Nurullah Ataç
Barış Özkul

17 Mayıs, Nurullah Ataç’ın altmışıncı ölüm yıldönümüydü. Ataç yazdıklarıyla birkaç nesli etkileyen, Türkçeye önemli yenilikler getirmiş bir yazar olduğu için Birikim Haftalık’ta onu kısaca anmak istiyorum.

Bugün Ataç dendiğinde birçok kişinin aklına öncelikle Öz-Türkçecilik geliyor. Aslında Ataç başlarda Dil Devrimi’ne karşıydı. 1940’lardan sonra ise Öz-Türkçeciliğin yılmaz bir savunucusu oldu: “Ben öztürkçe için nice kazançlarımı teptim, rahatımı kaçırdım. Üzdüm kendimi, adımı deliye çıkardım… Latince Yunanca öğretilmeyen bir ülkede tek doğru yolun, tek usul (aklî) yolun öz dile gitmek olduğunu düşüncemle anladım da onun için o yolu tuttum.”

Ataç’ı Ataç yapan bu özelliklere aşağıda değineceğim. Önce bir Ataç portresi vermeye çalışayım: Paul ve Virginie çevirmeni Mehmet Ataullah Efendi’nin yedinci çocuğu olarak İstanbul’da doğdu (1898). Ağabeyi (Ataçça’yla “ağa”sı) Galip Ataç tanınan bir çevirmendi ve İstanbul milletvekilliği (saylavlığı) yaptı; diğer ağabeyi Refik Ata da okur-yazarlığıyla nam salmıştı, genç yaşta Çanakkale Savaşı’nda vefat etti. 

Edebiyatsever bir aile: “Babam çok okurdu… Annem bacılarım sabaha kadar roman okurlardı. Öyle bir ocakta yetiştim. Okumamak, bir yazar olmamak hiç aklımdan geçmedi, yani kendimi bildim bileli yazmaya özendim.” 

İlk yazılarını 1908’de, on yaşında yazdı. Bir sayfasını bile saklamadığı bu defterlerde ne olduğunu bilmiyoruz ama Meşrutiyet’in yarattığı entelektüel canlılık, yeni gazeteler ve dergilerin basılması Ataç’ı etkilemiş olmalıdır. Sonradan Namık Kemal’in Vatan’ı, Zavallı Çocuk’u ve Akıf Bey’ini o yıllarda okuduğunu iddia etti – Ataç’ın bu tür iddialarına ihtiyatla yaklaşmakta fayda vardır.

Liseyi Galatasaray’da okudu. Kadro hareketinin beyin takımından Burhan Asaf Belge ve Vedat Nedim Tör ile sınıf arkadaşıydı ama ne o yıllarda ne de daha sonra siyasete yakınlık duydu. 

Birinci Dünya Savaşı’ndan önce bir süre Cenevre’de bulundu. Orada Fransızcasını ilerletti; Claire adında bir kıza tutuldu, aşk şiirleri yazdı, terk edildi, Mondros Mütarekesi sırasında “Türkeli”’ne döndü. 

Ataç’ın hayatında böyle Byronik hikâyeler çoktur. Oldukça alıngan ve hassas tabiatlı bir adamdı. 40’larda Dil Devrimi’nin yılmaz savunucusu olarak bilindiği dönemde Çankaya Sofrası’nın değişmez isimlerinden biriydi. İnönü, cumhurbaşkanı iken öğle yemeklerini Ataç’la birlikte yerdi; Celal Bayar cumhurbaşkanı olunca Ataç’ı öteki görevlilerin masasına göndertti ve Ataç bir daha köşke uğramadı. Sermet Sami Uysal, “Eşlerine Göre Ediplerimiz’”de [1] Büyükada’daki evinde Ataç’ın kitapları yerinden oynatıldığı için karısıyla şiddetli kavgalar yaşadığını anlatır (Ataç’ın gece geç saatlerde eve dönmesi, ev işlerinden anlamaması, kahve pişirmesini bilmediği halde kahve içmeyi çok sevmesi de kavga nedenleri arasındaymış). 

***

Ataç, 1921’de Dergâh’ta yayımlanan Ahmet Haşim yazısından vefat ettiği 1957’ye kadar bir kısmı Sabiha Yağızlar, Süha Kavafoğlu, Ali Gümrükçü gibi takma adlarla olmak üzere dört binden fazla yazı yazdı. Yazı vermediği gazete (Akşam, Hâkimiyet-i Milliye, Tanin, Dünya, Son Havadis, Cumhuriyet, Ulus, Tan vd.) ve dergi (Hayat, Türk Yurdu, Darülbedayi, Edebiyat, Anayurt, Varlık, Yenigün, Foto Magazin, Yeni Mecmua) kalmadı. “Mütebahhir” bir yazar değilse de edebiyat ve sanatla ilgili hemen her meselede görüş belirtiyordu. Her yerde ve her koşulda yazabiliyordu:

“Sevdiğim şeylerden biri de yatakta makine ile yazı yazmaktır. Ayrıca demir kalemle yazmayı severim… Çalışırken çok kahve içerim. Rahmetli ağabeyim Galip de günde otuz kahve içerdi… Eskiden zor yazardım, şimdi kolay yazıyorum. İnsan yaşlandıkça dilini, deyişini kuruyor. Çevirmelerimde daha çok güçlük çekerim.”

Fahri Ozansoy, Ataç’ın vapurda yazı yazdığını anlatır:

“Bazı günler Haber gazetesine günü güne fıkralarını Ada’dan Köprü’ye varıncaya kadar yeni yazı ile inci gibi siliksiz yazar ve vapur Sarayburnu’nu dönerken “Bitti” der, kalemi cebine, yazıyı da çantaya koyardı. Topkapı Sarayı’nın muhteşem duvarları ile kubbeleri onun mihenktaşı idi. Onlara bir göz atınca, yazısını bir cümle ile bağlamasını herkesten iyi bilirdi.” 

Bu kadar çok yazan birisinin çok fazla okuması pek mümkün değildir. Ataç bu konuda da dürüsttür:

Bir kitap hakkında fikir edinmek için muhakkak her sayfasını okumak şart değildir. Birkaç fasıl hatta birkaç sayfa bazan bir iki satır bütün kitabın kıymetini anlamamız, sezmemiz için kafidir (…) Şimdi tenkitle uğraşıyorum diye o kitabı sonuna kadar okumaya kendimi mecbur mu sayacaktım? Öyle bir mükellefiyet tanımıyorum (...) Münekkit hükmünü vermek için bir eseri baştan sona okumağa hiçbir zaman mecbur değildir.

***

Ataç’ın yazı alanında önemli bulduğum yönlerinden biri, daha yirmilerinin başında “yaratıcı yazarlık” konusundaki sınırlarını tanımasıdır. Ataç, yola birtakım tiyatro oyunları ve şiirler yazarak koyulmuştu. 1921’de Dergâh’ta yayımlanan şiirleri şiir olmaktan çok manzumedir: 

Sanki bu saatler örülmüş gamla

O kadar ruhumuz melâl içinde!

Ürper, ey sevgilim! Ürper ve ağla!

Tahattur saati vuruyor işte. 

Ataç bu tecrübelerinin iyi sonuçlar vermediğini görünce şiirden uzaklaştı. Ama aynı zamanda her şairin ya da romancının yaratıcı sınıfına sokulamayacağını da anladı. Yaratıcılıktan vazgeçmek yerine yaratıcılığı başka bir türde aramaya karar verdi. Türkçede eleştiriyi bir sanat sayma eğilimi Ataç’la başladı. 

Ataç’ın eleştiri ve deneme türüne konuşma dilini ve devrik cümleyi dâhil ederek Türkçe söyleyişi demokratikleştirmesi böyle bilinçli bir karara dayanır: “Şiir yazan ‘büğün okumasınlar beni, yarın değerimi anlar okurlar’ diyebilir. Eleştirmeci ise büğün okunmuyorsa yarın hiç okunmaz.”  

Yarına kalsın diye eleştiriyi sanat haline getirmek – yolu uzatmak pahasına sanatta ısrar! 

Ama Ataç’ın açtığı yoldan ilerlemek herkesin harcı değildi. Devrik cümle kurup konuşma diline özgü birkaç söyleyişle anlatımı çeşitlendirmekle eleştirmen olunmadığı gibi eleştiri de sanat olmuyordu. Cemal Süreya, Ataç kadar yetenekli olmadığı halde Ataç’ın yolundan gitmeye çalışanlardan yakınır: “Küçük gündelik inkârları devrimcilik sanan ve bütün esprileri bir levanten şakasından öteye gitmeyen irili ufaklı bir Ataç ordusu türemiş, dedikoduya, gelişigüzel izlenimlere, dul teyzenin günübirlik konuşma tarzına dayanan bir yazı tarzına yönelmiştir. Tabii bu arada olanlar Ataç Usta’ya olmuştur.” [2] 

Ataç, sahtelikten ve gösterişten uzaktı. Eyyam yapmaz, sözünü esirgemezdi; edebiyatçıları yıldırmış olmakla övünürdü: “Hepsi de yılar benden, yılgı salmışımdır onların arasına”. 1940’larda birçokları Mehmet Akif’i büyük şair yerine koyarken o şu satırları yazdı:

Bay Mehmet Kaplan, Akif’i Müslüman olduğu için sevmediğimi söylüyordu. Hayır… Süleyman Çelebi’yi severim, iyi şairdir… “Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar” diyen şair ise şüphesiz bayağıdır. Mahalle kahvesi düşünürü. Hani, “Tesettür kalktı, bet bereket kalktı” diye konuşanlar vardır mahalle kahvelerinde, işte onların şairi, onların düşünürüdür Mehmet Akif. Yalnız Batı uygarlığını değil Doğu uygarlığını da sevmez, ince yanını sevmez o uygarlığın. Şirazlı Hafız’a da, Nedim’e de söver, şiire düşmandır.

***

Ataç’ın yazılarında 1940’lara kadar Türkçeyi özleştirme, yalın ve açık bir kimliğe kavuşturma gibi kaygılara rastlanmaz. Yazı hayatının ilk yirmi yılında Ataç, eleştiriden değil tenkitten, eleştirmenden değil münekkitten bahseder. 

Maarif Vekâleti’nin 1940’ta kurdurduğu Tercüme Bürosu’nda görev aldıktan sonra ise Türkçe’nin diğer dillerle akrabalıkları hakkında düşünmeye başlar. Türkçeye Latince ve Yunancada bir temel ararken dilin özleştirilmesi gerektiğine karar verir. Ataç’ın bu çabası 40’lar ve 50’lerde büyük ölçüde kişisel bir çaba olarak kalmış; biraz da bu yüzden Ataç öz-Türkçeciliği kendi şahsi meselesi gibi görmüştür. Sonuçta Türkçeye yabana atılmaz yenilikler getirmiştir. Eleştiri, sözcük, beğeni, ezgi, öykü, özgür, yanıt, yapıt, birey, toplum, tutku, erdem, gereksinme, izlenim, esin, etki, eylem, konut, yaşam, uygar, giysi, istem, kamu, kuram, örneğin gibi birçok kelime Ataç’ın buluşudur ve “tutmuştur”. Öte yandan “betik” (kitap), “bediz” (resim), “dörüt” (sanat), “dörütmen” (sanatçı), “yır” (şiir), “yumuşçu” (hizmetkâr), “ağdık” (kusur), “kirtkinmek” (itiraf etmek), “netek” (nasıl), “nen” (şey), “bayık” (hak), “tansıklamak”(hayran olmak), “tellim” (daima), “yımızık” (çirkin) gibi pek tutmayan buluşları da olmuştur.

Ataç, dili özleştirirken milliyetçi saiklerden çok Türkçeyi yalın ve duru bir anlatıma kavuşturma amacıyla hareket ediyordu. Ama bu tür çabalar ancak dilin zenginliği, anlatım imkânları ve nüanslarının korunması koşuluyla verimli olabilir. Türkiye’de ise Öz-Türkçeci tutum yeni kelimelerin icadından çok eski kelimelerin tasfiyesiyle meşgul oldu. Buna tepki olarak önemli bir hakikate ancak eski kelimeleri peş peşe dizerek temas edilebileceğini, önemli bir teorik açıklamanın ancak süslü bir söyleyişle yapılabileceğini zanneden bir başka aşırılık yerleşti. Ataç’ın Öz-Türkçe konusundaki çalışmaları verimli bir uzlaşının zemini olsaydı çok farklı bir sonuç verebilirdi. Ama Türkiye gibi toplumlarda aşırılıklar erdem olduğu için bu tür uzlaşıların kurulması zordur. 

Sonuç olarak Ataç, önemli bir yazardı, sahici bir eleştirmendi.


(*) Ataç alıntılarını Asım Bezirci’nin Nurullah Ataç derlemesinden aldım. Bezirci'nin kitabında (s. 140-273) Ataç’ın kitaplarına almadığı dergi ve gazete yazıları da yer alıyor. Bezirci’nin eleştiri anlayışına katılmasam da bu çalışmasının Ataç hakkında bilgi edinmek için başvurulabilecek önemli kaynaklardan biri olduğunu düşünüyorum. Yazının Ataç'ın hayatıyla ilgili ilk kısmını hazırlarken bu kitaptan yararlandım.

[1] Sermet Sami Uysal, "Eşlerine Göre Ediplerimiz", Cumhuriyet, 5.8.1954.

[2] Cemal Süreya, "Ataç'ın Eylemi", Papirüs, Mayıs 1967.