Nereden Başlamalı?

Başlık, Çernişevski’nin, sanayi kooperatifleri ya da komünleri kurulmasını önerdiği ve Rus Çarlığı’nda devrimci demokrat geleneği derinden etkileyen Nasıl Yapmalı romanını, ya da Lenin’in devrimci mücadelede işçi sınıfı partisinin öncü rolünü vurguladığı Ne Yapmalı adlı kitabını çağrıştırıyor olabilir, ancak bu yazı soruya o kitaplar gibi kesin bir yanıt içermiyor... Gene de bir yerden yanıt ya da yanıtlar aramaya başlamak gerekir.

Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri (1895-1908)[1] adlı kitabının ikinci baskısına yazdığı Önsöz’de, Nurullah Ataç’ın “biz düşünmüyoruz… Gerçekten düşünmüyoruz, düşündüğümüzü sanıyoruz, düşündüğümüzü düşünüyoruz, cogito cogitare’ [sanırım düşünüyorum] işte o kadar. Yoksa bir nesneyi, bir konuyu alıp da onu incelemiyoruz, onun üzerinde düşünmüyoruz. Bunun içindir ki, nereden, neden açılırsa açılsın, biz hemen bir takım parlak, güzel sözler söylemeye kalkıyoruz, bununla yetiniyoruz. Karşımızdakini şöyle oturaklı, dokunaklı bir sözle susturmayı düşünüyoruz. İşte bu düşünmek değildir, düşünmemenin ta kendisidir” (s. 13-14) sözlerini aktardıktan sonra bu durumun nedenlerini açıklamaya girişir. Mardin’e göre, bu düşünmeme hali “kısa vadeli, pratik, ‘devlet için geçerli’ çözüm yolları aramanın” sonucunda ortaya çıkan ve dinsel dogmatizmle de desteklenen felsefesizlik ile “sosyal evrim görüşüne yer vermeyen” tarihsizlikten kaynaklanmaktadır; üstelik bu yalnızca Jön Türklerle sınırlı değildir, Marksistler de dahil olmak üzere Türkiye’de karşılaşılan genel bir sorundur. O halde, Şerif Mardin’e göre, “Nereden Başlamalı?” sorusuna yanıt bulabilmek için önce düşünmeye başlamak, düşünebilmek için de felsefe ve tarihe eğilmek gerekir.

***

Felsefinin temelinde dogmalardan uzak, doğruyu ve güzeli bulmayı amaçlayan (arayan) bir spekülasyon vardır. Platon için bilmek bir hatırlama sürecidir, bu açıdan bakarsak bildiklerimiz büyük ölçüde hatırladıklarımızdır. Hatırlama sürecinin kökeninde illa idealar dünyasının olması gerekmez, tam aksine içine doğduğumuz dünyada duyduklarımızı, okuduklarımızı, izlediklerimizi vb. hatırladığımız ölçüde bildiğimizi sanırız. Felsefi bir bakış kazanabilmek, doğruyu ve güzeli arayan bir spekülasyona girişebilmek, daha doğrusu aramaya başlayabilmek için ilk yapmamız gereken bildiklerimizi (hatırladıklarımızı) unutmaktır. Dolayısıyla bilmediğimizi kabul ettiğimiz anda doğruyu ve güzeli aramaya başlayabiliriz. Ancak her unutma sürecine aslında bir de yeniden hatırlama (tarih) süreci eşlik eder.

Düşünce tarihine baktığımızda bilinenleri unutarak yeniden ya da gerçekten düşünmeyi başaran çok sayıda örnek vardır. Örneğin, İbn-i Haldun, İslâm dünyasının en parlak ama dogmaların egemen olduğu bir döneminde Gazali’nin tasavvufu ile İbn-i Rüşt’ün Aristotelesçi felsefesi arasına sıkışan düşünce dünyasını, Mukaddime’de basit ama çok etkili bir yöntemle aşmayı başarmıştır: Allah’ın kelamı nakli bir bilgidir, insanların onu anlaması mümkün değildir, ancak ona inanıp uymaya çalışabiliriz; oysa bir de yaşadığımız dünyanın akli bilgisi vardır, bu bilgiyi de öğrenmeye çalışırız. Bu basit ayrımı yaparak dinî doğmayı kendi alanına hapseden İbn-i Haldun, yaptığı gözemler ve çıkardığı sonuçlarla günümüzde ekonomiden sosyolojiye birçok disiplininin ilk örneklerini veren biri olarak anılmaktadır.[2] Fernand Braudel bu tür düşünsel yaratıcılığın yakın dönemdeki bir başka örneğidir. Braudel, II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası[3] adlı yapıtında, -o güne kadar tarih yazımına egemen olan bir savaşın ya da bir devletin hikâyesini kronolojik bir sırayla anlatmanın dışına çıkarak- Akdeniz’de yaşananları, üstelik coğrafi, ekonomik ve bireysel olmak üzere farklı zamansallıklar icat ederek ele almış ve tarih yazımını neredeyse kökten değiştirmiştir. Dünya tarihi bilinenleri unutup geçmişi yeniden hatırlamaya çalışan ve yaratıcı düşünmenin önünü açan sayısız örnekle doludur. Bugün herkesin aklına daha ilk anda gelen isimler doğal ve toplumsal bilimler alanında düşünmeyi başarmış kişilerdir.

Türkiye’ye baktığımızda da çok sayıda benzer örnekle karşılaşabiliriz. Örneğin, yakın zamanda, Barış Ünlü Türklük Sözleşmesi[4] adlı yapıtında, eylemleri gerçekleştiren devlet, örgüt vb. öznelere dayanan bir tarih anlayışı yerine “toplumun genel bilgilerinin ve bilgisizliklerinin, ilgilerinin ve ilgisizliklerinin, duygularının ve duygusuzluklarının” oluşum ve işleyişini anlamaya çalışan bir anlayışı geçirerek yaratıcı düşüncenin parlak bir örneğini vermiştir. Kökleri kapitalizmin ilk dönemlerine uzanan, Hobbes, Locke ve Rousseau gibi düşünürlerin adım adım inşa ettiği, sonra da anayasa sorunları alanına sıkışıp kalan Toplum Sözleşmesi kavramını ABD’deki ırkçılık araştırmalarıyla birleştirip bir ülke ölçeğinde uygulayan Ünlü, kitabının önsözünde bu noktaya nasıl vardığını ayrıntılarıyla anlatırken yaratıcı düşünceye ulaşmanın bir örneğini de verir:

Bu kitaptaki perspektife basit bir literatür aktarma isteğinden veya yapay bir zorlamadan değil, kişisel deneyimimin ve sezgilerimin itkisiyle, neredeyse doğal bir kendiliğindenlikle vardığımı anlatmaya çalışıyorum. Türklük üzerine olan düşüncelerime Beyazlık Çalışmaları’ndan yola çıkarak varmadım; tam tersine Beyazlık Çalışmaları’na Türklük üzerine olan düşüncelerimden yola çıkarak vardım. Geliştirmeye çalıştığım tarihsel ve sosyolojik modele giden yol bir teoriden veya literatürden değil, bir içgörüden başladı. İçgörülerden gözlemlere, biriken gözlemlerden kavramsal arayışlara, yeni kavramlardan Türkiye tarihini ve toplumunu yeniden yorumlamaya giden yaklaşık on yıllık bir yolculuk … (s. 10).

***

Marx ve Engels, 1848 başında Avrupa’da bir anda parlayıp hızla yayılan, aynı hızla da sönecek olan ayaklanma öncesinde kaleme aldıkları Komünist Manifesto’da, devrimci dalgayla yüzleşebilmek için bir durum tespiti yapıp genel ilkeler sıralıyorlardı. 1848 ayaklanmasını izleyen yıllarda, radikal hareketler bir sonraki ayaklanmaya hazır olabilmek için kalıcı bürokratik yapılar oluşturmaya giriştiler; önce enternasyonalist örgütler, ardından da modern siyasetin ilk milli partileri olan Fransa’daki Sosyalist Parti ile Almanya’daki Sosyal Demokrat Parti’yi kurdular. 19. yüzyılın sonlarına gelirken, bu partiler, farklı yollarla da olsa, devleti ele geçirmek üzere merkez ülkelerde sosyal demokrat ya da sosyalist, yarı çevre ülkelerde Leninist, çevre ülkelerde de milli kurtuluş hareketleri biçimini alarak bütün dünyaya yayıldı. Bu partiler, 1960’lara gelindiğinde, neredeyse bütün dünyada, ama her biri kendi ülkesinde, seçim, devrim ya da bağımsızlık savaşı sonucunda devleti ele geçirmeyi başarmış, devletlerinin bir ölçüde dönüştürmüş, ancak Fransız Devrimi’nden ilham alarak bayraklaştırdıkları “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” hedefine ulaşamamışlardı.

1968 Bahar’ında, gene Avrupa’dan başlayıp hızla bütün dünyaya yayılan ve başladığı hızla sönen ayaklanma, büyük ölçüde kalıcı bürokratik yapılar kurarak bir anlamda liberalleşen, devlet iktidarını kullanırken de yozlaşan bu örgütlere ve onların devleti ele geçirme hedefine yönelikti. 1968 Ayaklanması, 1848 ertesinde kurulan partilerin radikal hareketler arasında baskın hale gelerek üzerini örttüğü, ikincilleştirdiği, “Seçimden/Devrimden/Milli Kurtuluş’tan sonra ele alınacak konular” arasına kattığı ve devleti ele geçirdikten sonra da unuttuğu Irkçılık, İnsan Hakları, Kadın Hakları, Çevre, Barış, Nükleer Silahsızlanma gibi konuları öne çıkarıyordu. Ayaklanmanın sönmesiyle birlikte bu konulardan birini ana gündemi yapan, devleti ele geçirmek değil de etkileyerek tavır almasını sağlamayı amaçlayan, Hükümet Dışı Örgütler [NGO] ya da Sivil Toplum Örgütleri olarak anılan, küresel ölçekte en bilinenleri Greenpeace ve Uluslararası Af Örgütü olan dünya çapında örgütler kuruldu. Bu örgütler, bilimsel araştırmalar, kamuoyu kampanyaları, siyasetçilerle görüşmeler, sansasyonel eylemler, hatta şirketlerin hisselerini satın alıp onları tavır değiştirmeye zorlamak gibi çok çeşitli yöntemler kullanarak ele aldıkları sorunların çözülmesini sağlamaya çalıştılar.[5] Kadınlar ise bambaşka yol izleyerek farklılıklarını koruyan esnek koalisyonlar kurmayı yeğlediler.

Bugün “Tuhaf zamanlarda yaşayasın,” diyen Çin bedduasını ya da Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikayesi adlı romanının giriş paragrafını anımsatan günlerde yaşıyoruz.[6] Örneğin, IŞİD ya da Hamas gibi örgütlerin yaptıklarını bir yana bırakırsak, Rusya Federasyonu’nun Ukrayna’yı işgali; İsrail’in Filistin halkına yönelttiği soykırım; Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline karşı çıkanların İsrail’e verdiği sonsuz destek; ABD’nin en özgürlükçü üniversitelerinde öğrencilerin ve öğretim üyelerinin İsrail’i eleştiren açıklamalarına göz yuman rektörlerinin görevden alınması; daha dün Edward Said’in İsrail sınırına taş atmasını ifade özgürlüğü diyerek savunan Columbia Üniversitesi’nin Filistin’i destekleyen öğrencileri okuldan uzaklaştırması ve ABD üniversitelerinde öğretim elemanları dahil gözaltı ve tutuklamalar yapılması; başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde “From the river to the sea, Palestine will be free” [Nehirden Denize Özgür Filistin] sloganının yasaklanması, Rusya’nın katliam yapan IŞİD üyelerine kulak kesme dahil yaptığı işkencelerle övünmesi… Türkiye, Macaristan, Hindistan, Çin, dünyanın dört bir yanından gelen haberler her türlü değerden uzak bir devlet aklının çalıştığı, anayasa, yasalar ve yargı kararlarına yöneticiler başta olmak üzere gücü yeten kimsenin uymadığı, devleti etkileyerek olumlu kararlar almasını sağlamaya amaçlayan hak arama yöntemlerinin de giderek işe yaramazlaştığını akla getiriyor.

***

Thomas Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı[7] adlı kitabında bilimin gelişimini açıklarken, bilim insanlarının üzerinde uzlaştıkları paradigmalar aracılığıyla çalıştığını; var olan paradigmanın bazı soruları açıklayamadığı noktada da bir bilimsel devrim gerçekleştiğini söyler. Bu bilimsel devrim sonucunda da yeni bir paradigma inşa edilir. Örneğin Newton fiziği Güneş Sistemi içinde sorunsuz olarak çalışır, ama ölçeği evreni kapsayacak kadar büyütür ya da atom altına inecek kadar küçültürsek sorunlarla karşılaşılır. Bu noktada bilim insanları başka bir paradigma arayışına girerler. Kuhn, paradigmaların oluşum ve işleyiş koşullarını ele aldıktan sonra şöyle der:

Bilimi, doğa tarafından önceden saptanmış bir amaca doğru sürekli yaklaşan hemen hemen tek insan çabası olarak görmek hepimizde kalıcı bir alışkanlık haline gelmiştir. Böyle bir amacın olması gerçekten gerekli midir? Bilimin hem varlığını hem de başarısını, topluluğun herhangi bir andaki bilgi düzeyinden hareket eden bir evrim olarak açıklayamaz mıyız? Doğanın [ve Toplumun (ben ekledim F.A.)] belki tek bir tam, nesnel ve gerçek açıklaması olduğunu tasarlamak ve bilimsel başarının en uygun ölçütünü de bizi bu son hedefe ne derece yakınlaştırdığında görmek gerçekten bu kadar yararlı mıdır? ‘Bilmek istediğimize doğru evrim’ düşüncesinin yerine ‘bildiklerimizden başlayan evrim’ düşüncesini koymayı bir öğrenebilirsek, belki böylece bir sürü rahatsız edici sorundan da kurtulmuş olurduk (s. 159).

Immanuel Wallerstein ise, geleceği tartışırken, tarihsel kapitalizmin bir çöküş sürecine girdiğini, bu süreçte yeni bir sistem kurmak için yürütülen siyasal mücadelede, ezilenlerin gücünün, örgütlenme düzeyinin ve servetlerinin imtiyazlılara göre daha az olduğunu belirtir. Ona göre, “iyi bir toplum (ya da en azından daha iyi bir toplum) için gerçek rasyonalite arayışında bizim safımızda olan bir şey insani yaratıcılıktır [abç]. Burada potansiyel olan açısından hiçbir sınır yoktur”.[8] Aslında, hem yerel hem de küresel düzeyde, farklılıklarına rağmen açık tartışmalar sonucunda bir araya gelerek Gökkuşağı koalisyonu oluşturmayı başarabilen, çok farklı yöntemleri kullanarak haklarını savunabilen ve birçok kazanım elde eden kadın hareketi, insani yaratıcılığın somut bir örneği olarak önümüzde durmaktadır.

Düşünmediğimiz, yalnızca düşündüğümüzü sandığımız saptamasıyla başladığımız araştırmayı Mevlana’nın bir şiirini hatırlayarak bitirebiliriz:

Her gün bir yerden göçmek ne iyi,

Her gün bir yere konmak ne güzel,

Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.

Dünle beraber gitti cancağızım,

Ne kadar söz varsa düne dair.

Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.


[1] İstanbul: İletişim Yayınları, 1983.

[2] Bkz. Ümit Hassan, İbn Haldun Metodu ve Siyaset Teorisi, Ankara: AÜ SBF Yayınları, 1982.

[3] Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İstanbul: Eren Yayıncılık, 1989.

[4] Ankara: Dipnot Yayınları, 2018.

[5] Giovanni Arrighi vd., çev. C. Kanat vd., Sistem Karşıtı Hareketler, İstanbul: Metis Yayınları, 1995.

[6] “Zamanların en iyisi-zamanların en kötüsü, akıllılık çağı-budalalık çağı, inanç devri-şüphecilik devri, ışık mevsimi-karanlık mevsimi, umut baharı umutsuzluk kışıydı. Yaşamak için çok şeyimiz vardı, yaşamak için hiçbir şeyimiz yoktu. Hepimiz doğrudan doğruya cennete gidecektik. Hepimiz doğrudan doğruya diğer tarafı boylayacaktık. Sözün kısası, o çağ şimdiki zamana o kadar benziyordu ki, gürültücü otoriteler, iyi veya kötü şeyler için bir mukayese yapıldığı zaman, bu çağın her bakımdan en üstün sayılmasında ısrar ediyorlardı.” Çev. Gönül Suveren, İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi, 1971.

[7] Çev. Nilüfer Kuyaş, İstanbul: Alan Yayıncılık, 1982.

[8] Ütopistik ya da 21. Yüzyılın Tarihsel Seçimleri, İstanbul: Avesta Yayınları, 1999, s. 84-85.