Eski nesillerden bazıları, yumuşak g yerine düz g ile, olaganüstü diye söylerlerdi. Art arda yığılan üç kalın ünlünün zaten verdiği ağırlığı artırarak, kelimenin içeriğini vurgulayan bir sertlikle... “Olağanüstü”nün Arapçası olan “fevkalade”yi müzayedeye çıkartan o “fevkaladenin fevkınde” sıfatının eli yükseltmesi gibi. Olağanüstünün de üstünde, olağanüstü-ötesi.
Darbe gerçekleşseydi, belli ki olaganüstü bir rejim esip gürleyecek, (asker kişilerin dahlinden bağımsız olarak) asker bir akıl hüküm sürecek, “kurunun yanında yanan yaş”ın dönüm hesabına bakılmayacak, fevkaladenin fevkınde bir kıyım olacaktı.
Olağanüstü halin İngilizce (state of emergency ve Fransızca L’état d’urgence) karşılıkları, “âcil durum” anlamına geliyor. Almancası (Ausnahmezustand), “istisna hali”. Kavramsal vektörleri birleştirirsek: bir vahamet halinde, ağır bir tehdit, bir tehlike karşısında, olağan hukuka tâbi olmadan yönetmek, demek. “İstisna”nın sözlük anlamlarından biriyle: kuraldışı davranabilmek. Kimi anayasa hukukçularının tarifiyle: Yasanın, anayasa normunun ve idarî tedbirin eşlendiği, düzlendiği bir rejim. Hukuk doktrinindeki kökeni, Roma hukukundaki diktatörlüğe uzanıyor nitekim. İmparator Gratianus’un vecizesiyle: “Acil durum, kanun tanımaz.”
Kurumun modern kökeninde, dış tehlikelere karşı önlem almak vardı. Savaş halinde, savaş tehdidi karşısında, içeride savaş koşulları uygulamak. Zamanla, referans dıştan içe döndü: iç tehdide karşı savaş hali.
Olağanüstü halin kendi “diyalektik bilinci”, bağışıklık ilkesine dayanır. Alt edilmesi gereken tehlikenin, tehdidin, felâketin, belânın zehrinden bir miktar zerk ederek bünye güçlendirilecektir. Daha büyük, yıkıcı, “kötü” şiddeti savuşturmak için, bir doz “iyi” şiddet uygulanacaktır. İktidar tekniği açısından, Uzakdoğu sporlarını hatırlatan bir “diyalektik” vardır burada: Hasmının hamlesini karşılarken, onun kuvvetini kendi kuvvetine katma.
Olağanüstü hal ideolojisini eleştirenler, bu bağışıklık diyalektiğinin aslında bir apori olduğunu söylerler: İki zıt, uzlaşmaz hükümle bir mesele çözülemez. Tehlikenin gerçekleşmesi durumunda ne yapılacaksa, ne yapacaklarsa onun gibi yapmakla, tehlike aşılamaz. Veya işte, tehlike transfer edilerek devralınmış olur. Zaten apori, Eski Yunanca, “çıkışsızlık” demek.
Bilinen ilacı: Kısa sürmesi, geçici olması, olaganlaşmaması.
Türkiye’de 1961 Anayasası’nda olağanüstü hal ekonomik bunalım ve doğal âfete karşı bir önlem olarak düzenlenmişti; siyasî tehdit veya karışıklıklar için öngörülen olağanüstü hal rejimi, sıkıyönetim idi. (1982 Anayasası’nda da, olağanüstü halin bir üst derecesi gibi, yer aldı.) Güzel bir “öz” Türkçe buluştur, meramı iyi anlatır: sıkı-yönetim.
Sıkıyönetimin eski dildeki karşılığı da meramı iyi anlatır ama: Örfî idare. “İdare-i örfiye” kurumuyla ilgili çalışmasında Noémi Lévy-Aksu, 1876 Anayasası için icat edilen bu kavramın, sultanın otoritesini ve erkini güvenceye alma işlevini gördüğünü gösteriyor. Örfî idare kavramı, sırf kelime anlamıyla bile bize güçlü bir işaret verir: Örfe, âdete bağlı idare demektir bu. Yani aslında, kendi örfüyle, kendi alışkanlıklarıyla, daha basit söylersek “kendi bildiği gibi” iş gören idare. Örfî’nin Osmanlı düzenindeki anlamını hatırlarsak: şeriat-dışı, yani hukuk-dışı kurallara, âdetlere göre, tek kelimeyle töreye göre işleyen idare. Devlet töresinin iktidarı.
6-7 Eylül rezaletinden sonra örfî idare/sıkıyönetim komutanı olan Korgeneral Nurettin Aknoz’un bildirilerinin birinci tekil şahısla yazıldığından bahsedilir: “Yasakladım”, “Kapattım”, “Men ettim”… Müstekbir “Devlet benim” edasıyla, abayı üzerinden atmış örf sopası…
Süleyman Demirel, bir defasında “Devlet zaman zaman rutin dışına çıkar,” demişti. Devletin kendini bundan alamayacağını, canının bunu çektiğini imâ edercesine…
Olağanüstü hal veya âcil durum veya istisna hali, nasıl derseniz… bütün usulleriyle, bir devlet cezbesi, bir iktidar coşkunluğu...
Walter Benjamin “Tarih Kavramı Üzerine” adlı makalesinde, “Ezilenlerin geleneği, içinde yaşadığımız ‘istisna halinin’ kural olduğunu bize öğretir,” diye yazmıştı. Bu sözün Agambengiller tarafından sündürülmesi, “resmî” olağanüstü hal ve istisna halleriyle “olağan” rejimin içkin olağanüstülüğü veya istisnaya açıklığı arasındaki ayrımı silmesi, ayrı bir tartışma konusu. Benjamin’in söylediğinden bir de şunu anlayabiliriz biz: Devletin kadim örfü ve örfî idaresi olduğu gibi, yönetilenlerin de kadim bir örfü, bir olağanüstü hal idaresi vardır.
1987’den 2002’ye kadar olağanüstü hal altında yaşayan (1987’ye kadar da sıkıyönetim vardı zaten) Kürt halkı, mesela. Evrim Alataş, Mayoz Bölünme Hikâyeleri’nde halkın kendi olağanüstü hal yönetiminin, kendi örfî idaresinin veçhelerinden birini göstermişti. “On kişinin bir araya gelerek tavla oynayabilmesi ya da sohbet etmesi için mülkî amirlerden izin alması”nın gerektiği koşullarda, “Yüreğimiz ve beynimiz bir ‘korkunç anılar deposu’na dönüş”ürken, her şeye rağmen gülebilenleri anlatmıştı: “Oysa biraz da gülerek bakmak gerekir hayata. Güldüğümüz kendimiz bile olsak. (…) Yangınlardan çıkıp da paçamızdaki yanığa gülmemiz lazım.”
Yönetilenlerin örfî idaresinin, insanların olağanüstü hal rejiminin çok cephesi var... Biri, Evrim’in dikkat çektiği gibi, olağanüstü bir mizah… Sonra, iyimserliğin kıt kaynaklarını olağanüstü bir gayretle işlemek… Olağanüstü dayanışma, birbirine olağanüstü ilgi, olağanüstü dostluk… Olağan insan değerlerini, olağanüstü bir rikkatle gözetmek… Olağanüstü hal ve şartların insanlar arasındaki hukuku, resmiyetteki kadar mühim bir “hukukun üstünlüğü” davası…