Kendi ifadesiyle memleketimizin cari açığının yüzde 15'ini kapatan, politikacısından sanatçısına neredeyse herkesin dostu, yolsuzluk soruşturması sırasında tutuklanıp az biraz içeride kalıp hemen tahliye edilen, Rolex saatlerinin Türkiye distribütörü gibi çalışan, "Orospu ile memurun bahşişini işin başında verin" vecizesini hayat mottosu yapan büyük işadamı Reza Zarrab’ın Amerika’da tutuklandığı haberi Türkiye’ye 22 Mart gecesi ulaştı.
Miami Havalimanı’nda gözaltına alınan Zarrab, Amerika’nın İran’a yönelik yaptırımlarını ihlal etmekle suçlanıyordu. Detaylar yavaş yavaş belirdikçe ortaya bir isim çıktı: Preet Bharara. Zarrab hakkındaki soruşturmayı yürüten, iddianameyi hazırlayan, kısaca Zarrab’ı tutuklatan New York Güney Bölge Başsavcısı.Bharara, bir anda memleketin, bilhassa sosyal medyanın gündemine öyle bir oturdu ki, kendisin bile şaşkınlık içinde olduğu tahmin edilebilir. Nitekim savcı da artık dayanamadı herhalde ve kendisine kebap, rakı, lokum, halı ısmarlamayı öneren bir mesaja cevap olarak şiş kebabı çok sevdiğini ama sadece işini yaptığını söyledi. Hatta bir ara Tayyip Erdoğan’ı da takibe aldı (sonra bıraktı). Bharara’nın twitter’daki takipçi sayısı 5 binlerden 250 binlere fırlamış, bunun da çok çok büyük kısmı Türkiyelilerden oluşmuş durumda. Her güncellemeye basışta takipçiler arasına yığınla yeni Türkiyelinin eklendiği görülüyor. Herkes, savcıya "yürü be aslanım, sonuna kadar git şu işin" minvalli mesajlar atıyor.
Bu acayip durumu başlı başına ele almak gerekmez mi? Bir kısmının İngilizce bilmediğini tahmin edebileceğimiz devasa bir Türkiyeli insan grubu neden bir başka memleketin savcısını takip etmeye başlar, neden ondan sitayişle söz eder, ağzının içine bakar hale gelir, neden adamın tüm kariyerini bir anda öğrenir, neden "en güzel duyguların insanı" yapar?
Aslında cevap çok net ve basit: "Adalet", "hukuk" gibi kavramlar Türkiye’de yozlaşmış, içleri neredeyse bomboş bir hale gelmiş durumda. Memleketteki adalet mekanizması, suçluları yargılayamayan-yargılamayan; yargıladığında adalet dağıtamayan, kamu vicdanını rahatlatamayan; muhalifler için gerekirse suç uyduran, en ağır cezaları veren; cinsiyetçi, ayrımcı, neredeyse meşrebe göre davranılan bir biçimde çalışıyor artık. (Burada bir hukuk felsefesi-sosyolojisi tartışması yürütmek gereksiz ama "burjuva hukuku" çerçevesinde düşündüğümüzde bile, "hukuk-adalet" kavramlarındaki birçok niteliğin uzağına düşüldüğü söylenebilir herhalde).
Memleketin adalete olan açlığı o kadar büyük ki, o kadar büyük bir sıkışmışlık hali var ki, uzak diyarlardaki bir savcının "hukuk"u uyguluyor olması burada tezahüratlarla karşılanıyor. Adeta birikmiş gazın bir kısmı dışarı çıkıyor. Çünkü çok iyi biliyoruz ki, söz konusu kişi Türkiye’de kılına bile dokunulamayacak bir adam. Çünkü çok iyi biliyoruz ki, söz konusu kişi Türkiye’de adalet mekanizmasının kıyısından köşesinden geçecek olsa hemen "kurtarılacak" bir adam. Çünkü üzeri örtülen onlarca davadan çok iyi biliyoruz ki, bir anda soruşturma belgelerini yayımlayan şeffaflığı bizim buralarda yaşamamız mümkün değil.
Sözün özü, neredeyse tüm kurumlarıyla, aktörleriyle ağır bir çöküntü safhasındaki Türkiye’deki adalet mekanizmasını gören, okuyan, yaşayan Türkiyeliler adalet ve hukuka güven arayışlarını yurtdışındaki bir savcıya omuz vererek en minimum düzeyde tatmin etmeye çalışıyorlar. Bunun aslında ne kadar büyük bir soruna işaret ettiğini anlamamak, üzerinde düşünmemek için de ya ahmak olmak gerek ya gözleri sımsıkı kapatmak. Adalet tanrıçası Themis’in de gözü bağlıdır tabii ama onunki tarafsızlığının simgesi olarak. Bizim toprakların Themis’inin gözleriyse adaleti, hukuku görmesin; sadece yandaşlık yapsın diye kapalı sanki! Hal böyle olunca da "Çok yaşa Preet savcım", takipçilerin helali hoş olsun...