Ötekilerle aramdaki derin ve köklü bağlar nedeniyle, ben’i ben yapan şeyin o bağlar ve ilişkiler olmasından ötürü birini kaybettiğimde, kayıp duygusuyla birlikte ben’e dair köklü bir içgörüye kavuşmuş olmaz mıyım? Artık hep mahrum kalacağım, bundan böyle daima içimdeki acısıyla hatırlayacağım öteki için değildir yas yalnızca. Onun için her ne idiysem, vaktiyle olduğum kişi için, onun kaybı için de yas tutarım.
Yas sayesinde bir topluluk oluruz. Başkalarının ölümü bize, kendi sınırlarımızı, kendi kendimizin efendisi olmadığımız hakikatini gösteren kesin bir işaret oluverir birden. “Ötekinde kaybettiğim şey nedir?” sorusu aslında biraz da “Şimdi ben kim oldum?”, “Benden geriye ne kaldı?” sorusudur bu yüzden. İnsan kayıp sayesinde kendisinin de radikal bir dönüşümle karşı karşıya kalacağını kabullendiği ölçüde yas tutabilir. Kaybıyla acıya gömüldüğüm insanı salt biyolojik bir varoluştan, çıplak hayattan kurtarmaktır yas. Ölenin haysiyetini olumlamanın en benzersiz imkânıdır.
Başkalarına bağımlılığımız, varlığımın koşulunun ötekiler oluşu, ötekilerin üstümdeki kalıcı izlerinin eseri oluşum; kendimi böylesine açık bir yabancılaşmanın, ötekiyle yabancılaştırıcı bir özdeşleşmenin içinden oluşturmam, onu kaybettiğimde en çetin soruyla yüz yüze kalmam demektir artık: “O ilişkinin dışında kimim ben?”
O yüzden yas sayesinde, önceki bütün imgesel takıntı ve bağlarımı gözden geçirme ve düzeltme şansı bulurum. Şimdi biraz daha geri çekilme, kendi mütevazi varoluşuma razı olma, kendimi daha eksiksiz tanıma, ötekine minnet, şükran ve sevgimi ifade etmek için söze/dile ayrıcalıklı bir yer açma şansıdır bu. Ötekine kendi hayatımda bir yer tahsis ederek var oluyorsam, aramızdaki ilişkinin en temel niteliği gereği ben de böylece bir yere, bir konuma yerleşmiş olmuyor muyum? Kimliğimin çekirdeği bu sayede oluşmuş değil midir? İlişkilerimizi kendimiz için kendi eşsiz imgesel konumlarımızı teminat altına almak için yarattığımız bile söylenebilir. İlişkinin işlevi budur biraz da; ötekinin bakışıyla ilişkili olarak kendimizi bir imge olarak yerleştirmek.
Birisi öldüğünde geride kalan o boş yerle ne yapacağız? Kaybettiğim ötekiyle bağlarımı çözmeye çalışmak, onunla ilişkimde sahip olduğum kendi imgemle bağlarımı ve ilişkimi çözmeye çalışmaktır şu halde: Kaybettiğim kendi parçama razı gelmek. Bu feragate yaslandığım, bu kaybı üstlendiğim ölçüde topluluğun bir üyesi olarak diğer üyelerle bağlarımı daha özgürce ve daha güçlü biçimlerde yeniden kurmak üzere eşsiz bir dayanağa kavuşurum. Yas tutmak, kendi üzerine tefekküre dalmaktır şu halde. O yolculuğun sonu daima ötekine çıkar, ötekine olan borcumuza, ona şükran ve teşekküre.
Birinin ölümü bir sınırdır bu anlamda. Biz kardeşlerimizin açıkta kalmış ölü bedenlerini örtmeye çalıştıkça, bunu yapmak için hiçbir otoritenin onayını beklemeyeceğimizi, sadece kendi arzumuzun gerçeğine uymaktan vaz geçmeyeceğimizi ilan ettikçe, işte tam o sırada Hitler adının telaffuz’ edilivermesini’ yersiz bir sürçme olarak mı görmeliyiz yani? Daha da fecisini, o “sürçmeyi” düzeltmek üzere sonradan sergilenen o sefil rasyonalizasyonları da not etmeden geçmemiş olalım.
Hayat eğer, ölümle tarif edilir olmuşsa bir kez, muktedirlerin hakim söylemi şevkle buna göre hizalanmışsa, ölüm sınırının ötesinde dahi ölülerin peşini bırakmayan yeni türde bir nefretse karşımızdaki, bütün çeperlerinden ölümün sindiği bir hayatımız olacak demektir artık. Artık mücadele, her birimizi yaşayan-ölülere eşitlemeye ahdetmiş bu canavarca niyetin, bu ürkütücü hıncın faillerine karşı amansızca, kıyasıya sürdürülmek zorundadır.
Başka türlü, başka terimlerle de formüle edilmesi mümkün tabii ki. Ama onu kavramanın en berrak, demek ki en uç biçimini düşünmekte tereddüt göstermemeliyiz: Bugün mücadele ölümün karanlık güçlerine karşı hayatın güçlerini örgütleme, hayatı savunma, hayatı olumlama, hayatlarımıza sahip çıkma mücadelesidir. O saflarda yer alan tek tek bireylerinin öznel pozisyon, bağlanma, referans ve arzularını aşacak biçimde ve açıklıkta kendi çerçevesini, araçlarını ve kanunlarını dayatan, başka her şeyi iptal eden uzlaşmaz bir mücadele bu. Kaybettiğimiz kardeşlerimizden ve yastan söz ederken, o mücadelenin çoktan ölümün ve hayatın güçleri arasında cereyan eden bir mücadele biçimi almış olmasının açığa çıktığı noktadan söz ediyoruz demek ki. İnsanlık tarihinin her döneminde hemen hemen aynı biçimlerde ve benzer aktörlerle yürütülmüş bir mücadeleden… Kahraman Antigone’den ve zalim Creon’dan.. Ve oradaki aynı etik meselelerden söz ediyoruz.
Antigone’nin erkek kardeşinin gömülmesi konusunda gösterdiği kararlı direniş ve azim ile Creon’un bu gömülmeye karşı kalpsiz devletçi yasağı uygulama saplantısı arasında varolan etik fark bugün de aynı biçimde geçerlidir. Antigone’nin eylemi gerçek ve etik bir edim statüsündeyken Creon’un eylemi suçtur. Antigone, kardeşi adına gerçekleştirdiği eylemi, onun ölüsünü defnetme fiilini tasdik etmek için hiçbir otoriteye, hiçbir ilaha, polis’teki yasalardan hiçbirine başvurmaz. Erkek kardeşine duyduğu sevgi her şeyin üstündedir:
“Sadece totolojik bir şekilde, “benim için erkek kardeşim, erkek kardeşimdir” der. Lacan bu duruşu şöyle özetler: “Antigone bundan (‘bu kardeş bir tanedir’) başka bir hakka başvurmaz; varolanın silinmez karakterinden bahseden bir dilde (‘kardeşim kardeşimdir’) ortaya çıkar bu hak… Neyse odur ve Antigone’nin sarsılmaz, boyun eğmez konumu işte buna, bu yüzeye bağlıdır”
Sevgi böyledir işte. Öteki her neyse, onu olduğu haliyle sevmek. Onun bütün özelliklerini seve seve kabul etmek. Yas ve sevgi ve ölen kardeşlerimizi gömme hakkı birbirine böyle sımsıkı bağlıdır. O yüzden ölümün güçlerine karşı yürütülen mücadele aynı zamanda eşsiz bir sevgi ve iyilik mücadelesidir.
Ayrıca eklemeye gerek var mı bilmiyorum: Dilimizi acılaştıran her şeyden uzak durmalıyız, bu yüzden. İyilik mücadelesi çünkü, kararlılığımızın, azmimizin, uzlaşmazlığımızın ve boyun eğmezliğimizin varlığımızda herhangi bir katılaşmaya yol açmasına izin vermeden sürdürülebilir ancak.
Öldürülmüş dedeleriyle morgda koyun koyuna yatan öldürülmüş bebeklerden, cenazeleri sokak ortalarında katılaşan yaşlı kadınlardan sonra tam ortasından kırılıp dağılmış hayatlarımızdan sonra, bambaşka bir zaman ve henüz var olmayan yepyeni bir şey; hiç unutmayacağımız beklenmedik bir olayla/dehşetle karşılaşma anında kendini radikal biçimde dönüştüren yeni bir özne ve her birimiz için aynı derecede haysiyetli ve eşit bir hayat fikridir daha da derinde kökleşip duran şey. Çünkü bu mücadeleyi en nihayetinde sevginin, iyiliğin ve hayatın güçleri kazanacak…