“Haremden kaçan Şeref Hanım ve Hayriye Ben-Ayad Batı medyasında ‘haremden kaçan prensesler’ olarak magazinleştiriliyor"

Senem Timuroğlu’nun Kanatlanmış Kadınlar: Osmanlı ve Avrupalı Kadın Yazarların Dostluğu adlı kitabı geçtiğimiz günlerde yayınlandı. 2017 yılında Paris Sorbonne Üniversitesi’nde sunduğu doktora tezinin kitaplaştırılmış hali olan çalışma, Osmanlı kadın hareketinin önemli isimlerini, yazdıklarını, görüşlerini Fransız kadın yazarların yazdıklarıyla karşılaştırarak oldukça ayrıntılı bir biçimde ele alıyor. Osmanlı kadınlarının yaşamları, Avrupa hakkındaki düşünceleri, İstanbul’a gelen Fransız kadın yazarlarla ilişkileri, dostlukları, deneyimleri dönemin siyasi, kültürel, ekonomik, felsefi, entelektüel dönüşümünün yanında feminizmin yolculuğuyla da detaylandırılıyor. Dönemin toplumsal normlarının baskısı altında bir toplumsal cinsiyet inşa alanı olan hareme yönelik itirazlarından, kadınlık ve erkeklik rollerine ait belirlenmiş kuralları reddedişlerine, birey ve özne olma kararlılığıyla kendilerini yeniden var etme süreçlerinden, patriyarkanın dayattığı kurallardan uzaklaşarak özgürleşmelerine tanık olduğumuz Osmanlı kadın yazarların yaşadıkları günümüzü yorumlamak için oldukça önemli. Fatma Aliye, Hatice Zinnur, Nuriye, Selma Rıza, Hayriye Ben-Ayad, Şeref Hanım, Zeynep Hanım, Marc Hélys (Marie Léra), Marcelle Tinayre kitapta kişisel yaşamlarını özgürleştirme pratiklerinin, farklılıkların, dayanışmanın, kolektif üretimin, mücadelenin, itirazın kadınları nasıl bir araya getirdiğini gösteriyorlar. Osmanlı ve Avrupalı kadın yazarların dostluğunu, dönemi ve kitabı Senem Timuroğlu’yla konuştuk.

***

19. yüzyıl ve erken 20. yüzyılda dünyayı etkileyen siyasi, kültürel dönüşümü Osmanlı ve Avrupalı kadın yazarların dostluğu aracılığıyla karşılaştırmalı anlatmak, yanı sıra feminizmin ulusötesi deneyimlerle kolektif mücadele alanlarını göstermek, 21. yüzyılda patriyarkanın hâlâ değişip dönüşmemiş statik yapısını belirginleştirmesi açısından sizce hangi tartışmaların kapısını aralayacak?

Dünyada en büyük zihinsel kırılmanın olduğu çağın başlangıcına bakmak, bize bugün hakkında fikir verir. En önemlisi, bugünü, ancak geçmişten aldığımız bilginin ışığında köklenerek inşa edebiliriz. 18. ve 19. yüzyıl, tüm dünyanın özgürleşmek üzere yeniden düzenlendiği bir yeni çağ. Bugün hâlâ devam eden yolculuğun başlangıcı. Bu çağda, eski yıkılırken, yeni bir felsefe, yeni bir dil kurulurken insanlık tarihinde farklı bir kımıldanma başlar, yüzyıllardır süregelen erkek egemenliği içerisinde kadınlar özgürlük yolculuğuna çıkar. Bu yolculuk, toplumsal cinsiyet ilişkilerini kökünden değiştirecek mekanizmayı başlatır. Dünyanın tüm ülkelerine yayılan ve birbiriyle etkileşimle kartopu gibi artan bu dalganın, bu hareketin, bu kalkışmanın, kendi coğrafyamızda nasıl geliştiğine, edebî, felsefi, entelektüel birikimine yakından eğilirsek, farklı ilişkiler, iletişim, deneyim biçimleri; dünyayı yorumlama bilgisine ulaşabileceğimizi ve bu bilgi hazinesinden bugün çok faydalanabileceğimize inanıyorum.

 

Kanatlanmış Kadınlar’da 1. Dalga Aydınlanma Feminizmi çağında, bu küresel hareketle alışveriş, etkileşim içerisinde nasıl bir uyanış, özgürleşme seyri izlediğimize, bu dalgaya karışan, bu dalgaya katkıda bulunan bu coğrafyanın kadınlarının yaşam ve yapıtlarına odaklanarak baktım. Onların deneyimlerinin, bugünkü çağa ve Türkiye’deki kadın özgürleşme hareketine aktarabileceği bilgiler var. Ben, bu döneme uluslararası bir etkileşim içerisinden bakmayı istiyordum; sınırları belli bir ulusal tarihçilik yönteminin tek taraflı, kısıtlı, eksik bir bakış olduğunu düşündüğüm için, keza tarihin tek cinsiyetli olması gibi. Ama zaten karşılaştığım kadınların da, sınırlar ötesine çıkmış, trans-nasyonal kimlikler ve ilişkiler içerisinde olduklarını gördüm. Böylece bu kadınların patriyarkanın tek cinsiyet, tek bayrak, tek din, tek dil gibi sınırlı yapılarını ne kadar esnetebildiklerine, bunu yaptıkları yerlerde, nasıl yapabildiklerine odaklandım.

Mesela, Abdülhamit’in yanında duran (belki de durur gibi görünen), Abdülhamit karşıtı, kamusal alanda bunu dile getirebilen kadınlar, birbirleriyle çok yakın dost ve zor zamanlarında birbirilerine destek çıkıyorlar. Özellikle kamusal alanda makale, roman, şiir yayımlarken, entelektüel alandaki erkek hâkimiyetini, birlik olarak püskürtüyorlar. Bu dönem, Abdülhamit’in siyaseti ve Balkan savaşlarıyla, 1. Dünya Savaşı’yla, Kurtuluş Savaşı’na dek sürecek savaşlar dönemi. Bu zor dönem, kadınlar için sancılı ama bir o kadar yaşama tutundukları, yaşadıklarını hissettikleri birey olma ve özgürleşme yolculuğu. Güncel siyasetten daha önemli bir var olma mücadelesi içinde olduklarını görüyorsunuz ve aslında güncel siyasetin bu kadınların direnişleri yanında hafif kaldığına tanık oluyorsunuz. Asıl olan onlar için entelektüel uyanış ve eylemlilik. Kalıcı iz bırakmak, yaşamlarını dönüştürmek. İşte bu çabanın mirası eğer kesintiye uğramasaydı, köklü bir özneleşmeye, derin bir entelektüel hafızaya, zihne sahip olacaktık. Ve ulusötesi karşılaştırma bize kendimizi nasıl konumlandırdığımız, konumlandırabileceğimizle ilgili bir bakış açısı sunuyor. Diğer yandan kutuplaştırıcı, düşmanlaştırıcı, kadınları bölerek kontrol eden ataerkil siyasetin farkında oluyoruz. Örneğin Zeyneb Hanım, ne Doğu ne Batı diyor. Dolayısıyla biz, bu coğrafyada yaşayan kadın özneler olarak, kendimizi merkeze alarak ve ancak kendimizi, kendi toplumsal ve kişisel tarihimizle kurarak, farklı bir gelecek imkânı kurgulayabiliriz. Bunun için kendi tarihimizi, deneyim ve bilgi hazinemizi keşfetmemiz gerekiyor diye düşünüyorum.

 

Klasik bakış açısıyla dönem kadınlarının erkekler için sergilendiği ve seçildiği dar alan olarak tahayyül edilen haremi sadece patriyarkaya hizmet eden mekân algısıyla değil, kadınların özgürlük arzularını kapsayan, mücadele pratiklerini harekete geçiren, yaşadıkları evlerde, okuyup yazdıkları odalarda diğer kadınlarla karşılaşma, görüşme ve paylaşım alanı biçiminde (klasik bakış açısına bir itiraz niteliğinde) konumladığınızı söyleyebilir miyiz?  

Harem, Osmanlı kadınlarının yaşadıkları mekânı Doğu/Batı erkeklerinin tanımladığı, eril politik tarihi olan bir kavram. Ben, bu mekâna kadınların merkezinden baktım. Fatma Aliye’nin haremin tarihi üzerine araştırmaları var, onun gözünü, bilgisini yansıtmak istedim. Kadınların bu mekân içerisindeki sınırları nasıl aştıkları, aşmak için nasıl stratejiler gerçekleştirdiklerinin peşinden gittim.

 

Hanımlara Mahsus Gazete, dönemin en uzun soluklu, on bir yıl boyunca devam eden yayını. II. Meşrutiyet’le birlikte, 1908’den itibaren hazırlanan yayınlara verilen adlarda özne değişiyor ve belirginleşiyor. Kadın, Kadınlar Dünyası, Kadınlar Alemi, Genç Kadın gibi.  Yayın adlarında “Hanım” yerine “Kadın” kullanılmasının başlı başına bir feminist simge ve tavır olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu net ve keskin tavır nasıl karşılanıyor?

 

Kadın adıyla ilk dergi, Selanik’te çıkıyor; bu dergi üzerine araştırma yapan, Fatma Kılıç Denman, İkinci Meşrutiyet döneminde Bir Jön Türk Dergisi: Kadın adlı kitabında, derginin isminin seçiminde yazarların yeni Türkçe’den yana olan tavırlarını ve takip ettikleri popüler Fransız kadın dergisinin adı olan Femina’nın etkisi olduğunu belirtir. Belki bence biraz da sınıfsal bir boyutu da var. Zira Kadın dergisinin, dergiyi çıkarma amaçları içerisinde aristokrasiden uzak olmak vardır. Şöyle derler: “Kulübeden konağa, saraydan fakir haneye, havassdan (saygın olanlardan) avama, vasatdan en ileriye bir nirengi çizerek küçük büyük düğümlerle yapılmış bir fikir ve malumat ağı gibi muhit-i nisaimizi kaplasın” (36). Amaç tüm sınıftan kadınlara ulaşmaktır.

Bence ayrıca Hanımlara Mahsus Gazete, eğitime ilk olarak onlar ulaşabildikleri için, üst sınıf kadınların yazdığı bir gazete. 1908 sonrası eğitim, açılan okullarla yaygınlaşınca orta sınıf, hatta yoksullar arasında da görülmeye başlanıyor. Fatma Aliye’nin Refet romanı bu konuyu ele alır. Böylece Hanım, yerine Kadın kullanılmaya başlanıyor.

 

II. Meşrutiyet dönemine kadar feminist söylem kapsam bakımından sınırlı ve ihtiyatlı. Bu temkinli sınır dönemin yazar, şair kadınlarının güvenlik alanlarını zedelemeyecek görüşleri, yazıları, makaleleriyle çiziliyor. Kamusal alanda erkeklere üstü kapalı da olsa böylesi bir anlayış payesinin verilmesini nasıl açıklarsınız?

 

Aslında bence, sınırlı değil. O dönemin şartlarına göre bence cesur. 1908 sonrası özgürlük ortamı oluşunca tabii ki feminizm daha rahat kendini ifade edebiliyor. Ama öncesinde istibdat var, fikirler yeni yeşermeye başlamış. Erkekler bile ihtiyatlı davranırken, kadınların Hanımlara Mahsus Gazete’de yazdıkları, Fatma Aliye’nin kendi imzasıyla romanlar yayımlaması bana çok cesur adımlar gibi görünüyor. Ve bu öncü kadınlar 1908 sonrası feminizmin yolunu açıyor.

19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı Osmanlı kadın hareketinin en önemli figürlerinden biri olan Fatma Aliye’nin eserlerinde, yazılarında kadın özgürleşmesine ve haklarını elde etmesine yönelik görüşleri milliyetçi duygulardan ziyade İslâm dininin referanslarını içeriyor. İslâm dininin içeriğini, referanslarını yok saymadan kadın hareketi mücadelesine devam etmesini haremden çıkma çabasıyla, erkek egemenliğindeki kamusal alanda tutunma, güçlenme duygusuyla birlikte mi değerlendirmemiz gerekir? Baskıcı siyasi ortamın ortasında kamusal alanda söz söyleyen kadınlara hak görülen ahlâksız ve iffetsiz yakıştırmalarından kendisini koruma duygusuyla mı düşünülmeli?

 

Çok boyutlu, hepsi birden olabilir. İslâmi vurgu, Yeni Osmanlılar’da olan bir çizgi; bence anti-sömürgeci bir refleks; örneğin Abdülhamit karşıtı, Osmanlı’dan kaçan Jön Türklerin liderlerinden Ahmet Rıza’nın kız kardeşi Selma Rıza, bir diğer isim Sami Paşazade Sezai’nin baldızı Hayriye Ben-Ayad, Avrupa’da Uluslararası Kadın Kongresi’nde, Osmanlı’daki kadınların özgürlükleri tarihi üzerine yaptıkları konuşmalarda, İslâm dinini referans alıyorlar. Tıpkı Fatma Aliye gibi, kadınlar İslâm’ın ilk zamanlarında özgürdü, diyorlar. Diğer yandan, Fatma Aliye, ülkede kalan ve sözünü sakınmadan yazan bir kadın olarak, tehdit mektupları alıyor. Kendini tehlikede, tedirgin hissediyor. Bu yüzden kendine birtakım güvenlik ağları örüyor tabii.

Fatma Aliye’nin, babasının ölümünden sonra ona manevi babalık yapan Ahmet Mithat’la ilişkisinde farklı dönemler söz konusu. Destek verme, koruma, uyarma görevini kendisinde hak gören Ahmet Mithat’ın tavrı bir süre sonra Fatma Aliye ve destek olduğu diğer yazar, şair kadınlar üzerinde uyguladığı manipülasyona, baskı aygıtına dönüşüyor. Bu denetim sadece kadınların kamusal alanda zarar görmemesi için aldığı önlemler mi, yoksa kadın özgürlüğünün erkeklerin belirleyeceği kurallarla kontrol edilmesi gerektiğine dair bilinçli bir yönlendirme mi?

Ahmet Mithat’ın öncelikle kendi itibarını düşündüğüne inanıyorum. Himayesi altında bulunan kadın şair ve yazarların siyasi duruşları ve özel yaşamlarını kontrol etmesinin altında yatan birinci neden, kendi konumuna bir zarar gelmesinden korkması. Diğer yandan basın dünyası onun egemenliği altında, kendi matbaası ve çıkardığı gazeteyle, özellikle 1908’e kadar neredeyse tek adam. Kadın yazarlara destek olurken, yer yer bu gücünü kötüye kullanmaya meylettiğini de görüyoruz.

 

 

Görüşlerinde ve yazılarında milliyetçi referanslarıyla dikkat çeken Halide Edip Adıvar’ın Fatma Aliye’yi görmezden gelmesinin nedenlerini nasıl açıklarsınız? İncelediğiniz mektuplarda, yazılarda, makalelerde bu kasıtlı inkârı açıklayacak herhangi bir detaya ulaşabildiniz mi?

 

Hindistan’da Türk kadını ve Türk edebiyatı üzerine verdiği derslerde, Inside India kitabında görebilirsiniz, sadece Emine Semiye’nin ismini anar. Halbuki Fatma Aliye ilk kadın derneklerini kuranlar içerisinde bir öncü ve Halide Edip, birçok kez kadınlara hitap ettiği konferanslarda onun yanında bulunuyor. Burada kasıtlı bir tercih var gibi görünüyor.

Babası, eşi ve Ahmet Mithat ile olan ilişkisinde geliştirdiği direniş stratejilerini özellikle romanlarında makbul kabul edilen toplumsal kodlarla okuruyla paylaşan Fatma Aliye, öte yandan George Ohnet’in çevirisini yaptığı Volonté romanındaki Emile’den referanslarını da romanlarındaki kadın karakterleriyle birleştiriyor. İki farklı kültürün kadınlarını duyguda, eylemde birleştirecek deneyimleri paylaşması ortak hafıza oluşturmaya yönelik yaptığı vurgu mudur?

 

George Ohnet’nin romanı, çevirisini yaparak yazma eylemiyle etkileşime girdiği ilk kapsamlı metin. Ve bu, bir erkek yazar elinden çıkma dönemin en popüler romanlarından biri. Dolayısıyla roman, Avrupa edebiyatında erkek yazarların romanlarında revaçta olan kahraman ve tema özelliklerini taşıyor. Fatma Aliye’nin, çeviriye yazdığı sonsözde bu romandan etkilendiğini görüyoruz, dikkatli okunduğunda kendi roman kahramanlarında bu romandan izler de var; ancak bir erkek yazarın cinsiyetçi bakıştan kendini kurtaramadığı noktalar, Fatma Aliye’de dönüşmüş bir halde. Bu, Fatma Aliye’nin eril edebiyat dünyasına, kendi kadın deneyimleri gözünden, kendi merkezinden bir iz bırakma, kendini ifade etme, sözünü söyleme tarzı. Etkileşimde bulunduğu, karşılaştığı her metinle diyalog halinde ve onlarla kendi “davası” yoluyla sohbet ediyor. Bu yapıtla da böyle bir ilişkisi var. Böylece aslında edebiyat dünyasındaki kadın karakterlere, kendininkilerle bir farklılık sunmuş oluyor. George Ohnet’nin Emile kahramanı, Fatma Aliye’de güçleniyor, kahramanları, erkeklerin edebiyatındaki “kurban”, “melek”/“şeytan” kadın ikiliklerini aşıyor, bağımsız ve canlı varlıklara dönüşüyorlar. Aslında Virginia Woolf’un sonradan yaptığı gibi, erkeklerin yarattığı kadın imgelerini, “evdeki melekleri” öldürüyor. En önemlisi de bence olumlu/olumsuz kadın karakterlerin birbirilerine düşman değil, birbirilerinin halinden anlar halde olmaları.

 

Osmanlı kadınların Avrupa’yla olan kültürel temaslarında öne çıkan Hatice Zinnur ve kardeşi Nuriye’nin İstanbul’a gelen Fransız gazeteci Marc Hélys’le yaptıkları işbirliği devletin baskıcı tutumuna rağmen, dış mihraklarla ortaklık kurmakla suçlanacaklarını bildikleri halde neden önemli?

Bir kere bu, bize özgürlük ateşinin ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Babaları dışişleri bakanı, Zinnur hasta ve hamile. Her şeyi göze alıyorlar. Bu, ateşin gücünü gösterir. Bu da bize, ateşi harlayan bir ortamın varlığına işaret ediyor. Cesaretlerinin kökü, kendilerinden önceki nesil. İlk kaçanlardan Şeref Hanım onlara ilham veriyor. Ve tabii Osmanlı kadın hareketinin romanlar, şiirler ve makalelerle ördüğü entelektüel aydınlanmanın ışığı onlara rehber oluyor. Ayrıca Avrupa’nın onların gözünde özgürlükler ülkesi olması.

 

1908’den önce saray baskısı nedeniyle Osmanlı’dan kaçan, uluslararası örgütlerle bağlantı kuran Selma Rıza, eğitim alanındaki mücadelesiyle saygın, üstün bir kadın savaşçı kabul ediliyor. Peki Batı medyasında Osmanlı kadın özgürlük hareketi içerisinde yer alan diğer kadınların yanında neden daha sessiz anılıyor?

 

Selma Rıza, Paris’te yaşıyor ve Meşveret gazetesinin Fransızca ekinde yazıyor. Sorbonne’da okuyor. Haremden kaçan Şeref Hanım ve Hayriye Ben-Ayad Batı medyasında “haremden kaçan prensesler” olarak magazinleştirilirken, Selma Rıza Jön Türklere bağlı politik bir figür olarak, saygın bir yerde konumlandırılıyor, zira gazeteci. Bu kimliği nedeniyle Batı medyasında sessizce anıldığını, üzerinden bir sansasyon yaratılmadığını düşünüyorum.

Dönemin ünlü yazarı Pierre Loti’nin ses getiren Mutsuz Kadınlar adlı romanı Hatice Zinnur, Nuriye ve Marc Hélys’in işbirliği sonucunda yazılan bir eser. Üç kadının kurguladığı hikâye Osmanlı kadınının özgürleşen ruhunu, hareme mahkûm kalan bedenini, bu iki alan arasındaki çatışmasını anlatıyor. Pierre Loti’nin hikâyeyi aktarırken kendi erkekliğinden, erkeklik meselesinden azade olduğunu söyleyebilir miyiz? Roman, Osmanlı erkekleri tarafından nasıl karşılanıyor? Buradan Doğu ve Batı erkeklerinin feminizm karşısındaki tutumlarını okuyabilmemiz mümkün mü?

Pierre Loti için farklı diyarlardaki kadınlar, keşfedeceği, fethedeceği birer liman; yolculukları sırasında tanıştığı ve her biriyle yaşadığı aşkları romanlarının konusu yapıyor. Doğulu kadınlar da onun için egzotik birer imge. Aziyade romanından sonra, 1906’da yayınladığı Les Desenchantées, Pierre Loti için aslında, büyüsünü yitirmiş kadınların romanı. Yani eski “Doğulu” kadından, Aydınlanma, modernleşme döneminde farklılaşan, böylece Doğulu büyüsünü, -Batılı hemcinslerinden bir farkları kalmadığından- çekiciliğini yitiren varlıklar. Loti’nin romana bakışı bu. Osmanlı erkek aydınlarıysa, romanda Doğulu kadınların, yani aslında sözde “kendi” kadınlarının, Batılı bir erkekle işbirliği yapmalarını, hatta Batılı erkekleri çekici bulup, âşık olmalarına öfkeleniyorlar. Yani her iki taraf için de mevzu, erkeklik meselesinden öteye geçmiyor.

Ne ailesi ne de devlet tarafından onaylanan Hatice Zinnur sadece yaşarken değil, öldükten sonra da görünmez kılınıyor. Mücadelesi takdir edilmediği gibi dışlanıyor, hor görülüyor ve ölümüyle ilgili iki farklı görüş sunuluyor. Aynı haklar ve özgürlükler için mücadele eden, Avrupa’ya giden ya da sürgün olan kadınların arasında ayrım yapılması, bu ayrımın makbul olmakla eşdeğer görülmesi sarayın ve devletin hangi ideolojik amacıyla açıklanabilir?

 

Kadınların Avrupa’ya kaçması, saray ve devlet için bir başarısızlık göstergesi, zira Abdülhamit uluslararası siyasi mecrada kendini özgürlükçü, modern bir imparator olarak sunma çabasında. Kadınların Avrupa’ya kaçması, orada gazetelere, ülkelerinde gördükleri zulmü, baskıyı anlatmaları, bir dışişleri krizi Osmanlı imparatorluğu için. Hatice Zinnur ve Nuriye kaçtığında Osmanlı basınında bu konudan söz edilmiyor, gerek babalarının konumu gerek Osmanlı’daki kadın çevresine büyük ihtimalle örnek teşkil etmemeleri için konu kapatılıyor, dillendirilmiyor. Zinnur, bu kadınlar içerisinde en aykırı figür. Devletin “iyi eş”, “iyi anne” nitelikleriyle tanımlayacağı ve örnek göstereceği makbul kadınlığın çok dışında.  O yüzden Zinnur’un özel durumu özellikle saklanıyor.

 

Kanatlanmış Kadınlar, ruhunu ve bedenini yeniden inşa eden kadınların tanıklıklarını, farklılıklarını, ortaklıklarını, mücadelelerini sınır ve sınıf ötesi bir yaklaşımla sunuyor. Sizce 19.-20. yüzyıla ait kadın özgürlük hareketleriyle, günümüzün mücadele pratiklerinin benzeşen ya da ayrışan nitelikleri nelerdir?

 

Günümüzde yükselen, ileride 4. Dalga olarak tarihte yerini alacak küresel çapta bir kadın hareketi var. Ayrıca kadınlar uluslararası toplantılarda bir araya geliyor. Ya da #Metoo, Las Tesis gibi protestolar ortak eylemlilik biçimlerine dönüşüyor. Önümüzdeki yıllarda işbirliklerinin artacağını göreceğiz. 4. Dalga, aslında 1. Dalga’ya benziyor; zira 1. Dalga da yeni yolculuk ve basın teknolojileriyle,  ilk defa farklı bir şekilde kadınları buluşturmuştu; bu buluşma dünyadaki tüm kadınlara güç vermişti. Şimdi de daha hızlı biçimde bunu sosyal medya yapıyor. Yine aynı şekilde 19. yüzyıl hızlı, o yüzden travmatik değişimlerin, savaşların yüzyılı, büyük bir dönüşümün eşiği. Bugün de zamanın ruhu aynı seyrediyor. Oldukça benzeyen bir ruhu var her iki çağın da. Farklılıklara gelirsek, yol boyunca feminizmler teorik anlamda değişti, dönüştü. Geçmişi de daha iyi kavrayıp, alacağımız bilgi ve deneyimleri de yanımıza katarsak daha güçlü ve hızlı bir özgürleşmenin inşa edileceğini düşünüyorum.