Son On Yılın Hukuku
Barış Özkul

Recep Tayyip Erdoğan ve AKP, 2002’de iktidar olduklarında geride kalan yedi yılın olayları belleklerinde hâlâ çok tazeydi. Milli Selamet-Refah çizgisinin 1995 seçimlerinde en büyük parti olması sonucunda Silahlı Kuvvetler içindeki tepkilerin artması, hükümeti devirmeyi hedefleyen Batı Çalışma Grubu gibi ekiplerin kurulması, onu izleyen 28 Şubat darbesi Erdoğan ve çevresindekilere Türkiye’de seçilmiş iktidarların hiçbir zaman güvende olmadığını bir kez daha hatırlatmıştı. Erdoğan bu nedenle iktidarının ilk yıllarında bir can simidi olarak gördüğü AB reformlarına sarıldı; “demokrasi tramvayı”ndan ilelebet inmeyecek gibi göründü; bu çizgiyi izlediği sürece liberallerin-demokratların desteğini aldı. 

Aynı tarihlerde Emniyet’te ve Yargı’da kadrolaşan (ve “ne istedilerse alan”) Gülen cemaati mensuplarının Erdoğan ve çevresindekilerin “darbe-cunta” endişesini manipüle ettikleri bir dizi davaya tanıklık edildi. Ergenekon bu bağlamda bir milattır.

Bugün her kesimden ve her ideolojiden insanı indirgemeci bir mantıkla aynı torbaya dolduran hukuk anlayışının temelleri o tarihlerde, o davalarla atıldı. 

Dönemin savcıları Susurluk gibi derin devlet organizasyonlarında dâhli olduğu kamuoyunca bilinen birtakım şahsiyetlerin de aralarında bulunduğu Ergenekon sanıklarını yargılarken PKK, DHKP-C, Hizbullah gibi örgütlerin hepsini Ergenekon Terör Örgütü adı verilen bir heyulanın yönettiği gibi absürdlükleri iddianamelere eklediler. Günümüzde dolaşımda olan “kokteyl terör” vb. kavramların mucidi bu iddianamelerdi.   

Ergenekon sanıklarından bazıları geçmişteki sevimsiz “performans”larından dolayı daha davalar başlamadan suçlu ilan edildiler. Veli Küçük’ü sevmek için hiçbir neden yoktu ama Veli Küçük’ün hâlâ hapiste olan bir PKK’lı aracılığıyla Dursun Karataş’a haber yollayıp “söyleyin Dursun’a benim bölgemde PKK-DHKP-C ittifakını sona erdirsin” dediğini öne sürmek gibi akıl ve mantık sınırlarını zorlayan saçmalıkların delil olarak iddianamelerde yer alması daha ciddi bir sorunun varlığına işaretti. Ama sanık sandalyesinde Veli Küçük oturduğu için “nasılsa suçludur” mantığı baştan kabul edildi ve hapisteki bir PKK’lının Avrupa’daki örgüt liderine böyle bir haberi nasıl iletebileceği sorgulanmadı. Hanefi Avcı gibi isimlerin o yıllarda yazdığı kitaplar fazla önemsenmedi; hele muhafazakâr kesimde hiç yankı yaratmadı. Bu tepkisizlikten güç alan savcılar Veli Küçük’ün yanına Ahmet Şık ve Türkan Saylan’ı eklediler. 

Dönemin davalarının ayrıntılarına inildiğinde nitelik ve zihniyet bakımından bugünle birçok benzerlik görülecektir. Erzincan’da bir otelde konaklayan Dursun Çiçek adlı birinin İlhan Cihaner’le aynı şehirde konaklama “suçunu işleyerek” aynı suç örgütünün bir parçası olduğunu öne süren iddianamelerden (otelde konaklayan Dursun Çiçek’in sonradan başka bir Dursun Çiçek olduğunun anlaşılması ayrı konu) tutun da eski bir emniyet müdürünün sol bir örgüte üye olmaktan hapse atılmasına kadar bir yığın hukuksuzluk yoluyla komplocu zihniyet zaten zayıf temellere oturan hukuk sistemini tamamen ele geçirdi. Siyasi irade bütün bunlara ya gerçekten kandırıldığı için ya da başka sebeplerle (çıkar ortaklığı, muhaliflerin tasfiyesi vb.) göz yumdu.

Ergenekon’u izleyen Balyoz davasında Genelkurmay’dan ele geçirildiği anlaşılan belgelerin sürekli olarak güncellenmesi, tarihler arasındaki uyuşmazlıklar ve gene herkesi aynı torbaya doldurma arzusu hukuk tanımaz olduğu gibi beceriksiz de olan bir zihniyete işaret ediyordu: “Altın nesil” yetiştirmekle övünen Cemaat’in ürettiği insan malzemesinin “pırıltısı” bu kadardı. Ergenekon-Balyoz gibi davalarda iddia makamları hep ağır açıklar verdiler, ağır hukuk ihlallerine imza attılar ve sonuçta AİHM tarafından dahi bozulmayacak esaslarla kurulması mümkün olabilecek derin devlet davaları alakasız insanların terör suçlaması altında aynı sepete doldurulduğu hukuk facialarıyla sonuçlandı - Hukuk faciasının ahlakî çöküşle birleştiği İzmir Casusluk Davası gibi kumpaslar da var.

Daha güncel konjonktürün temel sorusu ise şu: 17-25 Aralık'tan sonra terör örgütü  ilan edilip FETÖ sıfatıyla anılan Cemaat darbe girişiminin gerçekleştiği 2016’ya kadar TSK içinde ne ölçüde örgütlenebilmişti? Her beş yılda bir irtica gerekçesiyle ordudan subay ihraç eden sağcı-Kemalist Türk ordusu böyle bir yapının kendi içine sızmasına, general yetiştirecek kadar güçlenmesine izin vermiş olabilir mi? Bu soruya “vermiştir” ya da “vermemiştir” gibi net bir cevap vermek mümkün değil.  Bana kalırsa Cemaat, TSK içinde de örgütlüydü ve bu örgütlülüğün sinyallerini daha önce vermişti. Balyoz sırasında Genelkurmay karargahından alınıp gazetecilere teslim edilen belgeleri herhalde Kemalist subaylar vermiş olamaz.  Bir hukuk devletinde bu tür soruların sorulacağı merci gizlilik ve kapalılık esasında örgütlenen ve yasal bir muhatap olmayan cemaatçi yapılanma değil siyasi iktidardır. Ama iktidar hala 15 Temmuz’un üzerindeki sis perdesini tam olarak aralamış değil. Cemaat ise bugüne kadar ne Ergenekon’u ne Balyoz’u ne de 17-25 Aralık'ı açıkça sahiplendi. Bütün bu davaları AKP’nin kendi savcılarının yürüttüğünü ileri sürecek kadar insanların zekâlarıyla alay etmeleri bu bakımdan bir turnusol kâğıdıdır. 15 Temmuz’da darbe bildirisini televizyondan okuyacak bir subayın dahi bulunmaması da aynı sahiplenmeme/ortada bırakma tavrının bir devamı olarak görülebilir.

15 Temmuz’un ortada bırakılmış, sahiplenilmemiş, beceriksiz bir darbe girişimi olması devlet içine yerleşen Cemaatçilerin hareket tarzını ve geçmişteki başarısız girişimlerini akla getiriyor. Böyle sakil bir girişimi ancak kurmay zekâyı kendi amaçları doğrultusunda kullanmak isteyen bir sivil akıl organize etmiş olabilir - bu sivil akıl TSK içindeki birtakım subayları darbe fikrine ikna etmiş olabilir. 15 Temmuz gecesi Akıncılar Hava Üssü’nde ve TRT binasında oldukları kamera görüntüleriyle kanıtlanan Fethullahçı sivillerin varlığının yanısıra tek tek bireylerden öte son on yıla yayılan beceriksizce hazırlanmış, yarım kalmış (Ergenekon-Balyoz-17/25 vb.) teşebbüslere bakıldığında 15 Temmuz’un organize edildiği hazırlık sürecinin kritik aşamasında Fethullahçıların bulunması kuvvetli bir ihtimal. Bu hazırlık sürecinin diğer aşamalarında kimlerin yer aldığı, muhtemel ittifaklar, darbenin akim kalması için herhangi bir hazırlığın yapılıp yapılmadığı, 15 Temmuz’da sokağa çıkıp direnen vatandaşların ölümlerini engelleyebilecek müdahalelerin neden geciktiği gibi soruların cevabını ise ancak nesnel ve ciddi tarihçilik verecektir.

İnsanları ve olayları bir girdap gibi yutan ve geride ağır enkazlar bırakan bu on yıllık sürecin hukuk açısından son derece vahim sonuçları oldu. Bugün FETÖ mensubu ilan edilenlerin geçmişte Ergenekon’dan başlayarak hazırladıkları iddianameler, açtıkları davalar, sahneye koydukları mahkemeler askerî vesayeti geriletmediği gibi hukukun en temel ilkelerinin çiğnendiği, illiyet bağının, usul-esas ilişkisinin, masumiyet karinesinin ortadan kalktığı bir hukuk anlayışına emsal teşkil etti ve bu emsal ne yazık ki zamanla kural haline geldi. 

AKP’nin ve muhafazakâr kesimin bugün ihtiyacı olan şey bütün muhalifleri aynı torbaya doldurup ülkeyi yarı-açık bir cezaevine dönüştürmek ya da dizginsiz bir milliyetçiliğin etrafında birleşerek yakın tarihte yaşananları unutturmak değil son on yılın dürüst ve serinkanlı bir değerlendirmesini yapıp yeni bir demokratikleşme hamlesi başlatmaktır. Devlet içinde örgütlenen gizli-saklı yapılardan, cunta hazırlıklarından şikâyet ediliyorsa bunun çözümü şeffaflaşma ve demokratikleşmedir, açık toplumdur; keyfî idareden, OHAL’den uzaklaşmaktır, bağımsız ve nesnel hukuku tesis etmektir. Türkiye’nin bir toplum olarak yoluna devam edebilmesi için esaslı bir özeleştiri yapması şart ve bu özeleştiri öncelikle muhafazakâr kesimin içinde başlamak zorunda çünkü ülkenin son on yılına bu kesim damga vurdu.