Kurumları Yıpratmak
Tanıl Bora

“Kurumları yıpratmayın,” sağcı lâfıdır esasında. Statüko, istikrar endişesini dillendirir. Fakat kurumlara eleştirel veya devrimci bir yeniden inşacılıkla yaklaşmak başka, onları behemehal silip atmaya kalkmak başkadır. Kurumsal gelenekleri kırmak ve dönüştürmek başka, onları tahrip etmek başka. Kurumları büsbütün yabana atamazsınız. Bilgiyi, tecrübeyi, ilişkileri biriktirir, kazanıma dönüştürür, devamlılığını sağlarlar. Yol, yordam inşa ederler. Kuşaklar boyu yaparlar bunu. Kurum kültürleri, önemlidir. İnsanlar kurum kültürleri içinde “şekilsiz insan kütlesi”nin zerresi olmaktan çıkar, biçimlenir, şahsiyet ve aidiyet kazanırlar.

Richard Sennett, Beraber’de emekçiler için ve genel olarak toplumsal dayanışma bakımından kurum kültürlerinin kıymetini bilmek gerektiğine dikkat çeker. Kurumsal geleneklere sinen bir tür insan sıcaklığı vardır; kurum adetleri içinde insanları koruyan, kollayan, onlara güven veren mekanizmalar gelişir.

***

Kapitalizmin neoliberal evresi, kurum kültürlerini değersizleştiren bir çığır açtı. Akışkan sermayenin hakimiyetine giren kapitalizm, esnek yapılarla daha rahat eder hale geldi. Sennett de bunu dert ediyor zaten. Özelleştirmenin sonucu kurumların altının oyulmasıdır. ‘Düz’ verimlilik hesabıyla, kurumsal yapılar hantal görünür, işleri parça başı yaptırmak, taşeron tutup halletmek daha işlevsel addedilir. Kamu kurumları aşınmakla kalmaz, özel kurumlar da kısmen kamusala benzeyen işlevlerinden soyunur, geleneksizleşirler. Olsa olsa ‘marka’dır, gelenekten kalan. Kâr ‘güdüsünün’, bir barbarlık alâmeti olarak, -güdüye teslim olmak barbarlıktır çünkü-, geminden boşanması, kurumsal özerkliklere de darbe vurdu. Verimlilik teftişinden geçmeyecek hiçbir işlev olmayacaksa, herhangi bir faaliyet özerkliğine sığınamazdı.

Elbette kurumsal gelenekler topyekûn tarumar olmadı. Kurum kültürleri, kimileri en azından, bir ölçüde direndi. Fakat ağır budandılar. 

2008’de arşa varan ekonomik krizler sarmalı ve -kimilerinin ilan edilmemiş 3. Dünya Savaşı dediği- global silahlı çatışma karambolü, ulus-devletin mukayyet olucu inisiyatifiyle beraber, kurumsal mekanizmaların ihyasına olan talebi artırdı. Fakat sistem, elbette, demokratik süreçlerle ‘kafası karışmayacak’, teknokratik düzenleme ve müdahale yetkisi kullanacak bir kurumsallığa meylediyor.

 

***

Türkiye’de kurumsal yapılar, Batı dünyasına ve Doğu’nun ‘gelenekli’ post-kolonyalist tecrübelerine kıyasla zaten görece kırılgandır. (Pek övünülen “devlet geleneği”, kurum kurum kurumlanmasına karşılık, kendi yüksek menfaatinin muhafazasına adanmıştır, her şeyi bu evhamın teftişi altında tutar, bu da özerk kurum kültürünün gelişmesine elvermez.) Bu kurum rezervi, neoliberal çığır içinde 1980’lerden beri ağır bir budamadan geçerek epeyce yıprandı.

2000’lerde neoliberal deregülasyonun hızlanmasına koşut olarak, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidarıyla, başka bir tasfiye süreci daha çalışmaya başladı. Bu sürecin bir cephesi, partizanlık ve patronaj ilişkilerine bağlı kadrolaşmadır. Bunun bir “Türkiye gerçeği” olduğunu biliyoruz; Türkiye, klientalizmdir. Fark, hem kendini gitgide tahkim edip hem de tehdit algılaması gitgide yükselen iktidarın, kadrolaşmada başkalarına ‘sıfır kota’ tanıyan, mutlak hakimiyete dayalı bir istikamete doğru yol almasıdır. Kurumsal kültürlerin özerklik ve iç çoğulculuk alanlarını, iç hukuklarını budayan bir gelişme bu. Kuşkusuz, liyakat ölçüsünü de ‘ihtiyarî’ hale getiren bir gelişme... Geçen seneki büyük elektrik kesintisini hatırlayın. Neoliberal deregülasyonla siyasî deregülasyonun enterkonnekte bir örneği değil miydi (link)?

Kurumsal tasfiye sürecinin diğer cephesi, Kemalist statükoyla özdeşleştirilen bazı “eski Türkiye” kurumlarını ‘oymaya’ dönük özel cehttir. Kimilerini hırpalayıp ehemmiyetsizleştirerek, kimilerinin kurumsal kültürlerini dağıtarak… Batı kültürünün müvezzii sayılarak fuzuli addedilen sanat kurumları ilkine örnektir sanırım; karikatürleştirilen “monşer” profilinin artık istenmediği Dışişleri, ikincisine. Monşer karikatürü, -ki vardırlar ve sahiden sevimsizdirler-, “Beyaz Türklere” dönük –ki hakikaten sevimsizdir- fasıllarından birini oluşturuyor. Beyaz Türk’e kahretmenin bir faslı: Salon adamı ‘arogant’ monşerlerin yerini yerli ve milli kadrolar alsın - varsın dil bilmez, dünya bilmez olsunlar! Mesele şu ki, ‘iyi kötü’ varolan kurumsal kültürler bu şekilde dağılınca, enkaz olarak sırf ‘kötü’ kalır. 

Muhafazakâr-İslâmcı kanaat operatörleri bir zamandır “kültürel iktidarı” ele geçirme davası peşindeler. İktidar, bu işi de polis-adliye marifetiyle halletmeye meyyaldir. (Goebbels, “kültür lâfını işittiğimde tabancamın emniyetini açarım” dememiş miydi!) Akademiye hücum da bu fasıldandır. Zaten nadirattan olan akademik özerklik, bizzat bazı rektörler tarafından “mevzu-u bahis devletse gerisi teferuattır”ın fürûu ilan ediliyor. 

Hususen ODTÜ’ye ve Mülkiye’ye yönelen nefrette, onlara atfedilen siyasî sıfatlardan öte, bizzat müstakil bir kurumsal geleneğin, güçlü bir kurum kültürünün varlığına duyulan hınç yok mu?

 

***

Cumhurbaşkanı Erdoğan, mülkî idare amirlerini mevzuatı bir yana bırakıp kıpırdayan her şeye (HDP’li belediyelere) karşı harekete geçmeye, “gereğini yapmaya” çağırırken, yine kurumları bypass eden bir siyaset-ve-idare yolunu işaret etti. 

Nasyonal sosyalizmin yönetim politikasında polikrasiden söz edilir. Düz anlamıyla: Çoklu yönetim. Aynı alanda, yetki sahibi birden fazla makam ve kurum bulunur. Üst yönetim (Führer) bunların bazen birini, bazen diğerini öne çıkartarak, bazen bunları birbirlerine karşı kullanarak, esneklik imkânı elde eder. Hantal ve ruhsuz bulunan yerleşik kurumların alanına yeni rejim ve “hareket” adına müdahale etmek, onları silkelemek üzere, zaman zaman yeni makam ve kurumların yaratılması da bu stratejinin parçasıdır. Polikrasi, kaotik bir çoklu yönetimle tek şef otoritesinin o kaosu çoğaltan bir bileşimidir. Kurumlar çoklaşır ama hepsinin içi boştur – neticede şefe bakarlar.

 

***

Evet, “kurumları yıpratmayalım”, aslında sağcı bir lâftır, yukarıdakiler bunu söylediğinde tedirgin olursunuz. Ama daha beteri var: kendilerinin kurumları harap etmesi...