Kent hayatı insanların ürediği bilgisini ihmal etmiştir. Kentte çocuk büyütmek, çocukla yaşamak zordur. Zaten bu yüzden şehre doğru çocuk sayısı azalır.
Bu bütün dünyada böyledir. Ama bizim memlekette kentte çocuk büyütmek daha da bir zulümdür.
Arzu Çur’un “Var mı öyle bedavadan anne olmak?” yazısı beni çok üzmüştü (link). Yazı, sadece anne olmanın hayatı pek çok açıdan çekilmez hale getirdiğini söylemiyordu. Shawshank Redemption işkencelerine “sevgi dolu, gönüllü” bir maruz kalmayı hicvediyordu. Durum, Arzu’nun güzel Türkçesinin de etkisiyle yumuşak yumuşak sertleşiyordu:
“Beline yan oturttuğun bir bebekle bir nevi ortak yaşam oluşturmayı. Çorba karıştırmayı, çiçekleri sulamayı, süpürge yapmayı, toz almayı, dans etmeyi, çöp dökmeyi, kitap okumayı, hatta mucizevî bir şekilde giyinmeyi öğreneceksin. Bir süre sonra vücudun buna öyle alışacak ki oradaki ağırlık olmadığında dengeni kaybedeceksin.
Anne olmadan önce değil giymek, yer bile silmeye tenezzül etmeyeceğin rengi dönmüş eşofman takımını kesinlikle çok sevmen gerekiyor. Yoksa üstünden çıkarmaya bile halin olmadığı günlere –bazen bir haftadan söz ediyoruz burada, boru değil- nasıl tahammül edeceksin?
Olur a insanlık hali, akrabalarını şimdiye dek sevmemiş olabilirsin. Anne olduktan sonra hepsini çok seveceksin. Çalışan bir kadınsan bebek bakıcısı denilen bir hizmet sektörüyle tanışman gerekecek çünkü ve bebek bakıcılarının meslek şiarı “Tam da işten izin alamayacağın bir gün terk edeceğim seni”dir. İşte o kara gün gelip çattığında eskiden kapısını bile çalmadığın akrabalarından başkası sana yardım etmeyecek bilesin. Şimdiden paşa paşa hepsiyle iyi geçinesin.”
Yazı, bir çok annenin hal-i pür melalini mükemmelen tarif ettiği için de çok okunmuştu.
Bu, sinir bozucu. Bir insan evladı bütün bu eziyetleri çekerken bir yandan minyatür bir insan evladının yetişiyor olması büyük haksızlık. Bu işte bir hata var.
Hatanın hiç kuşkusuz birden fazla veçhesi var. Ben şehir hayatına, (Jimi Hendrix’e hürmetle) salamura gibi üst üste yığılarak yaşama haline takıldım.
Pusetle girilemeyen yollar, kaldırıma park etmiş arabalar, karşıdan karşıya geçmenin imkansızlığı, sabırsız yayalar kaba arabalar filan bir yanda. Bunlar işin en görünen kısmı.
Öbür yanda alerjik hastalıklar şehirde açık ara daha fazla. Egzama, öksürük, astım, rinit-sinüzit… Hamburger / kola / cips, fastfood, AVM bebelerinin maalesef fazla sağlıklı olmalarını beklememek gerekir…
Şehirlerde hepimiz için saçma ama çocuk için hepten irrasyonel bir uyaran bolluğu var. Her şey ışıldıyor, kıpraşıyor ve koşuyor. Daha çok iki boyutlu üstelik. Çok çeşitten oluşan bir seçeneksizlik. Her yerinden kültür taşan ama kendi kültürü olmayan çok milyonluk yerleşimler.
Trafik pislik hava kirliliği hediyesi.
Halkın, gençlerin sosyalleşmesi için pek bir yer yok. “Takılma” olayı her geçen gün biraz daha plastik AVM’lere mahkum ediliyor.
Müthiş bir atalet var. Kimse pek kımıldamıyor. Bu, sadece buraların derdi de değil. Dünya Sağlık Örgütü gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde gençlerin üçte ikiden fazlasının yeterince aktif olmadığını tahmin ediyor.
İnsanların ciddi bir bölümü mutsuz. İşine, eşine, akrabalarına, arkadaşlarına katlanıyor. Hayatını büyük oranda korkuları yönetiyor. Bir de çişini kakasını üstüne yapan ve kesintisiz bir titizlikle bakılması gereken bir yavru çıkınca ortaya işler hepten birbirine giriyor ister istemez.
Kent hayatının görünmeyen zararlarından birisi de çocukların çalışmaması. Kentte çocuk için hayat maalesef oyun, sosyallik de okul (hatta ‘oyun grupları’), AVM’ler yahut çocuk parkları üzerine kurulu. Halbuki sürekli oyun oynamaya sevk edilen, sürekli oyun oynayan çocukla sürekli okey oynayan büyük arasında minör farklar var. Oyunlaştırarak yapılmış eğitim seanslarından, Montessori oyuncaklarından filan bahsetmiyorum. O dahiyane oyuncakların mucidi Montessori “Çocuğun yaşamında oyun, ancak daha iyi bir uğraş bulamadığı zaman seçtiği devede kulak bir şey.” diyor zaten.
Kent hayatında çocuk ya istismar ederek çalıştırılıyor yahut hiç çalışmıyor. Oynuyor. Hele kendi başına oynayınca (oynadığı şey bilgisayar değilse) aile gururlanıyor.
Oysa çocuk, yapısı gereği çalışkandır. İşe yaramak ister. Üstelik çocuk, büyüklerden farklı olarak mevki, maaş ve sair için değil, münhasıran elindeki işi bitirmek için çalışır. Montessori meşhur Çocuk Eğitimi kitabında (Güler Yücel’in çevirisiyle) “Çocuğun çalışmasının doğasını bilmek gereklidir. Çocuk çalıştığında yaptığı işin ötesinde bir amaç gütmez. Çalışmasının bütün amacı, çalışmanın kendisidir. Bir alıştırmayı tekrar ede ede çalışmalarını sona erdirdiği zaman, eriştiği sonuç “dış etkenler”den bağımsızdır. Çocuğun kişisel tepkilerini incelediğimizde görürüz ki işe son vermesi yorulduğu için değildir. Çünkü çocuk, elindeki işi bıraktığında tazelenmiş, yenilenmiş ve enerjiyle dolu haldedir.” diyor.
Çalışan çocuk sorumluluk alır. Kendi işlerini yapar. Onunla hayat bu sayede eziyet değil eğlence haline geliverir. Bu yüzden taşra çocukları daha az mız mızdır. Taşrada çocuk annesi ve babasıyla beraber çalışmadığı zamanlarda oynar çünkü. Hayatın “bakılan bir zavallısı” değil beraber yaşanan bir parçasıdır.
Kentte kimsenin pek bir şeye vakti olmadığı için çocuk ayak altından kalkması gereken bir baş belasıdır. Aşkla sevilir ama pek tahammül edilmez.
Oysa çocuğun küçük yerlerde hayatın parçası olması daha kolaydır.
Ben de pek çokları gibi çocuk dediğinin dizinden yaranın eksik olmaması gerektiğini düşünüyorum. Herkesin birbirinin çocuğuna baktığı ortamları seviyorum. Çalışan, sorumluluk sahibi çocuğun yüzündeki muzaffer ifadeye bayılıyorum. En sağlıklı çocuğun yeterince misket, kukalı saklambaç ve çivi oynamış ve ip atlamış, çin-çan (lastik mi diyorlar buralarda) çocuk olacağını düşünüyorum. Yola misinaya bağlı para koyup insan yere düşürmek, cümle kapı zilleri çalıp kaçmak, biraz hırsızlık yapmak filan da elbette balı böreği olacaktır.
Böyle dediğime bakmayın. Bu bir “hadi gel köyümüze geri dönelim” yazısı değil. ‘80’lere dönelim yazısı hiç değil: Kentler ne kadar şımarık, hareketsiz çocuklar ‘yetiştiriyorsa’ köylerde de o kadar özgüvensiz, donuk çocuklar büyüyor maalesef. Erken büyüyorlar ama öylece kalıyorlar. Çocuk ölümlerinin tavan yaptığı, çocuk haklarının bugünkü kadar dahi tanınmadığı, çocuk gelinlerin, her türlü cinsel istismarın daha bile yaygın (hatta normal) olduğu eski zamanları da övecek değilim.
Ama şehir hayatına geçerken geçmişin çocuk ölümü, çocuk istismarı gibi bazı yönlerinde kısmi düzeltmeler yapılmışken temel insani kısımların kötüleşmemesi harika olurdu.
Senfoni orkestrasına ve rock festivallerine erişim karşılığında yavrulamaktan caymak şart olmamalı. İnsanların üst üste yaşamadığı, birbirinin çocuğuna baktığı, temel insani durumların eziyete dönüşmediği, çocukların kendi işlerini yaptığı, sorumluluk sahibi olduğu bir hayat mümkün olmalı. En azından yirmi kişinin yirmi çocuğa bakmasının iki kişinin bir çocuğa bakmasından daha kolay olduğu kesin.
Zaten insanlık bu problemi çözemezse medeniyetler turnikesi devam edecek gibi görünüyor. Sekizer onar çocuk yapan insanlar şehirli olup üremeyi bırakacak. Bu böyle gidecek.