Hınç Seferberliği Karşısında
Barış Özkul

Faşizmin bir kitle histerisi ve hınç seferberliği başlatabilme becerisinin altında çoğu zaman gizlenen, unutturulmak istenen hayalkırıklıkları, travmalar, yetersizlik hisleri yatar. Bu hislerin mahiyeti sınıfsal olduğu kadar mesleki ya da düpedüz bireysel de olabilir. Faşist ideolojinin 'milletin bütünü'ne yönelik toplulukçu-tektipleştirici mesajı sınıfsal, bireysel, mesleki ayrımları bir hınç seferberliği içinde eritme potansiyeline sahiptir.

1930’larda Hitler’in partisi NSDAP’ın üyeleri arasında en kalabalık sivil meslek grubu ilkokul öğretmenleriydi. Burada sınırlı bir eğitim düzeyi, basit bir çaba sonucunda elde edilen bir zihinsel beceri ve bu becerinin kapitalizm açısından herhangi bir piyasa ve mübadele değeri taşımaması arasındaki bağlantıyı fark etmek önemlidir. Benzer şekilde NSDAP’ın bir diğer bileşeni endüstriyel Alman toplumunun beyaz yakalılarıydı: Güvencesiz maaşlı çalışan olmanın verdiği emniyetsizlik duygusunu her an yönetici (managerial) sınıf saflarına dâhil olabilme umuduyla baskılayan, korku-tutku, özlem-haset karışımı bir duygu durumuyla var olan “histerik” bir alt-orta sınıf konumu. Naziler, bu türden “nesnel yetersizlikleri” bir günah keçisine (muhayyel bir Yahudilik ve komünizm tehdidine) yöneltebilmiştir. 

Bunun yanı sıra tümüyle muhayyel olmayan bir tarih anlatısı da Almanya’daki hınç seferberliğine hizmet etmiştir. Hitler sanayi işçisinin yanına savaş gazilerini, doktorları, avukatları ve küçük mülk sahiplerini ekledikten sonra Alman halkını liberal-kapitalist Weimar Cumhuriyeti tarafından istismar edildiğine inandırmıştır. Başlattığı yeniden-silahlanma hamlesiyle birlikte işsizlik sorununu kalıcı olarak çözdüğü izlenimini yaratırken iktisadi ve sosyal anlamda yeniden şahlanan bir ulus mitolojisine sarılmıştır. Dünya savaşına böylesi bir 'özgüven'le girmiştir Almanya.

The Social Bases of Obedience and Revolt (İtaat ve İsyanın Toplumsal Temelleri) başlıklı kitabında Barrington Moore, Nazizm’den arınma süreci “resmen” başlamadan önce 40’ların sonunda Almanya’da yapılan bir kamuoyu yoklamasından söz eder. Yoklamada “Hitler’in en büyük hatası neydi?” sorusuna en sık verilen yanıt “Savaşı kaybetmesi” olmuştur. Yani Alman halkının gözünde Hitler’in en büyük kabahati Yahudileri katletmesi, muhalifleri susturması, cinayet şebekeleri kurması değil “savaşı kaybetmesi”ydi.

Almanya’nın Nazizm’den dolayı uğradığı medeniyet kaybı faşizmin aktörü olan “küçük, sıradan ve öfkeli” adamın umurunda değildi - tıpkı bugün Türk faşizminin aktörü olan “küçük, sıradan ve hınçlı” kitlelerin hangi gazetecinin ne gerekçeyle hapis yattığı veya kimin hangi mezara gömülme hakkının elinden alındığını zerre kadar önemsememesi gibi. 

Peki, sıradan insanın bu ölümcül kayıtsızlığı karşısında ne yapmak gerekir? Teşhisi koymak sorunu çözmeye yetmiyor. Salt teşhisle yetindiğimizde, Suç ve Ceza’nın kahramanı Raskolnikov gibi hareket edip insanlığın toplam gelişimine hiçbir faydası olmadığını tespit ettiğimiz “sıradan ve zararlı insanların” yaşam hakkını tartışma konusu yapabiliriz. 

Böyle bir tavrın etik planda kabul edilemezliği bir yana politik değeri de şüphelidir: Sosyalistlerin toplumu ve toplumun çeşitli konjonktürlerde aldığı tutumları bu şekilde, hınca hınçla karşılık vererek değerlendirmesi doğru bir yaklaşım olabilir mi?

Soruyu retorik bir soru olmaktan çıkartıp gerçek tarihsel-siyasal bağlamlar içinde ele aldığımızda, kolay bir yanıtın olmadığı görülecektir. İnsanlık tarihi sıradan insanın doğru şeylere öfkelenip yanlış siyasal konumlara sürüklendiği, ıskalanmış alternatiflerle doludur. Almanya, 1918’de sosyalizme, liberal demokrasiye ve faşizme gidebileceği bir yol ayrımındaydı. Ebert gibiler eski rejimle ve orduyla ittifak yaparken faşizm gittikçe elle tutulur bir rejim alternatifi haline geldi. Sonuçta, 10’larda ve 20’lerde önce dünya savaşına ardından kapitalizme karşı kitlesel protestolar düzenleyebilen anti-faşist/sosyalist Alman solu 30’larda ve 40’larda Peter Weiss’ın Direnmenin Estetiği’nde anlattığı türden bir hücre direnişi derekesine geriledi. Alman komünistleri sıradan insanın desteğini alamadıkları gibi doğrudan onun hıncının hedefi oldular.

Türkiye’de de şimdilerde kuruluşuna ağırlık verilen totaliter-faşist rejimin destek halkasını oluşturan kitlenin akışkan bir kimliği olduğu söylenebilir. Bu akışkanlık bir omurgasızlık göstergesi olabileceği gibi yeri geldiğinde demokratik bir olgunluk ve esnekliğe de evrilebilir. Bunu bir temenniden çok olgusal bir bilgi olarak söylüyorum: Bugün muhalifleri düşmanlaştıran bir söylem etrafında kenetlenip örneğin Aysel Tuğluk’un vefat etmiş annesini yuhalayabilen kitle birkaç yıl önce Çözüm Süreci’ni, sekiz on yıl önce AB’ye uyum yasalarını destekleyebiliyordu. Öyleyse “özsel” bir kötülükten, sıradan yurttaşın doğasına içkin bir marazdan söz edemeyiz.  Arzularına ket vurup aşağılık duygularıyla hareket etme alışkanlığı kazanmış bir kesim iktidar olduğunda onu kendi somut çıkarlarına aykırı biçimde davranmaya, duymaya, düşünmeye iten bir düzenin mimarı oldu ve bu düzen şimdiye kadar olduğu gibi ciddi bir muhalefetle karşılaşmazsa uzun süre ayakta kalabilir. 

Mevcut düzenin demokratik bir düzen doğrultusunda değişebilmesi için sıradan insana onun grotesk özellikleri ve kimliksel aidiyeti üzerinden öfkelenip kahretmek yerine “politik” düşünmek ve faşizan hegemonyayı serinkanlı bir muhalefetle teşhir eden bir dil ve duyarlığı inşa etmek gerekir: Daima eleştirel olan ama hiçbir zaman kahredici ve dışlayıcı olmayan bir dil ve duyarlık.