Aradan bir haftayı aşkın süre geçmiş olmasına rağmen, 15 Temmuz darbe girişimine dair bilgilerimiz olup bitenin mantıklı bir açıklamasını yapabilmek için hâlâ çok yetersiz. Ayrıca, vakanın birinci derecede aktörleri tarafından anlatılanlar ciddi çelişkiler, büyük boşluklar ve soru işaretleri ile yüklü. Ancak, daha bir darbe girişimi ile karşı karşıya olduğumuzu fark ettiğimiz andan itibaren, bu girişime karşı çıkan dindar muhafazakârından solcu-“laik” olanına, HDP’den MHP’ye uzanan çok geniş bir yelpazede bu girişimin Fethullah Gülen cemaati(nin ordu içi örgütlenmesi) tarafından planlanıp yürütüldüğü iddiası, tartışılması gerekmez kesinlikte bir gerçek, bir hüküm olarak kabul edildi, benimsendi.
Darbe girişiminin hemen ertesinde yazdığım konuyla ilgili yazıda bu peşin hükmün doğruluğundan kuşku duyduğumu belirttim. Ordu içinde mevcut Cemaatçi “yapı”nın, rütbeli kişilerin bu girişime mutlaka katılmış olduklarını kanıt gerektirmeksizin kabul edebiliriz. Ama bu katılımın darbe girişimini ülke çapında örgütleyebilme, genel planlama ve stratejisini belirleme ve yönetme düzeyinde olduğu iddiası hiç inandırıcı gözükmüyor. Bu iddiayı darbe girişiminin birinci derecede hedefi ve mağduru durumundaki AKP’nin yetkili ve sözcülerinden çok daha ısrarlı ve kesin ifadelerle ileri süren Vatan Partisi odaklı çevre ve kişilerin argümanları mantık ve izan sınırlarını aşan abartmalarla yüklü.
Bu partinin önde gelen yöneticilerinin 2007 sonrasında Cemaat’in (AKP’nin siyasal desteği ve arkalaması ile) sorgulama, iddia ve yargılama makamında olduğu Ergenekon, Balyoz... davalarında sanık olarak yıllarca hapiste kaldığını biliyoruz. AKP iktidarının Cemaat'i “baş düşmanı” ilan ettiği 2013 Aralık sonrası süreçte AKP hükümetinin “kumpas mağduru” olduklarını ilan etmesiyle tahliye edilen, aldıkları mahkûmiyet kararları iptal edilen bu partinin yönetim kadrosunun söz konusu davalarda yargılanan birçok emekli general ve üst rütbeli subayla takviye edildiğini de. Bu geçmişinden dolayı Vatan Partisi’nin AKP hükümetince giderek daha da yoğunlaştırılarak sürdürülen “Cemaatin kökünü kazıma” operasyonlarına en ateşli desteği veren parti olmasına şaşırmamalıyız; partinin başkanı Bay Perinçek’in bu operasyonlar sürecini “hayatımın en mutlu dönemi” diye nitelediğini de duymuş olmalıyız.
Bu bakımdan herkesten fazla bu parti ve etrafında kümelenmiş kesimlerin darbe girişimini kesinlikle Cemaat’in işi diye etiketlemesi anlaşılır bir tepki. Ama, ordunun 2007-2013 aralığı hariç, “Cemaat”in sahneye çıktığı 1980’li yıllardan bu yana “irticai faaliyet” gerekçesiyle özellikle Cemaat’in “sızma”larına karşı mücadele ettiği dikkate alındığında, bu etiketleme mantık sınırını fazlasıyla zorluyor. Gerçi, Cemaat’in içinden çıktığı Nurcu akımın diğer tarikatlarından tutun en katı laik çevrelere, HDP’den MHP’ye tüm siyasal yelpazede –daha AKP-Cemaat “savaşı” su yüzüne çıkmadan– yarattığı yaygın antipati, özellikle AKP ile “balayı dönemi”nde gayet kibirli bir edayla estirdiği güç-kuvvet havasının doğurduğu öfkenin anıları, serinkanlı bir yargıya ihtiyaç duyurtmayacak düzeyde. Buna bir de “sızma” stratejisi izleyen her eğilimin uyguladığı yöntemleri sırf Cemaat’e özgüymüş gibi bir dille anlatarak oluşturulan efsanevi bir gizlilik halesi de eklenince serinkanlı bir yargı talebi büsbütün geçersizleştirilebiliyor.
Sinek mesabesinde olsa dahi hacminin kat kat fazlası ses çıkarmak ve böylece kendini olduğundan çok çok daha büyük gösterebilmek gibi bir marifeti olan Vatan Partisi’nin sözcüleri ve AKP medyasının epeyce bir elemanı, darbe girişimini Cemaat’e mal ederken, onun arkasında “Batı”nın özellikle de ABD’nin yer aldığını da bilhassa belirtiyorlar. Gösterilen –Fethullah Gülen’in ABD’de ikamet ediyor oluşu ve iade edilmesi taleplerinin ABD yönetimi tarafından kaale alınmayışı vb.– kanıtlar ve hele darbe girişiminin bir ABD’li general tarafından yönetildiği gibi iddialar hiç de yeterli sayılmasa bile; ABD’nin tıpkı Mısır’daki darbede olduğu gibi “istemem ama yan cebime koy” tutumu alacağını darbe girişimcilerine açıkça veya zımnen bildirmiş olması pekâlâ mümkündür.
Vatan Partisi ve AKP cenahındaki belirli bir çevrenin bu ihtimalin kesinliğinden hareketle empoze etmek istedikleri nokta gayet önemli. Bu kesim 15 Temmuz dönüm noktasından sonra Türkiye’nin ABD-AB blokundan tamamen ayrılıp, odağında Çin, Rusya ve İran’ın yer aldığı Avrasya blokuna dahil olmasının artık zorunlu hale geldiğini savunuyorlar.
Bu nokta son derece ilginçtir. Ve biraz dolaylı biçimde de olsa, cevabını aradığımız “darbe girişiminin belirleyici kadrosu kimlerden, hangi siyasal eğilime yatkın kişilerden oluşuyor olabilir” sorusu üzerindeki muğlaklığı epey ölçüde giderebilir mahiyettedir.
Bundan on yıl kadar öncesini, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı adaylığından caydırılması için o mahut 27 Nisan “e-muhtıra”sının verildiği günlerin üç-beş ay öncesini hatırlayalım. Darbe söylentilerinin ayyuka çıktığı ama öte yandan da AB ve ABD’nin gayet kesin ifadelerle AKP hükümetinin arkasında olduklarını ve gerçekleşmesi halinde bir askeri darbe yönetimini tanımayacaklarını ilan ettiği bir dönemdi bu. Durum bu iken, bir askeri darbe hazırlığı içinde olduğundan kuşkulanılan kimi orgeneral rütbeli kişiler ve bu darbeyi meşrulaştırmaya, olumlu karşılamaya eğilimli yazarların bir kısmı Türkiye’nin “Batı ittifakı”ndan ayrılıp yeni teşekkül etmekte olan Avrasya ittifakına katılmasını savunan yazılar yazmakta, konferanslar vermekte idi.
Bu tezin, o sıralarda ordu subay ve üst komuta kadrolarının büyük çoğunluğunu kapsayan darbe yanlısı eğilime “pratik” tercümesi şöyle özetlenebilirdi. Askeri darbe için ABD-AB, NATO desteği hiç de şart değil. Onlar askeri darbe sonucu kurulacak yönetimi tanımaz, gayrı meşru ilan ederlerse, askeri darbe yönetimi de ABD ile ittifakı, AB üyelik sürecini ve NATO ile bağını kesip Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti ile ittifak-işbirliği rotasına girer, girmelidir.
Kestirmeden gidelim. Daha sonra Balyoz davası gibi soruşturma ve yargılamalarda ortaya konulan gerçekliği tartışılmaz belgelerden, tanık sıfatıyla dinlenen general ifadelerinden açıkça anlaşılıyor ki; bu tez tümü de Atatürkçülük adına yapılacak bir darbeye “ilke olarak” karşı çıkmayan, onay veren ordu mensuplarının, özellikle yüksek komuta makamlarındaki kadronun çoğunluğu tarafından –herhalde gayet riskli bulunarak veya belki de Atatürk’ün “çağdaş uygarlık” hedefiyle “Batı”dan kopmamayı ilkeleştirdiği gerekçesiyle– benimsenmemiştir. Böylece, kaba ifadeyle Batı desteği sağlanıncaya kadar beklemeyi savunanlarla şimdi harekete geçmeyi savunanlar arasında bir ayrışma, “kopuş” yaşanmış ve bu iç bölünme ve blokaj nedeniyle Ordu adına 27 Nisan’da gösterilen tepki gayet pörsük olmuştur.
Eğer 2010 yılında başlatılan Balyoz darbe planı ile ilgili soruşturma, tutuklama ve mahkûmiyetler o denli kapsayıcı ve sarsıcı olmasaydı, yukarıda sözünü ettiğimiz “bölünme-kopuş” giderek önemsizleşebilirdi. Ama; bu süreçte –çoğunluğunu– “Avrasyacı” tezi savunanların oluşturduğu, “darbe ertelenmesin” tavrından yana olduğu iddia edilen ordu mensupları yaka paça tutuklanırken ertelenme yanlılarının yüksek sesle itiraz bile etmeyip hükümetle işbirliği içine girmeleri, tutuklananların boşluğunu doldurmaları şüphe yok ki aralarındaki “dargınlığı” derinleştirmiş, kin ve nefret duygularıyla doldurmuş olmalıdır. Balyoz davası nedeniyle ordudan atılan, yıllarca hapis yatanlar, bu duygu yükü altında o diğerlerini –hâlâ Atatürkçü sıfatını taşıyor olsalar da– kendilerine onca çile çektirmiş “Cemaat”çilerle aynı kefeye koymakta tereddüt etmeyeceklerdir herhalde. Üstelik o diğerleri, tam da AKP hükümeti Balyoz davası sanıklarını aklamış, “Cemaat”i bitirmek için var gücüyle saldırıya geçmiş ve bununla da yetinmeyip yakın zamanda “Avrasyacı” bir tutuma yönelme işaretleri vermeye başlamışken bu süreci durdurma tehlikesi taşıyan bir darbe girişimiyle karşılaşılır ise…
AKP’den MHP’ye, hatta HDP’ye kadar tüm siyasal partilerin bu –akıldışı şiddet ve katliam bilançosuyla da lânetle anılacak– darbe girişimini “Cemaat”e mal etmeleri, olaya ve bunun yol açabileceği sonuçlara görece farklı perspektiflerden bakmalarına rağmen, her biri açısından da “politik olarak doğru”dur. Ama “hakikat”in ifadesi midir?
Bu soruya kesin cevabını vermek için, şu anda ortama egemen toz dumanın ve muğlaklığın azalmasını beklemek gerekecek.