Üçüncü Dünya Savaşı Değil, Yeni Bir Savaş!
Evren Balta

Irak, Afganistan, Ukrayna, Suriye, Yemen, Türkiye, Fransa, Mısır ve dünyanın hemen her yerinde giderek yükselen, giderek hayatımızın içine sızan boyutlarını anlamakta güçlük çektiğimiz yok edici bir şiddet dalgası ile karşı karşıyayız. Modern dünya tarihinin en büyük mülteci krizlerinden birine yol açan bir şiddet dalgası ile. Yüzbinlerce insanın hayatını kaybettiği bir şiddet dalgası ile. Kentlerin, kentsel altyapının yok edildiği bir şiddet dalgası ile. Uluslararası normları ve düzenleyici ilkeleri sarsan bir şiddet dalgası ile. İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan liberal demokratik ideali yerle bir eden, bütün dünyada otoriter hükümetlerin yükselişe geçmesine neden olan bir şiddet dalgası ile.


Ama bildiğimiz anlamda dünya ayaklarımızın altından kayarken biz hâlâ “acaba üçüncü dünya savaşı çıkacak mı?” diye tartışıyoruz. Savaşı hep gelecek ama henüz ufukta görünmemiş bir şey olarak kurguluyoruz. Ufukta görünecek olanı beklediğimiz için, gelmiş olanı göremiyoruz.

O savaşın geldiğini göremiyoruz, çünkü bugünü geçmişin gözlükleri ile anlamaya çalışıyoruz. Üstelik sadece bugünün ufak bir parçasına odaklanıyoruz. O ufak parça bazen intihar saldırıları oluyor, bazen mülteci krizi, bazen Suriye’nin yok oluşu, bazen düşen bir uçak, bazen bir işgal. Hepsi sanki birbirinden bağımsız bir evrende gerçekleşen ve açıklanması gereken tekil olgularmış gibi zihnimizde. Ya da hepsi sanki bizi o korkunç “üçüncü dünya savaşına” götürecek köşe taşları.


Savaşa Dair Yerleşik Önyargılarımız

O üçüncü dünya savaşı bir türlü gelmeyecek. Bunun nedeni gelmemiş olması değil, o savaşın ne zaman geleceğine dair sahip olduğumuz bilgi. Bir diğer deyişle bunun nedeni savaşın “ne” olduğunu anlamaya çalışan yerleşik kuramın dünya savaşını temelde egemen devletler arasında cereyan eden bir sonuç olarak görmesi. Savaşların devletler arasındaki güçler dengesinin bozuluşu, yayılmacı devletlerin kontrol edilemez hale gelişi, yanlış hesaplar ya da devletler arası kaynak paylaşımı gibi nedenler yüzünden egemen devletler arasında ortaya çıktığı varsayımına yaslanması. Bunu yaparken savaşın hegemonik formunda cereyan eden tarihsel dönüşümleri hesaba katmıyor olması. Halihazırda Suriye krizini anlamaya çalışan pek çok uluslararası ilişkiler uzmanının ve siyasetçinin savaşı algılama biçimi de (genellikle) bu.

Oysa savaş tıpkı aile gibi, devlet gibi tarihsel bir form. Geçekleşme biçimi toplumsal ilişkiler ile şekillenen ve gerçekleştiğinde içinde bulunduğu toplumsal ilişkileri yeniden örgütleme ve dönüştürme kapasitesine sahip bir toplumsal güç. Dolayısıyla örneğin egemen devletlerin birbirleri ile nüfuz, toprak ya da refah paylaşımı için yaptıkları savaş tamamen belirli bir tarihsel formasyona özgü, geçici bir biçim. Savaş günümüzde aldığı spesifik biçimin ötesinde farklı aktörleri karşılıklı ve yoğun bir ilişkiye sokan, aktörlerin niteliğini belirleyen dönüştürücü ve yeniden kurucu bir pratik. Siyasi birimin (örneğin ulus-devletin) doğasını dönüştüren bir “ağ”. Bir sonuç olduğu kadar, bir neden de.

Tam da bu nedenle uluslararası siyasetteki çatışma durumunu ve artan şiddeti sadece devletlerin ve zaman zaman da devlet-dışı aktörlerin (ama hep devlet olmak isteyen!) giriştikleri bir bilek güreşi olarak okumak açıklayıcı değil. Uluslararası siyaseti anlamak için aynı zamanda savaşın hegemonik formunun nasıl dönüştüğünü anlamak gerekiyor.

Savaşın Hegemonik Formunun Dönüşümü

Peki savaş nasıl biçim değiştirdi? Çok uzun bir tarihsel süreci, kısaca özetleyeyim. Savaş pratiklerindeki tarihsel değişiklikler egemen devleti ve bugün bildiğimiz anlamda uluslararası siyaseti ortaya çıkartan faktörlerden biri. Modern devletin kalbinde barışın mekânı olarak içerisi ile savaşın mekânı olarak dışarısı arasındaki katı ayrım yatar. İçeride (yurt diyelim) devlet, savaş ihtimalini dışlamakla yükümlüyken her tür şiddet edimi de suç olarak kodlanır. Bu, yurtta savaş olmadığı anlamına gelmez, ama tam da yurt “barışın alanı” olarak varsayıldığı için devletler içerdeki şiddete savaş demez, isyan derler, terör derler. Dışarısı (cihan diyelim) ise yurdun aksine savaşın alanıdır. Orası egemen devletlerin karşılaştığı ve birbirlerine diş biledikleri, bilinmezliklerle dolu tekinsiz bir mekândır.

Bugün savaşın hegemonik formunun mümkün kıldığı içerisi ile dışarısı arasındaki bu ayrımın sonuna geldik. Bir diğer deyişle savaş ile barış arasındaki ayrım sona erdi. Modern devletin üzerine oturduğu savaş aygıtı çöktü.

Devletler arası savaşlar giderek azaldı; barışın alanı olan “yurtiçi” savaşların (iç savaşların) sayısı giderek arttı. Savaşı yapan aktörler biçim değiştirdi. Uluslararası ağlarla iş gören, aynı anda birden fazla ülkede eylem yapma kapasitesine sahip, kurumsal yapısı itibarıyla esnek, dünyanın her yerinden şiddet aktörlerini bünyesinde eritebilen IŞİD gibi “ağlar” ortaya çıktı.

Egemen eşitler varsayımına dayalı bir uluslararası düzenin yerini, parçalı ve asimetrik egemenliğe sahip bir devletler sistemi aldı. Saldırmazlık ve egemenlik gibi 20. yüzyılda uluslararası sistemi belirleyen kavramlar anlamını ve gücünü yitirdi. Savaşla suç arasındaki fark ortadan kalktı. Kurumsal düzeyde ordu ve polisin fonksiyonları iç içe geçti, içerisi ile dışarısı arasındaki ayrımı muğlaklaştıran istihbarat birimleri güvenlik aygıtlarında kurucu unsur haline geldi.

Devlet artık meşru şiddet tekelini elinde bulunduran tek aktör bile değil (örneğin, özel askeri şirketler var). Devlet (şimdilik) güvenliğin koordinasyonunu sağlayan yegâne aktör. Meşruiyetini de giderek artan oranda güvenliği koordine etmesinden alıyor, alacak.

Savaş Burada ve Şimdi

Uluslararasını temelde güçler dengesi üzerinden yürüyen ve egemen devletlerin (özellikle hegemonik olanların) kontrol ettiği bir alan olarak görürsek bugün etrafımızda olan bitene savaş diyemeyiz. Bütün bu olan biteni yazının başında ifade ettiğim bizi o büyük felakete, olası bir üçüncü dünya savaşına götüren köşetaşları olarak görürüz. Savaşın sadece Suriye’de cereyan ettiğini düşünürüz. Mültecilere sınırlarımızı kapatırsak güven içinde olabileceğimiz yanılsamasına kapılırız.

IŞİD’e Suriye’de yapılan bir hava harekâtının kara kuvvetleri ile desteklenmesinin bütün sorunlarımızı çözebileceğine inanırız. IŞİD’in kalkıp Suruç’u, Ankara’yı, Beyrut’u, Paris’i ve dünyanın herhangi bir yerini hiç tahmin edemediğimiz bir anda ve hiç tahmin etmediğimiz biçimlerde neden bir savaş alanına dönüştürmek istediğini bir türlü anlayamayız. Bütün bir toplumsal yaşamın nasıl olup da güvenlik kaygısı ve savaş ilkesi etrafında yeniden örgütlenmekte olduğunu anlamakta güçlük çekeriz. Bir Fransız seçmen ile bir Türkiyeli seçmenin aynı güvenlik kaygısını paylaştığını ve bu yüzden otoriteryan hükümetleri tercih edebileceğini tahayyül bile edemeyiz.

Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının bir devamı (ve benzeri olarak) o korkunç felaketi, Üçüncü Dünya Savaşı’nı bekler dururuz. Oysa felaket burada, şimdi ve yanıbaşımızdadır. Savaşın ve güvenliğin toplumsal hayatın ve kamusal alanın tartışmasız en belirleyici ilkesi olduğu bugündedir. Modern dünyada toplumsala ait ne varsa her şeyin yerle bir edildiği, lokantaların, sinemaların, stadyumların, ibadethanelerin tarandığı bu andadır. Savaşın içerisi ile dışarısı arasındaki ayrımları yok ettiği; başının ve sonunun olmadığı şimdidedir.

Bu savaşta yok edilmek istenen yalnızca modern dünyaya ait tüm kolektivite biçimleri değildir. Aynı zamanda birlikte gidilen barların, seyredilen maçların, ortak ibadetin, kısacası barışın ve diyaloğun alanı olan kamusal yaşamdır. Ulus-devletin belirsiz bir zaman diliminde ve belirsiz bir mekânda yürüttüğü savaş bir yandan en çok kendi varlığının altını oymaktadır. Belki de elimizden kayıp gitmekte olanı yeniden tesis etme arzusundan güç bulan bu aşınma süreci otoriteryan devlet formlarını içinde bulunduğumuz döneme özgü biçimlerde güçlendirmektedir. Bu dönüşüme ulus-devletler (tıpkı savaşın yeni formu gibi) kendi sınırlarını aşan din, etnisite vb. kimlikler etrafında yeniden örgütlenerek uyum sağlamaktalar. Örneğin Ortadoğu’da savaşın aldığı sekteryan biçim hiç de geçmişe ait bir refleksin talihsiz bir biçimde bugüne yansıması değil, tam da bugünkü savaş formunun ortaya çıkardığı yepyeni bir küresel ağ değil mi?

Kuşkusuz savaşın biçimi değişmiştir ama bizim sorumuz 20. yüzyılın başındaki soru ile aynı olmalıdır: özgürlük ve eşitliğe karşı barbarlık mı kazanacak?