Siyasi gündemdeki tartışmalar dokunulmazlıkların kaldırılmasına odaklanmış olmasına rağmen aslında bu tartışma arka planda kronikleşen siyasal enfeksiyonun yeniden nüksettiğini gösteren gelişmelerden sadece biri. Türkiye’de siyaset, kendini değerlerle tanımlayan kesimler üzerinden gerçekleştirildiği için toplumdaki değer krizi bir türlü kendini onaracak mümbit bir zemine kavuşamıyor. Dokunulmazlıkların kaldırılmasına ilişkin tartışmalara bakıldığında bile konunun gerçek bağlamını görmek mümkün. Her şeyin başı hassasiyet. Bu nedenle hassasiyetler üzerinden kurulan belagat ve hassasiyetleri kaşıyan bir karşı-retorik üzerinden boşluğa savrulan söylemler insanların gündelik yaşamlarını belirler hale gelmektedir.
Aşırı politikleşme ve her şeyi politikleştirmenin toplumsallaşmasının sonucu toplumsal yıkımdır. Bu durum tarihsel tecrübelerle sabit ve neredeyse eşyanın tabiatı kabilinden bir yasa olarak kabul edilebilir. Burada kurucu unsur toplumsal dengedir. Ancak bizim gibi toplumlarda, dengeyi sağlamak oldukça hassas bir mesele olduğu için kurulması zor, kaybedilmesi çok kolaydır. Türkiye özelinde gerçekte var olmayan ancak egemen iktidar makinesi tarafından varmış gibi yapılması istenen denge durumunu ifade eden ve bunun korunmasını zorlayan kelime hassasiyettir.Herkesin, her kesimin hassasiyetleri var ve hiç kimse, hiçbir kesim hassasiyetlerine en ufak bir zeval gelmesine neden olacak herhangi bir gelişmenin yaşanmasını istemiyor. Hassasiyetler savaşında uzun zamandır kaybeden ve ellenmemiş, örselenmemiş, küçümsenmemiş ve taciz edilmemiş hassasiyeti kalmayan kesimler için siyasal alan gittikçe mücadele etmenin anlamsızlaştığı bir alana dönüşüyor. Bu duruma bilindik anlamda siyaset yapmayı, siyasal alanda yer almaya devam etmeyi gittikçe zorlaştıran, siyasal alanın sınırlarını daraltan ve siyasal olanın niteliğini belirsizleştiren mevcut iklimi eklediğimizde, hassasiyetlerin arkasına istiflenen çıkarların saklanamayacağı bir aşamaya yaklaştığımızı öne sürebiliriz.
Bu ülkede çok fazla hassasiyet var ve herhangi birinin hassasiyeti, bir diğerinin üzerinde tahakküm malzemesine dönüşmek konusunda çok maharetli.
Herkes bir diğerinin hassasiyetini kendi varoluşuna tehdit olarak görüyor.
Hassasiyetlerden bahsedildiği yerlerde ise herkes sadece kendi hassasiyetini dinliyor. Ötekinin hassasiyeti zaten yok edilmesi gerekenler listesinde yazılmış ve altı çizilmiş.
Gereksiz hassasiyetlerden siyasal malzeme üreten çarpık politik kültür üzerine inşa edilmiş yarım yamalak gündelik yaşamın içerisinde, düşük yoğunluklu bile olsa, bulunması gereken vatandaşlık hassasiyetinin yerinde ise yeller esiyor.
Gel gör ki herkes çok hassas...
Dengeler hassas, bölgeler hassas,
savcılar hassas, esnaf hassas,
milliyetçiler hassas, dindarlar hassas,
Türkler hassas, Avrupa hassas...
Hassas olamayan bir kesimden söz etmek neredeyse imkânsız.
Bu hassaslık meselesinden herkes hakkıyla istifade edebilse bir denge durumundan söz edilebilir ancak öyle olmuyor. İstifade edemeyen kesimlerden biri de sol. Ne derdini hakkıyla ifade edebileceği ciddi bir mecra var ne de derdini dinleyen herhangi bir kesim. Kendi içinde, derdini kendine anlatan, kendi kederiyle kavrulan, ses etse sesi gırtlağına, hevesi kursağına bastırılan bir kesim olarak kendi hassasiyetini hakiki anlamda dile getiremiyor.
Hassasiyetlerini dile getirmeye yönelik her türden çabası hızla ve devletin zor aygıtlarıyla bastırılan, goygoya getirilen ya da duymazdan gelinen bir kesimin 1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı'nı Taksim’de kutlamak için gösterdiği hassasiyetin 1Mayıs’ın kendisinden ve o günün işaret ettiği anlam ve değerden daha ön planda olduğu ifade edilebilir. 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak, Türkiye solunun hassasiyetlerinden biri olduğuna göre bu konuda çok önceden hazırlıkların yapılmış olması ve Taksim konusundaki hassasiyetin tüm taraflarca kabul edilmesinin sağlanması gerekirdi. Ortalama standartlara sahip bir demokratik devlette bunlar uzun tartışmaların konusu olmaz. Bizde ise 1 Mayıs denildiğinde akla gelen şey Taksim yasağı karşısında işçilerin, emekçilerin ve onların temsilcisi olan örgütlerin, partilerin ne yapacağına odaklanmaktır. Meydan konusundaki hassasiyet anlamlı ve haklı olmasına rağmen tartışmalar bir kısırdöngüden ilerisine götürülemediği için işçilerin, emekçilerin ve bunların örgütlerinin payına yine gaz, TOMA, tazyikli su ve polis şiddeti düşüyor. Sonuç olarak herkes geldiği yere geri dönüyor.
İş ve emek örgütlerinin Taksim Meydanı konusundaki taleplerine ve ısrarlarına ve de bu konuda on yıllardır gösterdikleri kararlılığa rağmen her gelen hükümetin ideolojik hamaset kokan tavırlar eşliğinde bu meydanı kapatma hakkını kendilerinde görmesi, bunu kamu düzeni ya da güvenliği gibi şık ambalajlarla servis etmesi Türkiye’deki egemen siyasal aklın yurttaşlara bakış açısını gösteren veciz bir örnektir. Bu anlayış “vatandaşların bir kısmı kamu düzenine veya güvenliğine muhakkak tehdittir” şeklinde yorumlanabilir. (Bu “bir kısım vatandaşlar” mevcut konjonktüre göre değişiyor ama 1 Mayıs konusunda hükümetlerin tutum ve davranışı değişmiyor.)
Anayasa’nın ünlü 34. maddesinin ilk kısmı genel bir ilke ve asıl düzenlemeyi içerir: “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir” olarak ifade edilen bu genel ilke ancak yasada belirtilen durumlar söz konusu olduğunda “sınırlandırılabilir”: “Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı ancak, millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla ve kanunla sınırlanabilir.”
Konu 1 Mayıs olduğunda hükümetler, nedense hep istisnai durumu görmekte ve genel ilkeyi ya da hakkı, istisnai şart ile boğmaya çalışmaktadır. Bu durum sadece 1Mayıs özelinde değil genel bir durumdur. Eğer hükümetin sesine ses katmayan ya da onu eleştiren bir toplantı, gösteri ya da yürüyüş yapmaya kalkanlar olursa şiddete uğramaları an meselesi. Hele bu gösteri işini yapmaya yeltenenler sol kesim ise onlara şiddet uygulamak milli bir görev haline de gelebilir. Oysa Türkiye’de iyi-kötü bir sol kesim var. Bu insanların, sol kesim içerisinde yer almayan kişiler kadar hassas oldukları konular, haysiyetlerini korumak uğruna ve devletin zoruyla karşı karşıya kalmalarına rağmen savunmaya, dile getirmeye devam ettikleri dertleri, kederleri, meseleleri var. Hassasiyet tekelini ele geçiremediği ya da hassasiyetlerini mağduriyet diline çevirmediği, çeviremediği için, yeteri kadar etkili popülist söylemler geliştiremediği için haysiyetinin ve hassasiyetlerinin bu kadar örselenmesi, yıpratılması, zorlanması devletin biricik varlık ilkesini oluşturan hukukiliği fena halde aşındırmaktadır.
Türkiye solunun siyasal tarihi ve hafızasında 1 Mayıs ve Taksim’in sahip olduğu anlam, taşıdığı değer bir çatışma konusu olarak değil bir kesimin hassasiyeti olarak değerlendirilmeli ve vatandaşlık hukukunun gereği olarak bizzat iktidar olanaklarına sahip olanlar tarafından korunmalı ve kollanmalıdır. Hükümetin öncelikli vazifesi Taksim’i yasaklamak değil 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması için gerekli düzenlemeleri yapmak ve kalabalıkların güven içerisinde kutlamalarını gerçekleştirmesini sağlamak olmalıdır. Burada bir idealden değil standart bir prosedürden bahsediyoruz. Bunun dışında kalan her türden olağanüstü haller yaratma gayreti, devletin kendi yurttaşlarını ötekileştirmesinden fazla bir anlam taşımaz.