1980 Temmuz’unda, hemen tamamı Alevi 57 insanın katledildiği Çorum olaylarına katılmış bir Sûnni yurttaşımız yıllar sonra anlatmıştı:
Dükkândaydık. Aleviler Alaaddin Camisi’ni bombalayıp yakmışlar diye bir haber duyuldu. Bütün çarşı ahalisi camiye doğru koşmaya başladık. Az sonra camiyi görüyorduk. Sapasağlamdı, ateş, duman da yoktu. Ama atılan sloganları bağırarak koşmaya devam ettik. Caminin önünde faillerin Alevi mahallesine (Milönü’ne) kaçtıkları söylenince oraya yöneldik. Sonrasını biliyorsunuz.
Kendilerini harekete –ve bir katliama– sevk eden haberin yalan, uydurma olduğunu bizzat görmüş olmalarına rağmen, nasıl olup da kurulmuş bir oyuncak gibi, o yalanın peşinde sürüklenip onca kötülüğe bulaşmış olmaya akıl erdiremeyen bir pişmanlıkla konuşmuştu.
İstisnai bir örnek değil bu. Bütün dünyada çoğunluğu azınlıklara karşı linçe, katliama sürüklemek için yapılan kışkırtmalar genellikle böyledir. “Bardağı taşıran damla”, pek çok durumda ya abartılıp çarpıtılmış sıradan bir vakadır ya da –çoğunlukla– düpedüz yalan veya tahrikçilerin yapıp iftira ile azınlıklara yükledikleri bir kirli tertiptir.
Çorum Katliamı’nda caminin bombalandığı “haberini” resmî raporlar bile bir polisin yaydığını kaydeder. Ama kimliği açıklanmaz ve araştırılması da önlenir. Aynı tutumla 1909 Nisan’ında Çukurova’da 20 bini aşkın Ermeni, 600 Müslüman’ın öldürüldüğü katliamda da karşılaşırız. Olayın başlangıcında Müslüman ahali Adana Ulu Camisi’nin kapısına Ermeniler tarafından dışkı sürüldüğü haberiyle galeyana getirilir. Ama o gün vukuatsız geçer. Gece, caminin bekçileri kapıya dışkı sürmeye kalkışan iki kişiyi yakalar. Bunların din görevlileri olduğu ortaya çıkınca salıverilirler; kimlikleri de açıklanmaz.
“Bardağı taşıran damla” mutlaka kirlidir, maddî ya da manevi bir kirliliğe bulaşıktır. Gerçi “kimlik hassasiyetleri” arasındaki gerilimle dolan bir bardağın dolu kısmı da asla temiz olamaz. O nedenle de “son damla”nın külliyen kirli oluşu bile “malzemenin mantığı’nda yadırganmaz olur.
Dolayısıyla o son taşırıcı damlaya özel bir önem ve ağırlık tanımak gerekmez. “Bardak” henüz dolmamışken ona eklenen külliyen yalan ve çarpıtılmış bir habere dayalı tahrik, birikmiş o karanlık tepki potansiyelini harekete geçiremez.
Nitekim; 2013 Mayıs-Haziran günlerinde bizzat Recep Tayyip Erdoğan’ın Gezi isyancıları ile özdeşleştirdiği “öteki Türkiye”ye karşı, zor zaptettiğini söylediği % 50’lik kendi milletini galeyana getirmek için ortaya attığı gayet ağır tahrik unsurları taşıyan iki küllî, sunturlu yalan bir “patlama”ya yol açmadı. Belki de burada Erdoğan’ın kendi milletine karşı, hedef gösterdiği kitlenin azınlık olamayacak kadar büyük ve güçlü olması, caydırıcı bir etki yapmıştır. Veya hayli iyimser bir yorumla Türkiye toplumu, özel olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın tahrike çalıştığı “millet”, artık bu tür yalanlara kanmayacak kadar olgunlaştığı için kıpırdamadı bile de diyebiliriz.
Ancak, anlaşılan o ki Recep Tayyip Erdoğan ve ona biatlı kadronun buradan çıkardığı sonuç, “bardağın henüz yeterince dolu” olmadığıdır. Herhalde bundan dolayıdır ki bizzat Erdoğan ve kadrosu, Gezi İsyanı’ndan itibaren hemen her vesileyi bir tahrik teması olarak işlemeye koyuldu. Özellikle de kendi milletleri ile azınlık diye yaftaladıkları kesim arasında duygu ortaklığı konusu olabilecek olay ve olgulara ilişkin söz ve tutumlarında bu bağı koparmaya veya karartmaya bilhassa gayret ederek yaptılar bunu. Bay Erdoğan’ın “durduk yere” Berkin Elvan’ın annesini yuhalatmaya çalışması, linç edilen A. İsmail Korkmaz vakasında buz gibi bir sessizliği koruyup en ufak bir üzüntü cümlesi bile etmeyip sorumlu yetkilerin soruşturulmasına izin vermemesi bu tutumun tezahürleridir.
Neredeyse her gün bir nutuk irad edip, her defasında da “içimizdeki vatan hainleri”ni bir kez daha hatırlatan ve hızını alamayıp ülke yönetiminin yüksek bürokratlarını dahi hainlikle yaftalayabilen Bay Erdoğan böyle yaparak yaklaşan kritik Haziran 2015 seçimleri öncesinde “bardağı ağzına kadar doldurmaya” kararlı görünüyor. En son girişimi de kızına suikast hazırlandığı iddiasını ortaya atmak oldu. Kanıt diye öne sürülenlerin soruşturmasını yapan savcılık, bunların kötü niyeti tam, zekâsı kıt, beceriksiz birilerince hazırlanmış külliyen yalan bir iddia olup olmadığına karar verecek. Ama şunu neredeyse kesinlikle söyleyebiliriz ki; o karar ne olursa olsun Bay Erdoğan’dan “kızıma suikast hazırladılar” haykırışını defalarca duyacağız önümüzdeki aylarda.
O, böylece “Yeni Türkiye”sinin kitlesel desteğini, ahlaki-moral dokusunu oluşturmayı planlıyor. Dört başı mamur iğrençlikteki o ünlü Kabataş yalanı, ona eşlik eden camilerimizi kirlettiler iftirası, polisin katlettiği çocukları ve annelerini yuhalatma pespayeliği gibi her biri başlı başına bir patlama nedeni olabilecek “malzeme”lerle amacına varmayı hesaplıyor Bay Erdoğan. Bu amaç ne denli gözünü, idrakini karartmış olmalı ki; bundan önce hesaplarını “bardağın taşması” üzerine kuranlar, o taşıracak damlaları “ayak takımı” marifetiyle boca etmeyi yeğler, yalan, iftira ve çarpıtmanın ağır lekesine bulaşma işini onlara devrederken; Bay Erdoğan bu “iş”i de bizzat ve boğazına kadar batma pahasına üstlenmiş görünüyor.
Günümüzde devrim gibi eskiden ürpertiyle karşılanan solla tescilli kavramları –elbette içeriğini tersyüz ederek– kullanabilen sağ muhafazakârlığın Recep Tayyip Erdoğan versiyonu, anlaşılan dünün o ürpertici “ayaklar baş olacak” tanımlamasını böylece “dönüştürüp” uygulamaya karar vermiş gibi. “Yeni Türkiye”nin özeti budur diyebiliriz miyiz?