Rusya ile Savaş İhtimali
Evren Balta

Rusya ve Türkiye arasında 1999 sonrası dönemi büyük ölçüde karakterize eden işbirliği 24 Kasım 2015’te Türkiye’nin Suriye sınırında bir Rus uçağını düşürmesiyle sona ermişti. İlerleyen günlerde sona erenin sadece Türkiye-Rusya işbirliği değil, ama aynı zamanda Türkiye’nin Suriye’de izlediği siyasi strateji olduğu da anlaşıldı. Bu eylemle birlikte Suriye sahası fiilen Türkiye’ye kapandı. Türkiye’nin Suriye ile ilgili bütün kırmızı çizgileri teker teker ihlal edildi. Türkiye’nin birini bir koluna, diğerini öbür koluna takarak idare etmeye çalıştığı Rusya ve ABD, Suriye konusunda birbirleri ile (Türkiye’ye rağmen) anlaştıklarını açıkladılar. O günden beri memleketçe temel sorumuz hep aynı olacaktı: “Rusya ile aramızda savaş çıkar mı?” Bu soruyu cevaplamak Rusya ve Türkiye’nin Ak Parti döneminde kurduğu çok katmanlı ilişkiyi anlayabilmekten geçiyor.

Ortaklık ve “Başarı”

Ülkemiz siyasal elitlerinin Soğuk Savaş yılları boyunca kendi ulusal güvenliğine yönelik en büyük tehdit olarak algıladığı Rusya, 2000’li yılların başından itibaren Türkiye’nin en önemli ticari, kültürel, siyasi ortaklarından biriydi. Bu dönemde Rusya ile Türkiye’nin iktisadi, siyasi, kültürel bağları giderek derinleşti. Ama bu derinleşmenin eşit bir ortaklık üzerinden değil, bozulduğu takdirde hızla Türkiye aleyhine dönebilecek ve Rusya’nın Türkiye üzerindeki “iktisadi-siyasi” kozlarını artıran son derece eşitsiz bir ortaklığa dayandığını hemen ifade etmek gerekiyor. Bu ortaklık (özellikle Ak Parti tarafının) her şeyin iyi gideceği, bir gün bir boşanmanın olmayacağı “fantezisi” üzerine kuruluydu.

Bu balayı döneminde Türkiye’yi ziyaret eden Rus turist sayısı her yıl milyonlarla ifade edilen rakamlarla artarak, 2014 yılına geldiğimizde 4 milyona ulaştı. Her yıl Türkiye’yi ziyaret eden ve kendi ekonomilerindeki büyümeden faydalanarak bolca para harcayan Ruslar Türkiye ekonomisinin soyunduğu “kalkınma hamlesinin” görünmeyen kahramanları oldular. Rus turistlerin bir gün “gelmemesi” ihtimali Rusya ile yaşanan askeri krizden önce dahi Türk ekonomisinin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanmaktayken, bizim ana tartışmamız “her şey dahil otellerde” kalan Rusların daha çok para harcaması için ne yapılabileceğiydi.

Ruslar sadece turist olarak da gözbebeğimiz değildi. “Aldığımız Rus gelinler” medarı iftiharımızdı. Bu dönemde sadece Antalya’da 18 bin civarında “Rus gelin” olduğu telaffuz edilirken, dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu hedefinin Rus gelinlerin sayısının artması olduğunu açıklıyor ve Türk erkekleri “Türk aile yapısına çok uygun” Ruslarla evlenmeye davet ediyordu. Çıplak gözün bile görebileceği kültürel farklılık, sorun yok fantezisi içinden yorumlandığında “Rus aile kültürü ile Türk aile kültürü birbirine çok yakın, çok uyumlu” hale gelmişti. Böylelikle Ruslarla turist olarak tanışıyor, hükümetin de tavsiyesi ile dostluğumuzu daha da ilerletiyor, hayatımızı bir yastıkta kocamak üzere birleştiriyorduk.

Üstelik yine aynı dönemde Türkiye giderek artan bir oranda Rusya’ya enerji açısından da bağımlı hale geliyordu. Zaman zaman dillendirilen “enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesinin Türkiye’nin ulusal çıkarı için önemine ve 2005 Ukrayna gaz krizinde açıkça tecrübe edildiği gibi Rusya’nın doğalgazı ciddi bir dış politika ve yaptırım aracı olarak kullanmasına rağmen Rusya 2000’li yıllarda Türkiye’nin doğalgaz piyasasında bir numaralı tedarikçisi haline geldi. 2015 yılı itibarıyla Türkiye’nin toplam doğalgaz ithalatı (49,2 milyar metreküp) içinde Rusya’nın payı %55 (27 milyar metreküp) civarındaydı ve Türkiye, Rusya ile yaptığı uzun süreli anlaşmalar gereğince en az önümüzdeki 10 yıl boyunca bugünkü ithalat seviyesini koruma taahhüdünde bulunmuştu.

Türkiye doğalgaz konusunda Rusya’ya halihazırda bağımlıyken ve enerji tedarikçilerinin çeşitlendirilmesi konusunda ciddi uyarılar söz konusuyken, Rusya Akkuyu’da Türkiye’nin ilk nükleer santralini inşa edecek ülke olarak seçildi. Üstelik herhangi bir biçimde ihalenin tek taraflı iptalini ciddi tazminatlara bağlayan bir antlaşma imzalandı. Nükleer enerjinin güvenirliliği ve güvenliği ile ilgili önemli eleştiriler karşısında sunulan resmî gerekçenin “ulusal güvenlik için tedarikin ve tedarikçilerin çeşitlendirilmesi” olduğu düşünüldüğünde bu tercih pek çokları tarafından “ulusal çıkar” açısından tehlikeli olarak yorumlanacaktı. Kabul edilemez olması santral ihalesinin Ruslara verilmesine engel olmadı.

Aynı dönemde Türkiye ve Rusya’nın ticaret hacmi de olağanüstü düzeyde artmaktaydı. 2000 yılında 4.5 milyar dolar olan ticaret hacmi, 2012 yılında neredeyse 8 kat artarak 33.5 milyar dolara yükselmişti. Ancak Türkiye’nin Rusya ile ticaret açığının son on yılda gittikçe büyüyerek 2012 yılında 20 milyar dolara ulaştığını söylemek gerekiyor (veriler ve daha geniş bir tartışmaya buradan ulaşılabilir). Bir diğer deyişle bu rakamlar Rusya ve Türkiye arasında sorunlar baş gösterdiğinde bu sorunlardan olumsuz etkilenecek tarafın Rusya değil Türkiye olacağını işaret ediyordu. Tam da bu noktada Rusya ve Türkiye arasında (yine eşitsiz) bir “askeri ticaretin” olduğunu ve Rusya’dan silah alan ilk NATO ülkesinin de Türkiye olduğunu eklemeliyim.

2000’li yıllar boyunca sadece Türkiye-Rusya ilişkileri eşitsiz bir biçimde gelişmeye devam etmedi, aynı zamanda bu iki ülkenin birbirleri karşısındaki “gücü” de dönüşüme uğradı. Bu dönemde Türkiye ile Rusya’nın iktisadi/askeri gücü arasındaki açık Rusya’nın lehine hızla artmaya devam etti. Artan petrol fiyatları (son dönemde yaşanan ciddi düşüşe rağmen) ve doğalgaz kaynakları Rusya ekonomisine büyük bir girdi sağlıyordu. Bu girdi hem Rusya’nın iktisadi olarak güçlenmesine hem de Sovyet sonrası dönemde zayıflayan Rus askeri teşkilatının yenilenmesine yol açacaktı.

Nitekim Rusya 2000’li yıllarda özellikle hava ve deniz gücünde ciddi bir askeri reform gerçekleştirdi, asker sayısını arttırdı, ordusunu büyük oranda profesyonelleştirdi ve askeri gücünü melez savaşın gerekliliklerine uygun olarak yeniledi (Batı ittifakını hazırlıksız yakalayan bu reformların neler olduğu konusunda önemli bir tartışmaya buradan ulaşılabilir). Rusya’nın gerçekleştirdiği bu askeri reformlar zaten bir nükleer güç olan Rusya karşısında Türkiye’yi askeri güç açısından da son derece eşitsiz bir konuma getirdi (bu konudaki daha geniş bir tartışmaya buradan ulaşılabilir).

Özellikle son dönemde Rus donanmasının Karadeniz ve Akdeniz’e dönüşü, Rusya’nın Türkiye’yi niceliksel ve niteliksel olarak güçlü bir hava kuvvetleri ve füze sistemi ile çevrelemesi ve konvansiyonel düzeyde baş gösterebilecek sorunların nükleer tehdide evirilebilmesi riski (başka hiçbir şey olmasa bile sırf) askeri olarak Rusya ve Türkiye arasındaki bir gerginliğin muhakkak Türkiye aleyhine işleyeceğinin göstergeleriydi.

Başka deyişle Ak Parti hükümetinin büyük bir dış politika başarısı olarak sunduğu Rusya ile gelişen ortaklık Türkiye aleyhine işleyen son derece eşitsiz bir bağımlılık ilişkisiydi ve devam edebilmesi uluslararası statükonun sorunsuz işliyor olmasına bağlıydı.

Çatışma ve “Yenilgi”


Bu eşitsiz işbirliğine ve imzalanan onlarca dostluk antlaşmasına rağmen Rusya-Türkiye Suriye’den de önce bütün önemli bölgesel çatışmalarda bir biçimde karşı karşıya geliyorlardı. İki ülke arasındaki ilk önemli kriz 2008 Gürcistan Savaşı’nda yaşandı. Ama bu krizden daha önemlisi, Ukrayna sorunu ve Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi olacaktı. Kırım’ın ilhakı hem uluslararası hukuk hem de uluslararası statüko açısından yeni bir dönemin başladığını ve uluslararası siyasetin Rusya faktörünü göz önüne almadan ilerleyemeyeceğini gösteriyordu. Bu krizle Rusya Soğuk Savaş’tan sonra ilk kez güçlü bir donanma ile Türkiye’nin burnunun dibine geri dönmüş oldu.

AB ve ABD, Kırım’ın ilhakına Rusya’ya ağır iktisadi yaptırımlar uygulayarak yanıt verdiler. Ama Ak Parti hükümetinin Karadeniz’de kendi askerî varlığını doğrudan tehdit eden bu gelişmeye yönelik tavrı (Batı ittifakında ciddi gerilimlere yol açacak kadar) “yumuşaktı.” Dönemin Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi’ye göre tavır “yumuşak” değil “realistti”. Zeybekçi Türkiye’nin AB yaptırımlarına katılmak istemediğini ifade etti ve AB’yi de Türkiye gibi “realist” bir dış politika izlemeye davet etti. Bu dönemde AB’nin özellikle gıda alanındaki ambargosu sonucu boşalan piyasaları her durumda “ticaret yapan devlet” Türkiye doldurdu ve Türkiye’nin Rusya’ya (özellikle balık ve et) ihracatı rekor düzeylere ulaştı.

Herkesin malumu olduğu üzere Türkiye’nin Rusya ile bağlarına ciddi bir biçimde zarar veren temel kriz konusu Gürcistan veya Ukrayna değil Suriye olacaktı. Nitekim Rusya’nın Suriye’ye doğrudan müdahalesi bütün siyasetini Esad’ın gitmesine endeksleyen Ak Parti’nin hem Suriye siyasetinin hem de Rusya ile ilişkilerinin iflası anlamına geliyordu. Rusya’nın Suriye’deki temel siyasi hedefleri (Suriye toprak bütünlüğünün Esad ile korunması, Suriye’deki hem ılımlı hem radikal muhalefetin sahadaki etkisini yitirmesi ve bunun yapılabilmesi için muhaliflere desteğin ulaştığı temel kanalların/yolların kapatılması) Türkiye ile taban tabana zıttı. Üstelik IŞİD tehdidi yüzünden (ve artık Suriye’de eğitilip donatılacak ılımlı İslâmcının kalmadığına yönelik artan inanç dolayısıyla) Batı ittifakı ile Rusya uzun zaman sonra ilk kez aynı frekanstan konuşuyordu.

2015’in sonunda Suriye sorunu, hem dengenin Esad’dan yana dönmesini sağlayan Rus müdahalesi hem de Suriye sorununun BM üzerinden uluslarararasılaşması ile birlikte keskin bir dönemeçten geçmekteydi. Hem Sünni hem seküler olan Kürtler Suriye’de uluslararası aktörlerin işbirliği yapabileceği güçlü bir müttefik olarak kendi konumlarını sağlamlaştırıyorlardı. Kürtlerin sahadaki güçlü varlığı Suriye meselesini (Türkiye’nin yeni müttefiki olan Körfez ülkelerinin çerçevelemeyi tercih ettiği gibi) bir Sünni/Şii çatışması olarak okuyan bakışın inandırıcılığının da sorgulanmasına yol açmıştı.

Hal böyleyken müttefiklerini Kırım konusunda (ticari bağlara odaklı) realist bir dış politika izlemeye davet eden Türkiye, 24 Kasım 2015’te en önemli ticaret ortaklarından biri olan Rusya’nın uçağını düşürdü. Üstelik bu yazının başında ifade ettiğim gibi bu eyleminin sonucu olarak kapanan ticaret ve insan kanalları (turizm, ihracat vd.) Türkiye’yi yalnızca milyarlarca dolarlık bir zarara uğratmakla kalmadı, aynı zamanda bu eylemle Türkiye Suriye üzerindeki (hem doğrudan hem dolaylı) denetimini de fiilen kaybetti.

Hiç kuşkusuz Suriye’de Rus uçağının neden düşürüldüğüne dair Ak Parti siyasal elitlerinin Rusya ile Suriye’deki çıkarlarının radikal bir biçimde farklılaşmasını vurgulayan (benimde bir kısmına değindiğim) pek çok açıklama yapılabilir. Ama var olan eşitsiz ilişkinin doğası göz önüne alındığında bu hamlenin bu “çıkarları” savunacak en iyi yol olmadığı açık. Peki o zaman bu riskli, sonuçları itibarıyla da arzu edilenin tam tersini doğurmuş bu karar neden alındı? Türkiye askeri/iktisadi olarak Rusya karşısında “güçsüz” bir pozisyonda iken ve girilen herhangi bir çatışmanın Türkiye’ye son derece maliyetli olacağı bu kadar açıkken uçak neden düşürüldü? Bu riskli tavır Rusya-Türkiye arasında topyekûn bir çatışmaya evirilebilir mi? Tam da bu soruyu tartışmak Türkiye’nin temel dış politika yönelimlerindeki genel ilkenin ne olduğuna dair önemli ipuçları barındırıyor.

İpuçlarının İzini Sürmek

Türkiye’nin neden Rus uçağını düşürdüğüne dair ilk yanıt “realist” bir perspektiften verilebilir. Bu senaryoya göre Türkiye hem askeri hem de iktisadi açıdan Rusya karşısındaki zayıflığının farkındadır ama Rus uçağını düşürerek NATO ittifakını Suriye’de Rusya karşıtı bir cepheye (bir oldu bitti ile) doğrudan dahil etmek istemektedir.

Bu senaryo hiç kuşkusuz “ittifaklar siyasetine” gönderme yapan belli bir “rasyonalite” barındırıyor. Fakat buna rağmen dış politika kliğinin mevcut dönüşümleri ve çıkarları okumaktan uzak olduğunu da gösteriyor. Üstelik Rusya’nın Suriye’deki askeri varlığının NATO’nun Suriye’ye herhangi bir müdahalesinde büyük devletler arasında bir çatışmaya sebebiyet vereceği gerçeğini de göz ardı ediyor. Ve elbette realizmin sadece güç değil, aynı zamanda meşruiyet olduğunu ve böyle müdahalelerin sadece oldubitti ile değil, bir inandırıcılık ve güven inşa ederek başarıya ulaşabileceğini gözden kaçırıyor.

İttifak siyasetine bel bağlayanlar NATO bekledikleri desteği temin etmediğinde, Suudi Arabistan örneğinde olduğu gibi başka bir ittifak sistemini harekete geçirerek kendi pozisyonlarını tahkim edebileceklerini düşünüyorlar (Suudi Arabistan’dan da beklenen desteğin gelmeyebileceğine dair yeni bir gelişme buradan okunabilir). Nitekim realizm çıkarın karşılıklı kurulduğu ve ancak bu karşılıklı çıkarların dengesinde oluşabileceğini varsayıyor. Dolayısıyla tamamen kendi kısa dönemli çıkarlarına odaklı, mevcut dönüşümleri eksik/yanlış okuyan, kendilerinden başka devletlerinde çıkarlarının olduğu gerçeğini göz ardı eden bir siyaset “ittifak siyaseti” yaptığında bile realist bir hat değil ve tam da bu nedenle riskli.

Bu kararın neden/nasıl alındığına dair ikinci senaryo ise “bürokratik karar alma süreçleri” ile ilişkili. Bürokrasinin ana kadrolarını dolduran cemaat kadroları mevcut iktidar bloğu içi kavga sonucu büyük oranda son bir iki yıl içinde tasfiye edildiler. Bu durum Ak Parti popülizminin (askerî/sivil) bürokrasinin tamamına duyduğu derin şüphe ile bir araya geldiğinde sonuç bürokratik karar alma süreçlerinin dağılması oldu. Bu dağılmanın özellikle güvenlik aygıtında ve güvenlik ile ilgili karar alma süreçlerinde belirgin olduğunu söylemeliyim.

Bu “kurumsal dağılmanın” belki de en büyük örneği Milli Güvenlik Kurulu’nun yerine geçen ve halihazırda tüm önemli güvenlik kararlarının alındığı Devlet Zirvesi. Son dönemde gazetelerden okuduğumuz ve önemli olduğunu “hissettiğimiz” bu mekanizmanın ne yasası var, ne bir genelgesi. Hiç kimse tam olarak nasıl çalıştığını bilmiyor. Ne zaman toplandığı, üyelerinin kimler olduğu belli değil. Kararlarının denetiminin nasıl yapılacağı da. Ve tam da herhangi bir düzenlemeye dayanmayan bir düzen içinde işlediği için kurumsal dağılmanın bir örneği. Kimlerin davet edileceğini belirleme yetkisi ve karar alma süreçlerinin belirsiz olmasından dolayı zirveden çıkan her kararın bir şekilde makul kılınması da mümkün.

Bürokratik kontrol mekanizmalarının dağılmış olması kararların zararlar düşünülmeden alınmasına ve bütün fren mekanizmalarının ortadan kalkmasına yol açtığı için dış politika plansız, programsız bir alan haline geliyor. Bu nedenle de son derece riskli bir siyasal hat bu.

Dış politikadaki “maliyetli” ve yüksek riskli kararların dayandırıldığı bir başka parametre ise “ulusal çıkar” ve gerçeklik algısı. Dış politikada çıkar herkes için aynı olan objektif bir unsur değil, inşa edilen bir “gerçek”. Türkiye’nin mevcut siyasi elitlerine göre ulusal çıkarın ne olduğu fikri ise büyük bir muamma. Bu çıkar bazen ümmetin çıkarı oluyor, bazen ulusun çıkarı, bazen ise bireysel çıkar. Bazen Batı ittifakını öngörüyor, bazen aynı ittifaka yüz çeviriyor. İsrail bazen düşman bazen müttefik oluyor. Kürtler bazen dost ve kardeş, bazen düşman.

Üstelik bu büyük dönüşümlerin neden ve nasıl gerçekleştiği de bir muamma. Pek çok yorumcu tam da bundan yola çıkarak Türkiye siyasetinde (ve özellikle dış politikasında) aktörlerin pozisyonlarını uyarlayabilecekleri bir “öngörülebilirliğin” olmadığı görüşündeler. Türk dış politikasını belirleyen ilke nedir bilmiyoruz. Ticaret mi? Ulusal bütünlük mü? Batı ile olan ilişkiler mi? Denge siyaseti mi?

Bu belirsizlik içinde bütün büyük yön değişikliklerini belirliyor gibi gözüken temel ilke (hem bireysel hem kolektif düzeyde), telafi arzusu. Telafi arzusunun bir dış politika bileşeni olarak tartışılmasının özellikle iki savaş arası Almanya’ya referansla sıkça yapıldığını burada hatırlatmalıyım. Türkiye özelinde de Cumhuriyet tarihini bir paranteze alarak, kaybedilen şanlı Osmanlı geçmişinin telafisi, İslâm’ın Battı ittifakı karşısında kaybettiği gücün telafisi, Türkiye’nin Cumhuriyet’ten itibaren hak ettiği yere gelememiş olduğu fikrinin telafisi mevcut siyasi elitlere önemli bir çerçeve sağlıyor.

Aradaki yüzyıllık parantezi kaldırmak, geçmişe dönmek ve onarmak isteyen bir iktidarımız var. Onların hayalindeki Türkiye uluslararası ilişkilerin merkezinde duran büyük bir güç ve bir gün şu ya da bu şekilde kaybettiklerini telafi edebilecek. Bu telafi arzusu, gerçeğin arzulanandan başka olduğunu gösteren bir duvara çarptığında, başka bir gerçekliğe yöneliyor. Her daim kendi yarattığı hakikatin içinde kalmayı başararak.

Bu durumda Türkiye siyasal elitlerinin Rusya’nın (ve hatta ABD’nin) Türkiye karşısındaki asimetrik gücünün farkında olmamaları, bunu fark etmeyi/ bilmeyi tercih etmiyor olmaları hiç de yabana atılır bir ihtimal değil. Bu çerçeveden bakıldığında gerçekçi bir “güç” değerlendirmesi yapmak arzu edilir değil, çünkü gerçeğin gerektirdiği “bilgi hayalleri öldürüyor.”*

Son olarak şunu söyleyeyim. Savaşlar aklı başında siyasal elitlerin yaptıkları güç/kazanç değerlendirmelerinden çıkmaz çoğu zaman. Kontrol edebileceğini düşündüğün bir sürecin kontrolünden çıkması; karşındaki aktörün gücünü küçümsemek ya da kendi gücünü abartmak pek çok irili ufaklı savaşın temel nedenidir.

Maalesef Türkiye’nin mevcut zihinsel/bürokratik mimarisi bugün her zaman olduğundan daha çok felaketi çağırıyor.

***

* Bu ifadeyi “Tarihsel Perspektiften Rusya-Türkiye İlişkileri” konferansında Ahmet K. Han kullandı. Bu yazıyı yazarken bu konferansta sunum yapan Behlül Özkan, Emre Erşen, Şener Aktürk, Ayşem Biriz Karacay, Mitat Çelikpala ve Ahmet K. Han’ın katkılarından ve de Rusya uçağının düşürülmesinin NATO’ya yönelik bir hamle olduğu konusunda Gencer Özcan’ın, Türkiye-Rusya arasındaki askeri asimetrinin (ürkütücü) boyutlarına dair de Serhat Güvenç ve Sıtkı Egeli’nin sunumlarından faydalandım. Konferansın tam programına buradan ulaşabilirsiniz.