Belediye otobüslerinin kendine has dinamiklari ve eşitsizlikleri var. Oturanlar ve ayakta kalanlar arasındaki sınıfsal ayrım gibi. Uzun bir mesafe sözkonusu ise gözardı edilemeyecek bir gerginlik yumağıdır o ayrım, hafife almayın. Bunun gibi seyahat esnasında önemli bir diğer mesele ise otobüsün içinin soğukluğu ya da sıcaklığı, havalandırmanın, pencerelerin açılıp açılmayacağı, açılacaksa kimin tarafından açılacağı, kapanacaksa buna kimin karar verdiği gibi ufak bir demokrasi deneyimi olarak yaşanır. Elbette o noktada neyin kim tarafından (oturan mı ayaktaki bir yolcu mu, kadın mı erkek mi) istendiği, bunun kabul ya da reddedildiği önyargılarımız açısından uzun, reflekslerimiz açısından kısa bir filebizitle tayin edilip, uygulamaya geçirilir. Bu tartışmalara mutlaka müdahil olan, yaşça büyüklerimiz meselesi var ama saygı gereği başka bir yazıda ayrıca ele alınmaları uygundur sanırım.
Eskiden daha fazla yukarıdaki yolcular arası demokratik yaşam deneyimine tevdi edilen bu süreç bir süredir klimalar nedeniyle otobüsün sürücüsüne geçmiş vaziyette. Zaten İstanbul trafiğinin herhangi bir noktasında cinnet geçirecek eşikte yaşayan bu mübarek insanlar, ellerindeki bu idare yetkisini bir de demokratik usullerle belirlemekten fazlaca hoşlanmıyorlar. Yolcuların pencere marifetiyle kendi aralarında bunca zamandır kavga dövüş halledebildikleri mesele, süreç direksiyondaki şahsın uhdesine bırakıldığında ister istemez keyfi denebilecek bir hal alıyor. Zira kimisi “üşüdüm klimayı kapatır mısınız” diyor, kimisi “daraldım, otobüsün içi havasız, klimayı açar mısınız?” Bu ülkede yaşayan bizler için oda sıcaklığı mefhumu hala CERN deneyi gibi potansiyelleri zengin ama kendisi muamma bir mesele olarak telakki ediliyor zira...
Şimdi bu idare gücünü eline alan sürücü bir noktadan sonra, kendi kafasına, trafiğe, kalabalığın uğultusuna, durup duruken kilitlenmiş caddeye odaklanmıyorsa otobüsün içindeki ortalama 40-70 yolcunun sıcaklık seçimlerine “uyumlu” bir şekilde havalandırmayı kontrol ediyor. Ancak hala bir aracı ihtiyacı sözkonusu. Çünkü sürücünün dikkati her dakka otobüsün içişlerinde değil. Bu nedenle genellikle orta yaş civarında bir erkek bu aracılık rolüne talip oluyor. Sıcaklığın artırılması ya da azaltılması için bulunduğu noktadan sürücüye o anki sıcaklık piyasasındaki gelişmeleri aktarıyor. Bir süredir “şofer bey”,” kaptan”, “hocam”, “bilader” gibi hitaplar terkedildiği için bu aracılık vazifesini “başkan” diye seslenerek idame ediyor. “Başkan, donduk yav, şu ısıtmayı açsana” şeklinde “söylemini söylüyor. “Başkan” da zaten bu uzlaşmayla tayin edilmiş komuta olumlu yaklaşıyor, hitap da bir tuhaflık olduğunu düşünmüyor. “Başkan!”
Kamusal hayatımıza ilkokulda çocuklara eziyet etmek üzere tasarlanmış sınıf başkanlığı ile başlayan yaşımız ilerledikçe gerçekleriyle yüzyüze geldiğimiz ve kapısından itibaren herkesin başkan olarak sıfatlandırıldığı kurumlar var; zabıta müdüründen, fen işlerine, teknik denetleme birimine ya da gelirler kısmına kadar belediyeler de herhes başkandır mesela. Öyle denir, birbirlerine öyle seslenir, faniler tarafından öyle bilinirler. Müdürüm, beyfendi yoktur, başkan vardır. “Başkanım bunu nasıl yapmamızı uygun görürsünüz”, “Başkana sormak lazım”, Başkan bunu gördü mü?”, “Bu ancak başkanın yetkisinde!?” şeklinde devam eden cümle öbeklerinin asıl failidir o. Aynı hitabın sıkça işitildiği bir başka kurum ise kuşkusuz sendikalardır. Ortada sendikalıdan fazla sendika yöneticisi olduğu için orada da herkes başkandır. Öldür Allah bitmez o “Başkanım” hitapları, şube, il, bölge, sendika, konfederasyon silsilesi içinde matruşka başkanlar yaşar, kimseye adıyla hitap edilmez, “Başkanım” denir. Sendikal hareketler konusunda mutlaka araştırılması gereken bir husus herhalde; yabancılaşma diye bir meselemiz vardı, olmalı en azından. Daha halka indiğimizde partiler meselesi var. Orada da bitmeyen bir başkanlık sarmalına kapılırız. Yine belde, ilçe, il, genel merkez silsilesi sözkonusudur. Başkan tükenmez bir “eşitlik” kaynağıdır adeta! Herkes başkan olduğunda kim için sorun olabilir ki, taban demokrasisinde başarılı olamadık belki tavan demokrasisinde başarılı oluruz seçeneği? Bir de etrafında korumalar, asistanlar, müdürler toplaşıp o halde yürünmeye çalışılmaz mı, tadından yenmez başkanlık...
Prekarya için ne iş sıfatları icat edildiğini biliyoruz: Yönetici asistanı, apartman görevlisi, müşteri temsilcisi, satış sorumlusu, gayrımenkul danışmanı, yüzey teknisyeni vb. Bu sıfatların muazzam bir perdeleme işlevi gördüğü aşikar. İşin gelip geçiciliğini, güvencesizliğini perdeliyorlar.
Unvanlar havalandırır. Ancak halkın sağduyusu daha yüksektir. Madem bir unvan seçilecek bunu şef, müdür ya da başkanla telif etmeyi tercih ediyor. En yüksek makam ABD Başkanı değil mi, o zaman başkanla devam etmekte ne sakınca olabilir? Güç, kuvvet, iktidar, komutan her şeyin birincisi o. Dolayısıyla “başkan” tüm bu sürreel alemdeki en acımasız, en keskin, en dibine kadar unvan...
Yolculuğumuzun sonuna yaklaşırken otobüsümüze geri döndüğümüzde durum şudur: Otobüsümüzün başkanı büyük ihtimalle belediyenin sözleşmeli bir personelidir, bu işe daha ne kadar süre devam edebileceği belli değildir. Ona seslenen arkadaş da ücretli bir işte çalışmaktadır, yaşının ona getirdiği esnek istihdam baskısının muhtemelen o dakka farkındadır. Kimse başkan değildir, başkan olmanın o televizyondaki filmlerde gösterildiği gibi korumalı, bol arabalı, her yere ilk giden olma ayrıcalığını sadece ekranda tadabileceklerini bilmektedirler, zaten makineye kartı basabildikleri sürece seyahat edebileceklerinin farkındadırlar. Kontör kalmadığında “başkan” en fazla kibarca “içeriye bir soruver” diyecek ya da “sorabilir miyim” sorusuna kafasını çevirip, içinden küfrederek cevap verecektir: “İnsan kontörü kalıp kalmadığını bilmez mi, bizi oyalıyorsun” diye...
İnsan kendisine nasıl hitap edildiğine dikkat etmeli nihayetinde...