Tam da çözüm sürecinde taraflar arası mutabakatın yeniden sağlandığı ve umutların tazelendiği günlerde Cizre’de yaşanan olaylar, 2014’ün kafa ve ruh karışıklığına zirve yaptırdı. Zira 2014, aradan geçen iki yıla rağmen, çözüm sürecinin vaad ettiği “barış ve huzur ortamına” kavuşmak şöyle dursun, bilakis bir çatışmaya doğru sürüklenildiği izlenimi doğuran gerilimler içinde geçti.
Bu gerilimlerin toplumda yarattığı tepki ise en çarpıcı biçimiyle 6-8 Ekim Kobane olayları ile açığa çıktı. Her şeyden önce 6-8 Ekim Kobane olayları, çözüm sürecinde yalnızca Türklerin hassasiyetlerinin değil, Kürtlerin de hassasiyetlerinin göz önüne alınması gerektiğini gösterdi. Ancak, ilk aşamada başta hükümet olmak üzere birçokları yeni bir durumla karşı karşıya olunduğunu kavrayamadı. Olayların başlamasından HDP sorumlu tutulurken, Abdullah Öcalan’ın gönderdiği mesajla ortalığın yatışması ezberleri pekiştirdi. Nihayetinde her Kürdü PKK’li ve dolayısıyla terörist sayan askeri vesayet dönemi reflekslerinin terk edilmediği bir kez daha görüldü.
Oysa PKK de, KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık’ın IMC TV’den Ayşegül Doğan’a verdiği son röportajında söylediği gibi, yaşananları öngörememişti. Bu yüzden Bayık “Zarar gören insanlarımızdan ben özür de diliyorum” demek zorunda kaldı. Abdullah Öcalan’ın yaptığı ve büyük ölçüde çözüm sürecinde hükümetin verdiği sözlerin garantiye bağlanması talebi diye yorumlanan özeleştiri de bir özürdü. Öcalan’ın özeleştirisi, artık Önderlik pozisyonunun belirlediği önceliklerin Kürtlerin hassasiyetlerinin gerisine düştüğünün bir işaretiydi.
Peki nedir “Kürtlerin hassasiyetleri”?
Herşeyden önce çözüm sürecinin en önemli ve birçoklarına göre tek kazanımı sayılan “Analar ağlamıyor” tespitinin Kürdistan’da bir karşılığı olmadığının altını çizmek gerekiyor. Bu süreçte Roboski katliamı ardından dökülen gözyaşları bile dinmedi. Üstelik, “kaçınılmaz hata” bahanesi en azından başka katliamların yaşanmayacağına bağlanan umutları söndürdü. Diğer yandan, binlerce KCK’li mahkumun özgürlüğü, üstelik aralarında ölümcül hastalar olduğu halde, hiçbir zaman bir adalet sorunu olarak ele alınmadı. Nihayetinde bazılarının serbest kalması siyasi rekabet ve pazarlıkların bir sonucuydu. Bu arada yalnızca 6-8 Ekim Kobane olaylarından sonra tutuklananların sayısı 2740 kişiyi buldu.
IŞİD’in yarattığı tehdit ise adeta bardağı taşıran son damla oldu. YPG’nin yayınladığı 2014 yılı bilançosuna göre, Rojava’da 537 YPG/YPJ savaşçısı öldü. Bu savaşçıların kaçının Türkiye Kürdistanı’ndan olduğuna ilişkin bir bilgi yok. Ancak, özellikle IŞİD’in Kobane’ye saldırısı sonrasında nerdeyse her hafta düzenlenen cenaze törenlerine bakılacak olursa bu sayı az değil.
Öte yandan, böyle bir ayrım yapmanın pek bir önemi de yok. Çünkü Kürtler artık Kürdistan için ödenen bedelin hesabını mücadelede saf tuttukları taraflar üzerinden yapmıyor. Kayıplar ve bu arada kazanımlar da Kürdistan ölçeğinde kaydediliyor. Bu bağlamda, IŞİD’in Musul ve Şengal saldırıları sonucu Irak Kürdistanı’nda ölen peşmerge sayısının 727 olduğunu hatırlatmakta fayda var. Bu süreçte, KDP’nin rezervlerine rağmen PKK’ye bağlı silahlı güçlerin Irak Kürdistanı’nda gördüğü kabul, diğer yanda ise Kobane direnişine katılmak üzere Türkiye’den geçen peşmerge grubuna yol boyunca gösterilen kitlesel destek, geldiğimiz aşamanın toplumsal olarak neye tekabül ettiğini resmediyor. Nihayetinde, Kürtler arasında zaten varolan “ortak kader” duygusu, bu kaderin değişeceği “ortak gelecek” tasavvuruna doğru hızla evriliyor.
Bu tablo, çözüm bağlamında yalnızca Türkiye açısından değil, Kürt siyasi hareketleri açısından da önemli bir zorluğa işaret ediyor. Yine Cemil Bayık’a atıf yapacak olursak aslında “Kürtlerde birlik tabanda büyük ölçüde gerçekleşti”. Ancak, bu birliğin siyasi bir forma kavuşması yalnızca toplumsal dinamiklere bağlı değil. Üstelik bu toplumsal dinamiğin sözkonusu gelecek tasavvuruna rağmen, mevcut siyasi düzenle kültürel, ekonomik ve siyasi bağları hala güçlü. Bu paradoksun en görünür örneği de Türkiye Kürdistanı. Bazılarını inandırmak her ne kadar zor olsa da, yaşanan tüm gerilimlere ve umutsuzluklara rağmen Kürtlerin çoğunluğu Türkiye’den ayrılmayla sonuçlanacak bir bağımsızlık fikrine sıcak bakmıyor. Ama bu yalın gerçeği meselelere “siyah/beyaz” mantığıyla bakanlar anlamıyor, anlamak istemiyorlar. Çünkü özünde sahip oldukları egemenlik haklarını paylaşmak istemiyor. Bu durumda da “ya sev ya terk et” ya da “ya benimsin ya toprağın” politikaları her fırsatta deyim yerindeyse hortluyor.
Bu bağlamda, Cizre’de yaşanan son olayları “provokatörlerin” üstüne yıkıp, siyasi aktörlerin en hafif ifadesiyle, beceriksizliklerinin üstünü örtme çabasına kanmamak gerekiyor. Çünkü Cizre’de yaşananların asıl kaynağı yaşanan otorite boşluğudur. Dolayısıyla, bölgede iktidar sahibi olduğu iddiası taşıyan siyasi aktörlerin aslında hiçbirinin bu iddaya uygun bir performans gösteremedikleri ortada. Bu durum, doğal olarak Kürdistan’ın temsilinde pay sahibi olma hevesi taşıyan diğer aktörleri de cesaretlendiriyor. Zira, bu süreçte en dikkat çekici açıklamayı çatışmanın doğrudan tarafı ve devletle işbirliği Hizbullah deneyimiyle sabit Hüda-Par’dan geldi. Hüdapar Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu yaşananlardan devleti sorumlu tutarak “PKK’nın arkasındaki halk desteğinin azalması için katliam yapmasına bilerek mi göz yumuyor? Bununla ‘önce güvenlik’ tezine zemin mi hazırlanıyor?” diye sordu. Bu açıklama birçok yönüyle yorumlanmaya muhtaç. Ancak, niyet ne olursa olsun sorduğu soruların Kürdistani algılara tercüman olduğuna şüphe yok. Dolayısıyla Yapıcıoğlu’nun bu açıklamasıyla seçimlere giderken devletle arasına mesafe koyma gayreti içinde olduğu, Kürdistan’da Hüda-Par’a ilişkin kanaatleri boşa çıkarmayı hedeflediği düşünülebilir.
Hüda-Par’ı bu kadar gayretlendiren bir başka durum ise bölgede AKP’ye verilen desteğin giderek azalması. Nihayetinde, ne yaparsa yapsın PKK tabanından oy alması hayal olan Hüda-Par için bu durum kaçırılmayacak bir fırsat. Anlaşılan AKP de bu oylar PKK’nin işine yarayacağına Hüda-Par’a gitsin tercihi yapıyor. Zira Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın Cizre’de yaşanan olaylar sonrasında “Bu açıkça Kandil’e nanik yapmaktır. ‘Ben sizi takmıyorum’ demektir” sözlerini duyunca, insanın aklına AKP’nin hedefinin herşeyden önce PKK’nin bölgedeki etkinliğini zayıflatmak olduğu geliyor. Ancak, seçim rekabetinden uzaklaşıp daha geniş bir perspektiften okunduğunda bu “nanik”in aslında herkese yapıldığı açıkça görünüyor.