Twitter’dan yazmış biri: “Neden kocanızın soyadını kullanıyorsunuz?” Böyle şeylerle karşılaştığım her sefer, şaşırıp bocalıyorum. Bütün sorulara cevap vermek zorundaymışım gibi hissetmemin bunda payı vardır muhakkak, bir tür mesleki deformasyon. Ama aynı zamanda sınır ihlali olduğu için de. Ne diyebilirim ki? “Anlatması uzun sürer, hem epey kişisel bir mevzu bu” mu? Feministler soyadı konusunda onca mücadele etmişken, tam da “kişisel olan politiktir” şiarının billurlaştığı bir konuyken… Madem öyle, söyle bakalım, neden kocanın soyadını kullanıyorsun?
Feminizm bize öğretmişti ki, cinsiyet gibi gayet “kişisel” bir özellik, gerçekte ne bir “özellik”tir ne de “kişisel”. Böylece, politikanın alanını genişletmeyi, gündelik ve sıradan olanın politikasını adlı adınca yapabilmeyi mümkün kıldı. Değil mi ki egemenler bu politikayı adını koymadan zaten yürütüp duruyorlardı. Soyadı, heteroseksüel ailenin bir işaretidir, sadece sembolik değil, maddi bir gerçekliktir de. Çünkü sizin kimlerden olduğunuzu gösterir; sadece sizi değil, çocuklarınızı da babalarının üstüne kaydeder. Ataerkil cinsiyet rejiminin düğüm noktalarından biridir. Doğru.
Peki nedir bu sınır ihlaliyle karşılaştığım izleniminin sebebi?
Basit bir şey: “ne hakla?” sorusuyla ilgili. Bana bunu ne hakla soruyorsun? Aramızda nasıl bir hukuk var? Arkadaşlık, kardeşlik, yoldaşlık, vatandaşlık, siyasal hasımlık, düşmanlık… Bütün bu isimler, ayrı hukuklara gönderme yapar. Kardeşlik hukukuna, vatandaşlık hukukuna… Size hitap edenin adı, sizin ona cevap verip vermeyeceğinizi, nasıl cevap vereceğinizi belirler. Bu soruyu yoldaşım sorunca vereceğim cevapla öğrencim sorunca vereceğim aynı değildir.
Bir ilişkiye hangi isimle dahil olduğumuz, bu nedenle önemlidir. “Takipçi”, hatta “timeline”! Acayip bir anonimlik. Kalabalığa karışabilirsiniz bu isimle. Tıpkı kent havasının özgürleştirdiği gibi, toplumsal ilişkilerinizle ilgili yaptırımlardan azade, başka bir varoluşun tadına varabilirsiniz. Siyasal kovuşturmalardan (nispeten) uzak kalabilirsiniz. “Kızılmaske” falan gibi bir isim altında, varolmayan bir varoluşu performe edebilirsiniz. Meğer siz on kaplan gücündeymişsiniz, “ormanda Fantom diye seslenin, o sizi bulur”muşsunuz. Hesap vermezsiniz kimseye. Olsa olsa twitter’ın kendi hukukuna: “Kızılmaske kişisi taciz içeren mesajlar atıyor” bildirimi olursa, ya da varlığınızdan hoşlanmayan biri sizi engellerse… Kimse “hani on kaplan gücündeydin?” demez. Fena değil.
Hesap sorma imkânının hesap verme yükümlülüğünden ayrıştığı ilişkiler, hukuksuz olanlardır. Mesela, bir rock starının hayranlarıyla ilişkisinde müthiş bir arzu yatırımı, güçlü bir alışveriş olsa bile, hukuk yoktur. Bu alışverişi müşteri/satıcı hukukuyla tüketebilir misiniz? Hayran, starın sahneye geç ya da erken çıkmasına, uzun ya da kısa kalmasına, onunla ya da bununla sevgili olmasına, şu şarkısını söylemesine ya da söylememesine kızabilir, bunun hesabını sorabilir, konser salonunun önünde kıyameti koparabilir, cezbeye tutulup kendinden geçebilir… İşin içine arzu girince, hakmış hukukmuş, unutulur. “Takipçi” adı, böyle bir ilişkiyi çağırır. [1]
Hukuksuzluğun ekonomisine “esneklik” deniyor. Politikasına ise “arzu”.
Takipçiler ve stardan ibaret bir politika yapma tarzı yeni değil üstelik. Binlerce “takipçi”nin meydanları doldurup cezbeyle kendinden geçtiği hangi bir örneği sayayım? Cezbenin birleştirdiğini hukuk ayırmasın! Sennett’in “birbirinin üstüne yığılma”, Arendt’in “sosyalin kamusalı işgali” dediği şey. Elbette bu yığılmanın, bu işgalin hukuku olmasa da, politikası var. Feminizmin anlattığı şeylerden biri de bu. Ortada post-yapısalcılar yokken demişti: Aşk politiktir.
Şimdi, bugün dünya, çalışanlar, vatandaşlar, yoldaşlar, hatta kardeşler bile değil, takipçilerden ibaret bir yere doğru ilerlerken, aşkın özgürlük politikasına yol gösterebileceği umudunun sıklıkla dillendirilmesi tesadüf olmasa gerek.[2] “Kişiye özel kafesinden çık, ötekine açıl, kurtuluş yok tek başına!” Aşkın hukuk tanımazlığı, kendini arzunun idaresine bırakma yeteneği, mesela 1970’te, mesela Fransa’da, özgürlük gibi görünebilirdi. Refah devletinin ve liberal hukukun artık sittin sene devam edeceğinin zannedildiği bir zamanda ve bir yerde.
Esnekliğin ve arzunun hayatı çepeçevre kuşattığı bir zamanda değil ama. Hele bu ikisinin tatlı kışkırtmalar yerine bayraklarla ve hayırseverlikle sarılıp sarmalandığı bir yerde, değil.
Galiba vatandaşlığı ve refah devletini çağıranlar, bu kuşatmayı kaldırabilme umuduyla öyle yapıyorlar. Nafile bir çaba. Hiç olmuş muydu, bir an görünüp kaybolan bir şey miydi, hangimizi nasıl çağırıp hangimizi nasıl dışarda bırakıyordu gibi sorular bir yana, artık ne vatandaşlıktan ne de refah devletinden, 1980’lerdeymişiz gibi bahsedemeyiz. [3] Bugün içinde nefes almaya çalıştığımız hukuksuzlukla o hukuk arasındaki bağ yokmuş gibi yapamayız. Nostaljiyle özgürlük olmaz!
Yine de, sahip olduklarımızı hatırlamak, biraz kurcalayıp yeniden keşfetmek, hepimize iyi gelebilir: Kişisel olanın politikasını yapan feminizm, “kızkardeşlik”ten söz etmişti mesela - benim de dahil olduğum pek çok feministin eleştirirken bile gözünü alamadığı bir ütopya olarak kızkardeşlik. “Doğal” bir bağ, ezilmekten kaynaklanan bir ortaklık değil de, eylemle kurulan bir ilişki olarak kızkardeşlik. Hukuksuz bir “aşk” değil de hukukunu kendi irademizle oluşturduğumuz bir yoldaşlık. Cezbeyle titremek değil de, şüpheci bir inançla bağlanmak.
Kızılmaske performansı, muhtemelen eğlencelidir. Ama ona politik varlık muamelesi yapmak, hukuksuzluğun özgürlük olduğunu zannetmek demektir. Hem çok eprimiş, hem de en büyük düşmanı “liboşlar” olan bir çizgi için epey ironik bir zan.
[1] Vivet Kanetti, güzel bir isim önermişti: twitka. Eşitliği, eğlenmeyi, birlikteliği çağıran bir isim.
[2] Bununla ilgili bir tartışma başlangıcı için bkz. link
[3] Feminizmin bu konudaki soruları hâlâ geçerli: Liberal vatandaşlık çerçevesinde kadınlar nerede durur? Refah devletinin sağladığı hakların cinsiyeti nedir?