12 Eylül darbesi döneminde, Müşerref Akay-Tezcan’ın söylediği “Türkiyem Türkiyem cennetim”, “Türkiye”nin yarı resmî şarkısı olmuştu. Tek kanal televizyonda her vesileyle sökün etmekle kalmıyordu, işkencelerde döne döne çalınan parçalar repertuarında da yer alıyordu. (Bu şarkıya kim bilir kaç defa maruz kalan bir işkence mağduru, yedi sene önce eserin basım yayım hakkını satın alarak çalınmasını yasakladı.)
***
Neredeyse çeyrek asırdır ise, “Ölürüm Türkiyem” ezgisi dolaşıyor “Türkiye”nin üzerinde. Sözleri, yazı ömrünü ülkücü neşriyatta geçirmiş ilâhiyatçı Dilaver Cebeci’nindir. (Başka manzumeleri arasında “Başbuğa Mektup” var, “Gök yeleli bozkurtlar/ Atsız Yabgu önünde dizleyin yağız yeri” diye başlayan “Dokuzlama”sı var.) Mustafa Yıldızdoğan 1993’teki albümünde parçayı meşhur etti. ’90’lar boyunca MHP’nin seçim kampanyası müziği olarak kullanıldı. 70’lerin “Çırpınırdı Karadeniz”inin yerini aldı bir bakıma.
Bir bölümü zaten ülkücü muhitlerden gelen güvenlik güçlerinin de “operasyonlarda” tercih ettiği bir parçaydı. Sadece ’90’larda değil. Son iki yılda, Şırnak’ta, Sur’da, Bitlis’te, oralarda, operasyonlarda veya polis araçlarının olağan geçişlerinde, mehter marşına refakaten sürekli “Ölürüm Türkiyem” çalındığını haberlerde okuyabilirsiniz.
Son zamanlarda, “millî türkümüz” olarak adlandırılıyor, öyle muamele görüyor “Ölürüm Türkiyem”. 15 Temmuz darbe kalkışması sonrası düzenlenen demokrasi nöbetlerinin repertuarının gözde bir parçası oldu. Bazı mitinglerde Türkçesinin yanı sıra Kürtçe, Arapça, Lazca, dört dilde icra edildi. Bayburt’taki gösterilerde, “Erdoğan-Bahçeli el ele” tezahüratı yapılmıştı ya - “Ölürüm Türkiyem”in millî türkü olması, işte bu tezahüratın melodisidir.
Eskiden, 90’lardan önce diyelim, “vatandaşlarımıza”, “halkımıza”, “milletimize” konuşulurdu. “Vatandaşlarımıza” (bazen) CHP, “halk(lar)ımıza” HDP, “milletimize” AKP ve MHP, hâlâ hitap ediyorlar. Fakat bir zamandır daha çok “Türkiye”ye sesleniliyor. DSP’nin mesut günlerindeki “Gözün aydın Türkiye, ak güvercin geliyor” sloganı, ilk örneklerinden biriydi. Adalet ve Kalkınma Partisi, “Biz Türkiye’yiz” sloganıyla işi iyice büyüttü. “Biz birlikte Türkiye’yiz” versiyonu da var, “Türküz, Kürdüz, Arabız ama birlikte Türkiye’yiz”. Burada “Türkiye”, herkesi kucaklama iddiasının (link) adı.
Sadece siyasetçiler değil ama… şimdi herkes bir şey diyecek olduğunda “Türkiye”yi çağırıyor. Şu aralar bir inşaat firmasının “Peşinatsız, 10 ay vadeyle güle güle otur Türkiyem” kampanyası var mesela. Hafta sonu, Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nün finansmanına “katkıda bulunan” altı büyük banka, müşterek bir ilan vererek “Gücünle gurur duy Türkiye,” dediler.
İnşaat firmasının “Türkiyem” dediği, müşterileri aslında. Bankaların “Türkiye” adına gurur duydukları da aslında kendi güçleri. Burada “Türkiye,” toptanlaştırıp eşitsizlikleri, çıkar ve güç farklarını, dert farklarını örtmenin adı.
“Teşekkürler Türkiye” furyasını da katalım buna. Rating’i iyi çıkan programın yapımcısı, “Türkiye”ye teşekkür ediyor. Telefon operatorü firma, kapsama alanı ve müşteri hacmindeki artışı kutlamak üzere “Teşekkürler Türkiye” ilanı veriyor. Yine Adalet ve Kalkınma Partisi, 2011’den beri seçim galibiyetlerinde “Teşekkürler Türkiye” reklamını kullanıyor. Kurum ve kuruluşlar, mühim şahsiyetler, 15 Temmuz darbe girişimine karşı mukavemetinden ötürü “Türkiye’ye” teşekkür ettiler. Söyleyeceğini “Türkiye”ye söylemek, söyleyenin iddiasını, ehemmiyetini büyütüyor. Burada “Türkiye,” aslında ona seslenenin kendi mevkiinin adı, kendi erkinin teyididir. “Türkiye”ye seslenmek, ona toptan –ve yukarıdan– hitap etme ufku demek zira – ve Türkiye’yi adlandırma erki demek.
Futbol ulusal takımının son Avrupa şampiyonasındaki resmî sloganı: “Biz Türkiye’yiz, biz bitti demeden bitmez”. Buradaki “Türkiye”, milliyetçiliğin yalın ve özlü sosyo-psikolojik tanımı olan kolektif narsisizmin tipik numunesi. Birbirine değil, aslında kendine, kendinin ikonuna sarılan bir topluluğun kostaklanması... “Birlikte çok güzeliz Türkiyem”.
Havaya girerseniz, siz bitti demeden bitince de fazla dert etmezsiniz.
15 Temmuz’da insanların sokağa çıkarak gösterdikleri mukavemetin gurur imgelerinden biri: “Tanka kafa atan adam” – veya tabii: “Tanka kafa atam Türkiyem”… 15 Temmuz tecrübesiyle Gezi tecrübesini mukayeseye yeltenenlere kızıyorlar gerçi (www.diken.com.tr’de Murat Sevinç, aldırmadan bu mukayeseyi deniyor, özellikle şu iki yazı: link, link) ama “Tanka kafa atan Türkiye”, hatırınıza Gezi sloganlarından birini getirmiyor mu? O da “Türkiye”ye hitap eden bir slogandı: “Sinirlenince çok güzel oluyorsun Türkiye”. Galiba, şu “Türkiye’ye seslenme” enflasyonuyla dostça dalga da geçiyorlardı, bunu akledenler. Beri yandan slogan, “Türkiye”nin türlü huyları, türlü yüzleri, türlü halleri olduğunu da söylüyordu, basitçe. Sadece farklı yüzleri olduğunu değil, değişebileceğini de söylüyordu.
İnsan yaşadığı, dilini-dillerini konuştuğu, mektebinde okuyup “ekmeğini yediği”, hatıralarını ona veren memleketten ve halkından memnun olmak, kendini orada-onlarla sarılıp sarmalanmış hissetmek istemez mi hiç? Güzel bir şey yaptıklarında “o insanlarla” gururlanmak istemez mi?
ABD’li siyah yazar Ta-Nehisi Coates “bir milletin kendi namını alma tarzı ve biçimi”nin öneminden bahsediyor. Kendini sevme, gururlanma biçimi için de söyleyebiliriz bunu. Türlü insan hallerine hassasiyet gösterebiliyor, “fark yaralarına” itina edebiliyor olmak, ne büyük bir gurur olurdu…
De Gaulle’ün “Sartre Fransa’dır” lâfı, meşhurdur. 1960’ta, Fransa’nın Cezayir’de yürüttüğü işgal savaşına son vermesini talep eden kampanyaya katıldığı için Jean Paul Sartre’ı tutuklattırmaya teşebbüs eden devlet erkânına söylemiş. Tam olarak şöyle demiş, milliyetçi-muhafazakâr general: “Sartre Fransa’dır. Sartre bir Voltaire’dir. Voltaire’i tutuklayamazsınız.”
Sartre gibi, ‘tersiyle’, muhalefetiyle bile Fransa’ya “şan” getirmiş, dünyanın dört yanında nice insanın Fransa’nın imini timini belki onun vesilesiyle öğrendiği, önemsediği birisi tehdit altında olduğu zaman, “Fransa” Sartre’dır. Vücudun kendini, ağrıdığı yerden hissetmesi gibi. “Türkiye”nin bugünlerde Aslı Erdoğan olması gibi.