Oedipius Karmaşası [IV]: Hâlâ Bir Aile Var mı?
Erdoğan Özmen

Oedipus trajedisinin gösterdiği şey bir açıdan da, yazgının gücü karşısında çaresiz ve savunmasız olduğumuz değil midir? Bilindiği üzere çünkü, Oedipus babasını öldürüp annesiyle evlenmezden çok önce (daha Oedipus doğmamışken), kahin bu ‘canavarlıkların’ bir gün gerçekleşeceğini haber vermiştir. Demek tam da ondan kaçtığımız için, kaçtığımız ölçüde başımıza gelen şeydir alın yazısı. Oradaki söz konusu “kader kurbanı” motifinin bütün ağırlığı ve cazibesine rağmen Freud, trajedinin her birimizi etkileme ve sarsma gücünün asıl olarak bambaşka bir şeyden kaynaklandığını söyler: Ona göre, Oedipus’un tam bir bilgisizlik içinde (bilinçsizce) gerçekleştirdiği eylemler aslında her birimizin bastırılmış en güçlü isteklerinin, en temel arzularımızın doğrudan dışavurumu, sahnelenmesidir. Nitekim şunları yazacaktır:

“…Kral Oedipus’un kavrayan/heyecanlandıran gücünü (gripping power) böylece anlayabiliyoruz… Çünkü seyircilerin tümü bir zamanlar fantazide tomurcuk halinde bir Oidipus (budding Oidipus) idi. Ve her biri burada, gerçekliğe aktarılmış bir rüyanın gerçekleşmesinden duydukları korku içinde geri çekiliyor…”[1]   

Oedipus karmaşası bilinçdışıdır. Biz onun bilgisine sahip değilken bize tesir eder, bizde edimselleşir. Demek, hakkında bilgi sahibi olarak etkisinden kurtulabileceğimizi sanmanın boşuna olduğu bir “bilgi” statüsüdür bu. O bilgiyi anlamak/tanımak istek, arzu, korku ve davranışlarımızı biçimlendirmeyeceği anlamına gelmez. Bütün öznelerin libidinal ekonomileri çocukluktan kaynaklanan bir kalıp uyarınca, o kalıba göre yapılanmıştır. Bir aile düzeni içinde, aile denen örgütlenme tarafından oluşturulan bir kalıptır bu. Daha sonra, ve –psikanalizin bana göre en temel keşiflerinden birisi olan– geri dönüşlülük jesti uyarınca bilinçdışı kalsa bile bütün aile romansları, dürtüsel hayatımızı ve dürtülerimizin akıbetlerini belirlemeyi ve yönlendirmeyi sürdürecektir.

Alabildiğine sevinçli ya da kederli ilişkilerin, derin hayal kırıklıkları ya da tam bir memnuniyet ve tatminle sonuçlanan etkileşimlerin, çok eski ve uzun bir geçmişin, ilk bellek kayıplarının yeridir aile. Demek onlar sayesinde kurulan ve doğumla birlikte kendimizi içine yerleşmiş bulduğumuz bir yapıdır aile. Orada, başlangıçta belki de alelade bir et, sinir ve kemik yığınından ibaretken, sonra annenin şefkatle açılan, genişleyen, uzanan, kavrayan, içine alan kucağı ve sözü sayesinde duygulu bir ruha kavuşarak, o somut deneyimlerin ve bir tarihin içinden geçerek insan oluruz. Maddi bedenden yola çıkılmış bile olsa, müştereken saf/maddi bedenin aşıldığı ve geride bırakıldığı harikulade bir tarihin mekanı ve sığınağıdır aile. Bir de evet, duygularımızın eşsiz bir hikayesi ve tarihi vardır.   

Acı veren yokluk ve kayıplar kadar en coşkulu bolluk ve mevcudiyetlerle ilk kez ailede karşılaşırız. Annelere derin bir şükran, babalara borçluluk duymayı öğrenerek büyürüz. Sonraki ilişkilerimizi sarıp sarmalayacak olan şükran ve borçluluğu ilk kez ailede tanır, deneyimleriz.

En ağır zorluklar, ıstıraplar ailede, ebeveynler sayesinde aşılır, çözüme kavuşur. Kuşaklar ve cinsiyetler arasındaki farkı/ayrımı ailede öğrenir, özümser ve yerini saptarız. Böylece bir kültürün ve toplumun içine, cinsiyet kimliğine sahip bir üye olarak yerleşiriz.   

Yoğun biçimde duygularla kuşatılmış ve alıkonmuş olmak ya da bir duygunun cismanileşmesi ve bir ifade edinmesine vesile olmak anlamında ailedeki tüm ilişki ve konumların bir yükü ve değeri vardır. En temel durumu ele alarak söylersek; anne çocuğun sevgi nesnesiyken, çocuk da annenin sevgi nesnesidir. Bu, yapısal ve duygusal bir ilişkinin kesinliği ve apaçıklığının yanısıra yapısal ve duygusal bir çatışma ihtimaline de işaret eder. Örneğin, sevgi karşılıklı olmadığında (anne çocuğu sevmediğinde, sevgi yeterli görünmediğinde ya da bir koşula bağlıymış gibi göründüğünde vb.) bir keder ve ümitsizlik hali ortaya çıkar. Ya da, sevginin başka bir yere yönelmesi (anne çocuktan başka birini sevdiğinde, sever göründüğünde vb.) derhal kıskançlığa yol açar. Demek ki, bir ilişki ikili bir düzen içindeyken, sadece ailenin iki üyesiyle sınırlıyken ve o kısıtlı çerçevede dile geliyorken bile, daha o anda, ailenin ötesindeki daha geniş yapılara (topluma) göndermede bulunmuş, çoktan daha geniş bir çerçevede işlemeye başlamış olur.

***

Aile, diğer yandan da ama, hiçbir şeyin kendi yerinde olmadığı, bir şeyin olması gereken yerde hiçbir şeyin bulunamadığı, dolayısıyla kaybedilecek bir şeyden de –bir kayıp tehdidinden filan da–- söz edilemeyen bir doluluk –ve boğuculuk– mekânı, zaten her şeyin çoktan kayıp olduğu bir yapı değil midir?

Günümüzde tanık olduğumuz şey, aileye içkin bu eğilimlerin giderek belirginleşmesi ve yaygınlık kazanmasıdır:

“Coca-Cola’nın “Hayatın tadı” başlıklı reklam serisinden öğrendiğimiz gibi, başarısızlıkta başarı da şahane bir şey olabilir. Reklam klibinde büyükbabasını ziyaret eden bir torun görürüz; büyükbabası okulun nasıl gittiğini sorar, genç adam bir yıl ara verdiği yanıtını verir. Sonra büyükbaba son kız arkadaşını sorar ve torun çoktan yeni bir tane bulduğunu söyler. Sonra torun büyükannesinin nasıl olduğunu sorar ve büyükbaba karısının briç kulübünden bir arkadaşlarıyla birlikte yaşamaya başladığı haberini verir. Bu noktada iki adam birbirini Coca-Cola’yla selamlar ve bize hayatın ne kadar lezzetli olduğu anımsatılır.”[2]

Bildiğimiz anlamlarda ne anne-babanın, ne kuşak farkının, ne dede ve ninelerin aktardığı bilgilerin/masalların, ne bir kuşağın kendinden sonrakini eğitmekle yükümlü olduğu bir ilişki biçiminin, ne kılavuzluğun, ne süreklilik ve istikrarın, ne de bağların artık ortada olmadığı bir aile resmidir bu. Aynı zamanda bu, bütün kolektif örgüt ve kurumları (sendikalar, kitle örgütleri, politik partiler, ulus-devletler, aile, ve müşterek temsillerin ve kuşaklar-arası ileti ve aktarımın mahalli olarak kültür) parçalanması gereken lüzumsuz artıklar ya da modası geçmiş köhne yapılar olarak gören neoliberal ideolojinin hikayesidir. Çünkü sermayenin ve metaların bütün yerküreyi serbestçe kat edebilmesinin önündeki bütün engeller temizlenmelidir. 

Yeni bir özne formunun şekillenmekte oluşundan söz etmeliyiz demek ki. Bünyevi olarak zaten var olan psikotik eğilimlerin/nüvenin giderek daha fazla aktüalize olduğu, artık sadece gevşeklik ve plastiklikle karakterize şeylere/durumlara kolayca uymaya ve yamanmaya müsait, metaların/iletişimin/enformasyonun akış hızına ve tüketime (dört bir yandan yükselen “tüket!” buyruklarına) çoktan duyarlı ve savunmasız hale gelmiş istikrarsız ve kırılgan yeni bir özne. Çünkü her türlü tarihsel bağlamdan ve süreklilikten, kuşak/sıra/zaman bilgisinden mahrum edilmiş (demek alçak gönüllüğü, borçlu olmayı, şükran duymayı unutmuş), kendi başına, kendi kıt imkan ve araçlarıyla kendini yaratmak ve icat etmek –imkânsız– ödeviyle kalakalmış günümüzün çıplak, yüzer-gezer ve yalnız bireyi. Bu çaresizlik ve muhtaçlık yüzünden biraz da, her birimiz pazarda bol miktarda bulunan çeşitli “arzu nesnelerine” sahip olmanın mutluluğun koşulu olduğuna ikna edilmiş halde değil miyiz?

Her yerde nasıl ebeveyn olunacağını, çocuklarını nasıl yetiştireceğini bilemeyen, uzman görüşleri ve tavsiyeler peşinde koşmaktan bitap düşmüş genç anne ve babalar var artık. Kendine duyduğu inancı ve güveni kaybetmiş haldeyiz her birimiz. O inanç ve güvenin teminatı olan bağlardan, ilişkilerden, yerlerden ve sembolik dayanaklardan (insanın yüceliğini ve derinliğini inşa eden sembolik boyutudur çünkü) yoksunuz artık. İnsanlık durumumuzun vehametini kavramak için, çocuklar ve gençler arasında hiperaktivite ya da depresyon tanısının ne denli yaygın olduğu ve ilgili ilaçların (concerta/ritalin ve bilumum antidepresan ve antipsikotiklerin) ne çok kullanıldığı üstüne düşünmek yeterli olacaktır. Çocukların/gençlerin aşırı hareketliliği, şiddet patlamaları, eyleme dökmeleri (acting-out) ya da keder ve ümitsizliklerinin aslında ne anlattığını, sözcüklere dökülemeyen ve dile gelemeyen şeylerin ne olduğunu dinlemek ve işitmek için ne zamana, ne dikkate ve özene, ne arzuya, dahası ne ruha ve sembolik çerçeveye içinde yer olmayan bir dünya işte.



[1] S. Freud, The Complete Letters to Wilhelm Fliess, (Çeviren ve yayına hazırlayan; J.M.Masson) Harvard Uni. Press, 1985, s. 272.

[2] R. Salecl, Kaygı Üzerine, çev. B.E. Aksoy, Metis Yayınları, 2013, s. 73.