İnsan Nedir? (II)
Erdoğan Özmen

Ortak bir dil yaratmak için bunca çaba, arayış ve yorgunluk belki de. Aynı dili konuşarak, aynı dili konuştuğumuz ölçüde tanışacağımızı ve bağ kuracağımızı umduğumuz için. Birbirimizin acı ve mutluluğundan haberdar olmanın, böylece belki de onları ortaklaştırmanın temel koşulu ortak bir dil olduğu için. Demek ortak bir dil, ortak insanlığa doğru çıkılan yolculukta bir çapa ve bağlanma noktası oluşturacağı için. O ortak yolculukta ihtiyacımız olan aşinalık, yakınlık, birliktelik ve dayanışma ortak bir dili gerektirdiği için. Karşılıklı beklentilerimizi ve sorumluluklarımızı ete kemiğe büründüren en güçlü araç/imkan dil olduğu için. 

Belki de hepsinden önemlisi, biyolojik bir varlık/organizma olmaktan çıkıp kültürün ve toplumun öznesi olmaya giden süreç dil sayesinde, demek bir anlam mekanında var ve mümkün olduğu, tezahür ettiği için. Mutlak bir çaresizlik durumundan ve ötekine pasif biçimde bağımlı olmaktan çıkarak, dışımızdaki gerçekliği ve ötekileri tecrübe ettiğimiz haz ve acı uyarınca ve aktif bir biçimde değerlendirip buna göre bir tavır ve konum belirleyebilmeyi dilin ve temsillerin/tasarımların sağladığı imkan ve ayrıcalıklara borçlu olduğumuz için.

Psikanalizin temel tezlerinden birinin yerleştiği bağlam da burasıdır demek ki: özne kendi ızdırabının/patolojisinin/semptomunun kurbanı/mağduru değildir yalnızca, aynı zamanda onun failidir de. Özne olmaklığın bir anlamı da bu değil midir zaten? Psikanaliz söz konusu olduğunda tanı ve tedavinin birbirinden ayrılamaz ve çoktan birbirinin içine geçmiş olduğu keşfinin arka planında da bu vardır. Aradaki mesafe kat edilmiş, aşılmıştır.

Bu temel tezin birinci dersi şudur -bunu Althusser’in sözleriyle ifade etmek isterim-:  Psikanaliz/psikanalitik psikoterapiler özgün bir pratiğin içinde gerçekleşen bir tedavi tekniği olarak anlaşılmalıdır.

Psikanalizin/psikanalitik psikoterapilerin amacı geçmişin tam/hatasız/doğru bir biçimde yeniden oluşturulması/inşa edilmesi değildir. Ne de öznenin tarihi/geçmişi temelinde şimdiki zamanının açıklanmasıdır. Geçmişin şimdi oluşturulan hikayesi, tam da şimdi oluşturulduğu, şimdiki zamanın ürünü olduğu için zorunlu olarak hatalı ve çarpıtılmış bir geçmiş versiyonu olacaktır. Dolayısıyla anlatılan bir geçmiş hikayesinde daima şu soruyla karşı karşıyayızdır: hikayedeki hakikat nedir? Demek psikanalizin iddiası/amacı şöyle formüle edilmelidir: Psikanaliz -aynı zamanda- bir yeniden-inşa ve özgürleşme tasarısı, hakiki bir değişim için yeni olasılıkların yaratılması pratiğidir. Böylece şu da söylenmiş sayılmalıdır: şimdiki zamanın bağrında mütemadiyen yaratılan bir geçmiş ve bir gelecek vardır. Bir de Zizek’e müracaat ederek söyleyelim:

“Eğer -Lacan’ın işaret ettiği gibi- semptomda, bastırılmış içerik geçmişten değil de gelecekten dönüyorsa, o zaman aktarım -bilinçdışının gerçekliğinin edimselleştirilmesi- bizi geçmişe değil, geleceğe taşımalıdır. “Geçmişe yapılan yolculuk”, gösterenin kendisinin böyle geri dönüşlü biçimde işlenmesi değildir de nedir? Bizlerin gösterenin alanında ve yalnızca onun alanında değişebileceğimiz, geçmişi ancak bu alanda ortaya çıkarabileceğimiz olgusunun bir tür varsanısal (hallucinatory) mizanseni değildir de nedir?

Geçmiş, gösterenin eşzamanlı ağına girerken, dahil olurken -yani tarihsel belleğin dokusu içinde simgeselleştirilirken- vardır; durmadan “tarihi yeniden yazma”mızın, öğeleri yeni dokulara dahil ederek simgesel ağırlıklarını geri dönüşlü biçimde vermemizin nedeni budur -bu öğelerin “ne olmuş olacakları”na geri dönüşlü olarak karar veren şey bu işleme faaliyetidir. Oxford’lu filozof Michael Dummett’ın, yazılarını derlediği Truth and Other Enigmas’da çok ilginç iki yazısı vardır: “Bir Sonuç Nedeninden Önce Gelebilir mi?” Ve “Geçmişi Yaratmak”: Lacan’ın bu iki bulmacaya vereceği cevap “evet” olurdu, çünkü “bastırılmış olanın dönüşü” olarak semptom tam da, nedeninden (gizli çekirdeğinden, anlamından) önce gelen bu tür bir sonuçtur ve semptomu işlerken tam da “geçmişi yaratmakta”yızdır -geçmişin, uzun zaman önce unutulmuş travmatik olayların simgesel gerçekliğini üretmekteyizdir”[1]

Bununla yakından ilişkili diğer ders şudur: Günümüzde yaygın olarak dolaşımda olan mağdur/kurban söylemine; geçmişte gerçekleşmiş, bize miras olarak aktarılmış, maruz kaldığımız travmatik olayların mağduru/kurbanı olduğumuz tezlerine azami dikkat ve ihtiyatla yaklaşmalıyız. 


[1] S. Zizek; İdeolojinin Yüce Nesnesi, (Çev. Tuncay Birkan), Metis, 2002, s. 71.