İnsanın İçi Neresidir? (I)
Erdoğan Özmen

İçin sınırları nerededir, dış dünya nerede başlar? [1] Çetin bir sorudur bu. Dahası, iç/dış ayrımı yaparken hangi dayanaklara ve gerekçelere sahibiz, ve nasıl bir amaca? Ne tür bir içsellik ve dışsallıktan söz ediyoruz? O sınırın tam bir kesinlikle tayin edilemez oluşu, muğlak ve kırılgan niteliği yüzündendir ki her birimizin tam kalbinde psikotik bir çekirdek (kökensel bir delilik vasatı, içkin bir delilik anı) daima oradadır. Nitekim daha sonra, içimizden bazıları o muğlaklığa tahammül edemeyerek, tahammül edemediği ölçüde, ‘içinin’ acısıyla orayı sert ve katı –taşa benzeyen- hezeyan ve halüsinasyonlarla yamamakta bulur tek çareyi. Yırtılmış, kopmuş içini; hiç bilemeyeceğimiz bir yerden açılıvermiş bir yarığı ümitsizce, habire yamamaya çalışmakta…   

***
İnsan kendini yaratır. Yaratmak fiilinin en keskin, en dolaysız, en muhteşem, en ıstıraplı anlamıyla yaratır kendini. Arzulayan ve (hem iç tehditlere karşı hem de dış dünya kaynaklı korkulara karşı) kendini savunan bir varlık olarak kendini kat kat inşa eder. En dehşetli hayal kırıklığı ve kayıp deneyimlerinin içinden geçerek, hazzın ve acının onca çeşidini kat ederek. İçinde dinin olmadığı, dahası dinlerin sonradan kendi hikayeleriyle dahil oldukları, bıktırıcı ve paralize edici tekrarlarla ilerleyen büyüleyici bir serüvendir bu. Sonra, kendimiz de bu serüvene bambaşka; çarpıtılmış, sansür edilmiş, gizlenmiş, eksik ve şifreli hikayeler uydururuz. Adam Phillips’in ifadesiyle “Gerçekler bizi yok etmesin diye tarih yaparız.” Ve, “…modern insanlar kendi tarihlerinin mağdurları oldukları kadar mimarlarıdır da.” Üstelik kendimizi en acıklı biçimlerde aldatarak ve zavallıca bir tutarlılık beklentisiyle yaparız bunu. Bilinç ile bilinçdışı, arzu etmeyle bilme, ego ile id, “…(başta eğitimsiz) iştahın yaratıkları olarak kendimiz ile (eğitimli) bilginin yaratıkları olarak kendimiz” arasında çoktan bölünmüş haldeyizdir çünkü.

***
Başlangıçta, “ben”den (ego) çok önce, kendisini “ben” diyerek takdim eden bir makam, bir “ben” kaydı henüz yokken bir-aradalık, birlik, müştereklik, çokluk vardır. Kavramı zorlayarak söylersek; biçimden ve kimlikten yoksun bir kütle olarak bir tür özneler-arasılık matrisine, öteki ile (hem somut ötekiler hem de kültür/dil olarak Öteki anlamında) çok yönlü ve karmaşık ilişkiler ağının içine doğarız. “Kendi büyük ölçüde bilinmeyen kuşaklar ötesi tarihini kendisini içinde bulduğu kültüre taşıyan ailenin” ortamına. “Ben”, bu matrisin –neredeyse- bir fonksiyonu olarak sonradan varlık, kimlik ve biçim kazanır. Bir yokluktan çıkarak, deyim yerindeyse… Bu yüzden, insanı aradığımız ve bulacağımız yerde, baştan itibaren kendi başına varolan ve kendine yeten, izole ve kendi bencil çıkarlarının peşinde koşturan birey fikri – bu kapitalist safsata- reddedilmelidir. Kapitalizm, insanla ilgili bize bir hayvanın; içgüdülerinin elinde oyuncak olan bir otomatın tarifini dayatıyor ve biz bıkıp usanmadan buna karşı çıkmalıyız. İnsan kalmanın koşuludur bu. İnsan kendini, o “biz”e yaslanarak, “biz”in içinden, demek, geriye dönük olarak “biz”i yeniden tanımlamak üzere, tanımlayarak yaratır, inşa eder.

***
Öte dünya inancını insanın iç/dış, içsel/dışsal, içerisi/dışarısı deneyimi bağlamında kavramalıyız belki de.

***
Başlangıçta, bedenin içine alma ve dışına atma vardır. İlkel ben, kendini- inşa sürecinde dış dünya ile karşı karşıya kalır ve onun parçalarını içine alır. Bu sürekli tekrar, haz ve acı deneyimleri uyarınca gerçekleşir. İlk farklılaşma/ayrım da bu zeminde ortaya çıkar Acı veren parça derhal dışarıya atılır, tükürülür, atık statüsüne indirilirken, hazza yol açan parça içeride tutulur. Böylece, bir yanda dış dünya ile ben-olmayan, diğer yanda ben ile hazzın eş anlamlı olduğu bir kalıba göre biçimleniriz. Freud’un ilkel haz-egosu dediği şeydir bu. Psikanaliz zaten bir bakıma insanın haz kapasitesinin, hazzın zorlukları ve cazibesinin çocuğun bakış açısından, çocuğun bedensel alışveriş kapasitesinin gelişimi üzerinden hikayeleştirilmesi değil midir? İçe alma, içselleştirme, kendi-kılma, benimseme ile dışa atma, dışarıda bırakma, yok etme süreçlerinin daha sonraki yargı işlevlerinin öncülleri olarak kavranması da aynı hikayenin bir parçasıdır. Olumlama, teyit (Freudçu “bejahung”: onay, evet, “evet, bu benim”) içe almanın; yadsıma/olumsuzlama ise dışa atma, dışarda bırakmanın (“hayır, bu benim değil”)yerini alır. Belirli bir düzeyde, olumlamanın/evet’in karşıtının kabaca olumsuzlama/hayır olmadığını söylemek bu belki de. Bejahung/evet, aynı zamanda simgesel düzenin –ezeli- kabulü anlamına geliyorsa, karşıtı sıradan bir olumsuzlama/yadsıma değildir artık. Ancak simgesel düzene zaten kaydedilmiş bir şeyi yadsıyabileceğimizi göz önünde bulundurarak, ilksel bejahung’un karşıtını katılımın redddinde, tümüyle dışarda bırakma düzeyinde –demek, psikotik bir çerçevede– konumlandırmalıyız. 


İnsanın asıl hikayesi imgelerin kelimelere bağlanmasıyla başlar. Organizma ile dış dünya arasındaki değiş-tokuşun yerini çocuk ile Öteki arasındaki etkileşimin alması gelişimimizdeki en önemli kavşaktır.


[1] Aksu Bora’nın Gerçeğin “Dışı” Neresidir? yazısı (Birikim-Haftalık, 26 Mayıs 2016) eşliğinde okunması dileğiyle.