilmek için bunu göğüslemek zorundalar. İngiltere Başbakanı Theresa May’in geçen hafta aldığı erken seçim kararı da bu durumun örneklerinden biri.
May’in Muhafazakar Partisi iktidara geleli henüz iki yıl bile olmamışken ve seçim kanuna göre 2020’ye kadar da iktidarı garantiyken Başbakan erken seçime gitmek istediğini açıkladı. Yine seçim kanununa göre bunun için Avam Kamarası’nın üçte ikisinin onayını alması gerekiyordu. 650 üyeli Parlamento’da 330 Muhafazakar Partili, 229 da İşçi Partili parlamenter bulunuyor. Dolayısıyla muhalefetin desteği olmadan erken seçime gidilmesi mümkün değildi. Ancak durumlarını iyileştirmek ümidiyle İşçi Partisi’nin yanı sıra 54 sandalyeli İskoçya Ulusal Partisi ve 9 sandalyeli Liberal Demokratlar da erken seçime onay verdi. Bununla birlikte muhalifler, Muhafazakarların kendileri lehine çıkan anket sonuçlarına da güvenerek İşçi Partisi’nden oy aşırma ve iktidarı pekiştirme derdinde olduğunu söylüyor ve Theresa May’i fırsatçılıkla suçluyorlar. May’in açıklamaları ise Brexit müzakereleri boyunca ihtiyaç duyacağı güçlü destek ve istikrarı sağlamak için erken seçimin şart olduğu yönünde. Böylece bir yandan selefi David Cameron’ın istifası sayesinde, dolayısıyla seçilmeden göreve gelmiş olmaktan kaynaklanan rıza açığını kapatmak istiyor. Diğer yandan parlamenter sayısını arttırarak, muhalefet içindeki AB yanlılarının ya da sınırlı bir ayrılığı savunanların kendisini yavaşlatmasını engellemek niyetinde. Elbette kendi partisi içindeki AB taraftarlarını elemek de planları arasında.
Aslında Theresa May, göreve geldiği Temmuz 2016’dan bu yana ısrarla 2020’ye dek seçim olmayacağını söylüyordu. Dolayısıyla fikrini değiştirmesini büyük bir sürpriz olarak yorumlayanlar çoğunlukta. Oysa erken seçim kararının zamanlaması bir tesadüf değil. Bu kararın gerekçeleri arasında sayılan, seçimle iş başına gelmemiş olma durumu yeni ortaya çıkmadı örneğin. Referandumun ardından AB yanlısı olduğu için istifa eden Cameron’ın yerine başbakan olduktan hemen sonra bu kararı alabilirdi. Bunun yerine, geleceğini güvenceye alacak adımların tamamlanmasını beklediği anlaşılıyor.
Gerçekten de AB’den ayrılma iradesinin beyan edildiği mektubu Avrupa Birliği Konseyi’ne 29 Mart’ta iletmiş, böylece iki yıl sürecek olan resmi çıkış prosedürünü başlatmıştı. Bunu yapmak, Brexit referandumunun gerçekleştirildiği 23 Haziran 2016’dan itibaren tam dokuz ay sürdü. Hatta bu gecikme Avrupalı liderlerin de tepkisini çekmişti. Buna rağmen ayrılık sürecinin başlatılması, Theresa May’in başbakanlık kariyerinin belki de tek önemli icraatı olarak anılıyor ve anketlere güvenilirse arkasındaki kamuoyu desteğini de güçlendirmiş görünüyor.
Benzer şekilde, May’in ifadesiyle kendisine “siyasal oyunlar oynayan ve Brexit müzakerelerinde İngiltere’nin elini zayıflatma tehlikesi bulunan” muhalefet partileri de parlamenter gelenek içinde yeni ortaya çıkmış değil. Başbakan parlamentodaki “bölünmüşlüğün” erken seçimi zorunlu kıldığını ifade ediyor ve ülkenin “güçlü ve istikrarlı bir liderliğe” ihtiyaç duyduğunu savunuyor. Böylelikle demokratik çoğulculuk bir hamlede bölünmüşlük olurken denetim mekanizmaları da istikrar yolunda harcanıveriyor. Üstelik Başbakan, 2020’de iktidar yorgunu bir partiyle, kazanması güç bir sınava girmektense görevdeki ilk yılında erken seçime gidip 2022’ye kadar en az iki yıl daha koltuğunu sağlama almış oluyor.
Avrupa Birliği’nden kopmanın, ekonominin, ülke içindeki ulusal azınlıkların, göçün ve genel olarak mevcut kapitalist dünya sisteminin tükenişinin yol açtığı öngörülemezlik hâli içinde Muhafazakar Parti hükümeti öncelikle kendi ayrıcalıklı konumunu muhafaza etme telaşında. 8 Haziran seçimlerindeki başarısıysa kampanyası sırasında yurttaşları, koruduğu şeyin kendileri olduğuna ikna edebilmesine bağlı.