Ak Saray’ın tanıtım filmi önümde açık. Adıyla, üzerine inşa edildiği arazi ile, yapımı için kamu bütçesinden aktarılan kaynak ile AKP iktidarına dair şikayet edilen ne varsa ayan beyan gözümüzün önünde bu filmde. Adını kendini inşa ettiren partiden alan bu “köşk” parti ile devletin artık yekvücut olduklarını göstermiyor mu? Aksi yöndeki bütün yargı kararlarına rağmen yapımına devam edilen bu “konut” siyasi iktidarın kanun tanımadığını açıkça ortaya sermiyor mu? Dünyanın en pahalı sarayı unvanını alan bu dev bina kamu bütçesinin hiçbir denetim olmadan bir avuç insan tarafından akıllarına estiği gibi kullanıldığının bir göstergesi değil mi?
Ama bütün bunlara rağmen o koca saray bütün ağırlığıyla gözümüzün önünde. Tanıtım filminde yeni Türkiye’nin yeni marşını da duyuyoruz: Mehter Marşı melodisiyle söylenen İstiklal Marşı. O melodi ile İstiklal Marşı başka bir ruha (ya da bir zamanlar ait olduğu ruha) geri dönüyor sanki. Marşı söyleyen koro o benim milletimindir ancak diye bas bas bağırırken, biz artık millete ait olanın ne olduğunu anlamıyoruz bile. Karşımızda bütün ihtişamıyla duran bu saray mı? O sarayın basamaklarında (atlattığı onca “tehlikeden” sonra) bir kahraman edasıyla ve elbette tek başına duran Erdoğan mı?
İnsanda gerçeküstü bir şeye baktığı duygusu uyandırıyor bütün o ihtişam. “Nasıl olur da onca yolsuzluğa, haksızlığa, adaletsizliğe, eşitsizliğe rağmen bir siyasal rejim böylesine “ihtişamla” ayakta kalır?” diye sormadan edemiyorsunuz. Üstelik sadece ayakta kalmakla kalmaz, neredeyse hepimizle dalga geçer gibi kendisine bütün o yolsuzlukların, eşitsizliklerin, adaletsizliklerin sembolü olan betondan bir saray inşa eder? O saraya bakanlar nasıl olur da o sütunlarda yolsuzluk, eşitsizlik, adaletsizlik değil de güç ve yenilmezlik görürler? Yapıp ettiklerini hiç gizlemeyen, hatta bunu bir saray inşa ederek gözümüze sokan bir iktidar nasıl olur da bu kadar destek görmeye devam eder?
Diaz-Cayeros vd. buna rejimin trajik zekâsı diyor (makale burada: link.) Trajik zekâ Meksika’dan Kazakistan’a otoriter siyasal partilerin bütün ekonomik ve siyasal krizlere, yolsuzluklara ve hukuksuzluğa rağmen iktidarda kalabilmesini sağlayan mekanizmanın adı. Rejim “trajik” çünkü vatandaşları yolsuzluk, kanunsuzluk, talan ve haksızlık üzerinden işleyen bir siyasal sistemi seçmek zorunda bırakıyor; rejim “zeki” çünkü vatandaşlar bu özellikleri sadece zorla seçmiyorlar aynı zamanda bu özelliklerin devam etmesinde aktif bir rol oynuyorlar.
Trajik zekânın parlaklığı partinin kendisine oy verenleri de vermeyenleri de, yandaşları da muhalefeti de sistemin içerisine dahil edebilme kapasitesinde gizli. Parti devletin bütün kaynaklarını merkezde ele geçirdikten sonra kaynakların dağıtımı yoluyla bir ödül/ceza mekanizması kuruyor. Örneğin yerel seçimlerde vatandaşların hegemonik parti dışında başka bir partiye oy vermesi o yerelin cezalandırılması (örneğin kaynaklardan daha az pay alması) anlamına geliyor. Dolayısıyla oy verenler biliyorlar yerelde hükümet/parti dışı adaylara oy vermenin susuz, yolsuz, köprüsüz kalmak gibi önemli bedelleri olacağını. Trajik zekâ kamunun eşitliği ve tarafsızlığı ilkesini gözümüze soka soka ortadan kaldırıyor. Yandaşlara ödül, karşıtlara ceza üzerinden kurulan bir adalet(sizlik) sistemini toplumun her düzeyinde geçerli ve meşru bir siyasal mekanizma haline getiriyor. Utanmadan, sıkılmadan.
Üstelik trajik zekâ bir kez işlemeye başladı mı vatandaşlara ne yaparsanız yapın yine kazanırım diyor. Seçim mi yaptınız, seçim sonuçlarını yeniden saydırırım. Sokağa mı çıktınız, üstünüze polisi salarım. Yargıyı mı göreve çağırdınız, göreve çağırdıklarınızı görevden alırım. Kısacası “yapıp edeceğiniz hiçbir şey beni devirmeye yetmeyecektir” diyor. “Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü” ilkesi yerini partinin her şey olduğu “rejimin ülkesi ve milleti ile yenilmez bütünlüğü” ilkesine bırakıyor. İşte yeni anayasanın yeni ilkesi de bulunmuş oluyor böylece: yenilmez bütünlük.
Trajik zekânın en büyük dostu ise sadece rejimin yapıp ettiklerini ifşa etmek üzerinden siyasi bir hat kuran muhalefet (ifşa siyaseti ile ilgili Bülent Küçük’ün yazısına bakmanızı tavsiye ederim, yazı burada: link). Bir yandan kendi siyaset etme mekanizmasını açık açık (hiç saklamadan ve sakınmadan) kanunsuzluk ve talan üzerinden kuran bir siyasal iktidar. Öte yanda bütün işi gücü kanunsuzluğu ifşa etmek olan muhalefet. Bir düşünün günde beş vakit artık hukuk devletinde yaşamıyoruz demenin keyfiyeti, hukuk yapabilmiş olan bir siyasal iktidar için anlamı nedir? Hiçbir şey. Çünkü zaten rejimin trajik zekâsı hukuksuzluğun, kanunsuzluğun, yolsuzluğun norm haline gelmesi ile işlemez mi? Hukuksuzluğun ortaya serilmesi ona alternatif bir siyasal hattın yokluğunda sadece rejimin yenilemeyeceği inancını güçlendirmez mi?
Rejimin trajik zekâsı zaten muhalefeti sever. Muhalefetin kendisi hakkında konuşanını daha çok sever. Kendisi hakkında konuşup konuşup seçimlerde yenileneni en çok sever. Çünkü bütün yapıp ettiklerine rağmen seçilebilmeyi sever. Rejimlerde yenilebilme ihtimalinin halk tarafından bir gerçekmiş gibi algılanmasını sever. Hiçbir zaman yenilmeyeceği bir seçim makinesi kurduktan sonra muhalefeti seçim sandığında hesaplaşmaya çağırır. Kendi yenilmezliğini ve muhalefetin beceriksizliğini tekrar tekrar göstereceği o “kapalı makineye”.
Böylelikle formel demokrasinin kurumlarının varlığı (seçimler, partiler gibi) trajik zekânın işlediği siyasal sistemlerde “demokrasinin” değil otoriterliğin garantisi oluverir. Her hattan siyasal parti karar alamayacak kadar az ama ortadan kaybolmayacak kadar çok sandalye ile yasama organında temsil edilebilir. Her muhalif kimlik sanki eşitmiş gibi görüşme masasına davete dilebilir. Trajik zekâ muhalefeti kazanabileceğine dair aralık bir kapı bıraktığı (ama asla kazanamayacağı) çekişmeli süreçler yaratarak oyunda kalmaya ikna eder.
Oyunda kalmaya ikna olan her muhalif kimlik tam da aynı anda rejimin mutlak iktidarını tesis eder. Çünkü seçimler yönetici partinin gücünün ve popülerliğinin bir kez daha altını çizerken, muhalefetin “güçsüzlüğünü” de ayan beyan ortaya serer. Çünkü müzakereler yönetici partinin demokratlığının ve içerici özverisinin altını çizerken, karşı tarafın (en hafifinden) “isteksizliğini” gösterir. Trajik zekâ herkesi kucaklamaya hazırdır. Ama en çok da kucakladıklarını aldatır. O sarayın kapısı hiç kimseye ne tam olarak açık ne de kapalıdır. Trajik zekâ o kapıyı hep aralık tutarak yönetir.
Ak Saray da rejimin o trajik zekâsının devasa bir sembolü değil mi? Gözümüzün içine baka baka yolsuzluğu, talanı, adaletsizliği ve kanunsuzluğu meşru kılmanın bir başka yolu? Yargı kararına rağmen kesilen zeytin ağaçlarını, madenlerde katledilen işçileri, bir avuç şer sürüsüne peşkeş çekilen kentleri yutkunup sindiren bir toplumun anıtı?
Trajik zekânın bizi mecbur ettiği bu oyundan galip çıkmanın yolu o yarı aralık kapıdan sızanları gözler önüne sermek değil. Yüzümüzü gözümüzü kamaştıran o parıltılı saray ışıklarından çevirip toprağa bakmak. Büyük zaferler peşinde koşmak değil, ufak zaferler ile en ihtişamlı olanın bile bir gün yenilebileceği duygusunu her gün yeniden inşa etmek.