16 Nisan'dan Sonra?
Ömer Laçiner

16 Nisan’da Türkiye, olağan bir referandumdaki gibi, bir –rejim– sorununu iki seçenekten birini tercih ederek çözüme kavuşturmuş olmayacak; şu anda –yani geçici olarak– o seçenekler üzerinden cepheleşmiş Türkiye toplumunda –en az yüzyıldır bastırılmış– iç hesaplaşmanın fitilini ateşleyecektir.

Dolayısıyla 16 Nisan akşamı belli olacak olan sayılar bir nihai sonucun ifadesi değil; bütün bir toplum olarak içine gireceğimiz çetin bir iç hesaplaşmanın başlangıç verileri olarak kaydedilmelidir. Bir başka deyişle; 16 Nisan’daki sonuçlar –nasıl olursa olsun– başlaması artık –neredeyse– kaçınılmaz ve ertelenemez hale gelmiş iç –kapışmaya dönüşme ihtimali de yüksek– hesaplaşmada tarafların hâlihazır yasal ve sayısal avantaj pozisyonunu göstermiş olacaktır sadece.

AKP cenahı bunu zaten ta kampanyanın başladığı dönemde, çeşitli sözcülerinin ağzından, “hayır çıkarsa iç savaş da çıkar” mealindeki tehditlerle ifade etmişti. Hayır cephesinden “evet çıkarsa da...” yollu bir karşılığın verilmesi halinde bunu nasıl bir iştahla saldırı-yıldırma malzemesi yapacağı besbelli olan AKP üst yönetimi ve Erdoğan; karşı taraftan sadece itidale davet sözleri gelince bu kez de aynı tehdidi hayır diyeceklerin “vatan hainleri ile aynı safta” oldukları ithamını sürekli vurgulayarak örtük biçimde devam ettirdi. 

Bu strateji ve tutumu AKP –Recep Tayyip Erdoğan– iktidarının 7 Haziran–1 Kasım seçimleri arası dönemde uyguladığı ve umduğundan öte bir sonuç aldığı “biz kazanamazsak kaos çıkar” ana temalı stratejinin bir benzeri olarak görmek yanlış değil ise de çok ciddi bir yanılsama içerir. Çünkü o dönemde AKP ve Recep Tayyip Erdoğan’ın amacı tek başına iktidar olma avantajını yitirmemek idi. Oysa şimdi hedef çok daha büyük, kapsamlı ve derinliklidir.

Bu hedefin içeriğine geçmeden önce; normal olarak akla gelen bir soruya cevap aramalıyız. Eğer ortada bir “hedef büyütme” varsa; bunu yapanların bir önceki “daha küçük çaplı” hedeflerini gerçekleştirdikten sonraki icraatları ile taraftar ve seçmenlerine verdikleri –“istikrar, huzur ve gelişme– sözünü önemli ölçüde yerine getirmiş olmaları gerekirdi. Mantıkî önşarttır bu.

Oysa ortada tam tersine bir bilanço vardır. Ekonomiden hak ve özgürlükler alanına, eğitimden dış ilişkilere kadar her sahada durum 1 Kasım öncesi ile bile kıyaslanamayacak kadar kötüleşmiş, berbat hale gelmiştir. 

Ama, konunun “bam teli” de tam burasıdır. Çünkü, bütün bunlara, şu gayet kasvetli bilançoya rağmen AKP etrafında “kenetlenmiş” –asgari %40-45 oya tekabül eden– kesim ve bu kesimin omurgasını oluşturan muhafazakâr orta/üst sınıf, AKP ve Recep Tayip Erdoğan’a desteğini gevşetmediği ve azaltmadığı gibi; 16 Nisan referandumunda da arkasında durarak onu “daha büyük hedef”lere teşvik eder gibidir.

Bu, tamı tamına sosyo-politik psikolojide “ileriye doğru kaçış” denilen şeydir. Belli bir hedef-kazanç için yapılan girişimin umulan sonucu veremediği fark edildiğinde öne daha büyük bir hedef konulması ve bu döngüye girilmesi halini özetler o deyim. Poker oyununda kaybettiğini rest çekerek geri almaya çalışıp, olmayınca bu kez öncekinin iki misli meblağla rest çekmeye, olmayınca meblağı dört kata çıkarmaya benzer bir yönüyle. Pokerde rakiplerinden çok daha fazla parası olan oyuncuların uyguladığı bu taktik, 2011 seçimleriyle birlikte rakiplerinden hiçbirinin asla erişemeyeceği bir sayısal üstünlüğe sahip olduğu güveniyle davranmaya başlayan AKP iktidarını fazlasıyla andırmaktadır. Tek fark, medeni/demokratik bir toplumun ölçütleri baz alındığında yetenek-beceri ve başarı düzeyiyle sürekli irtifa kaybeden AKP’nin bu kayıplarının muhalefetin kazanç hanesine kaydedil-e-miyor oluşudur.

Ama bu durum AKP iktidar kadrolarında ve en az % 30-35 oy oranına tekabül eden “kemik taraftar” kesiminde gitgide yoğunlaşan bir kayıp duygusunun, “er geç kaybetmeye mahkûmuz” endişesinin kol gezmediği anlamına gelmiyor. Sayısal çokluktan başka hiçbir üstünlük gerekçesi olmayan, ahlaka ve her tür etkinliğe ilişkin niteliksel üstünlük ölçütleri bakımından –giderek daha– düşük bir düzeyde olmanın ezikliği ile mustarip ve bu durumdan kurtulamayacağı korkusu giderek büyüyen bu cenahın ya bu durumuna uygun bir konuma çekilmeye razı olmak ya da “ileriye doğru kaçış”tan medet ummaktan başka yolu yoktur.

2011 yılı öncesi AKP ilk yolu seçebilir; o sıralar entegre olmaya istekli göründüğü “Batı dünyası”nın merkez sağ/muhafazakâr demokrat partilerininkine benzer bir “kader”/işlev ve tutumu benimseyebilirdi. Ama anlaşılan 2011 seçiminden aylar önce “bundan sonra ustalık dönemimiz başlayacak” demesi ile dikkat çeken Bay Erdoğan, onu “ileriye doğru kaçış”a mahkûm edecek tercihini yapmıştı bile. Bunda 2011-2015 dönemini kapsayan “Arap Baharı”nın kendisine umulmadık büyüklükte bir fırsat verdiği hayaliyle giriştiği hamlelerin fiyaskoyla sonuçlanacağını fark etmenin de büyük payı olmalıdır. Her ne hal ise, 2015 seçimlerine girerken, parti içerisinde ilk –mutedil– yolu savunacak –kurucu kadronun büyük çoğunluğu da dâhil– kesimleri fiilen tasfiye ederek AKP’yi bir partiden kapıkulu güruhuna dönüştürmeyi “başaran” Recep Tayyip Erdoğan “yeni Türkiye” adını verdiği “ileriye doğru kaçış” kulvarına hız arttırarak girdi.

15 Temmuz öncesinde parti içi muhalefet karşısında fiilen kaybeden ve ancak AKP iktidarı güdümündeki mahkeme kararlarıyla resmen de kaybetmenin eşiğinde tutunabilen Devlet Bahçeli ve ekibinin, o tarihe kadar muhalif olduğu “Başkanlık Sistemi” için harekete geçmesini, az önce işaret ettiğimiz “vefa borcu” üzerinden kurulmuş bir ittifak saymalı değil miyiz? Ayrıca zaten AKP iktidarı 1 Kasım 2015 seçimlerini takiben Kürt nüfus yoğun illerde MHP’nin –Devlet Bahçeli’nin– “taş üstünde taş bırakılmasın” diyerek alkışladığı bir tenkil harekâtı başlatarak bu ittifakın “temel taşı”nı yerleştirmeye koyulmamış mı idi?

Bahçeli MHP’si ile ittifak “Başkanlık Sistemi” tasarısının Meclis’ten geçirilip referanduma sunulmasını sağlayabilir ama 2011’den beri yönettiği ekonomi giderek kötüye giden bir iktidar ve oy desteğinin yarıdan epey fazlası muhaliflerin safındaki bir MHP ile referandumda kazanmak mümkün olabilir görünmüyordu. “İleriye doğru kaçış” moduna tamamen sürüklenmiş Erdoğan ve ekibi bunun çaresini elbette yine bir hedef büyütmesi yaparak bulmayı düşünebilirdi.

AB ülkelerinin ve ülke içi muhalefetin tepkisini çekeceğini bile bile gitgide keyfîleşen ve yaygınlaşan tasfiye ve tutuklama dalgalarını yürürlüğe koyarak, özgürlükler üzerindeki baskı ve kısıtlamaları arttırarak ve “idam cezasını geri getirme” gibi bütün bunların üstüne tüy diken vaatleri köpürtmek suretiyle AKP cenahının “dış ve iç düşmanlarımız birleşerek bize saldırmaya başladılar” tablosu oluşturmak istediği apaçık ortada. 

Referanduma sunulan Anayasa önerisi, Erdoğan Cumhurbaşkanı seçildiğinden beri fiilen yürürlükte olan rejimin anayasal bir kılıfa sokulması olarak özetlenebilir. Dolayısıyla çıkacak bir “hayır” sonucu 16 Nisan öncesinin “fiilî durumu”na dönüşü değil; tam aksine o fiilî durumun ortadan kaldırılmasını zorunlu kılar. Bu da her şeyden önce Erdoğan ve ekibinin kendini sadece yürütme organının değil bütün devlet organlarının emredicisi konumunda gören tutum ve davranışlarından uzaklaştırılmasını, Erdoğan’ın kendinden önceki Cumhurbaşkanlarının etkinlik düzeyine gerilemesi –ki hayli büyük bir gerileme olmak zorundadır bu– gerekeceği demektir.

Bu noktada ise işin büyük kısmı, hatta tamamı iktidar partisi olarak AKP’ye ve onun hükümetine düşer. Ama en son kongresinde neredeyse övünerek Erdoğan’ın emir kulları güruhu olduğunu ilan etmiş AKP’den ve mevcut hükümetten bu yükümlülüğü asgari ölçekte bile yerine getirmesi beklenebilir mi? Ayrıca, kendi gücünü yükseltirken gerileyeceği noktaları da tahrip etmiş bir Erdoğan’ın bu “kader”i kabullenmesi ne ölçüde mümkün olabilir ki?

Bu durumda “hayır” sonucunun gereğinin yapılmasını sağlamak için muhalefetin “aşırı” bir gayret göstermesi kaçınılmazdır. Erdoğan ve AKP iktidarının mevcut OHAL’in kendilerine verdiği yetkilere dayanarak bu yöndeki girişimleri şiddete de başvurarak önlemeye kalkışması ve bu son derece meşru direnişi “isyan” diye niteleyip topyekûn bir saldırıya geçmesi hiç de ihtimal dışı değildir. Elinde –AKP iktidarının devlet/kamu güç ve imkânlarını 12 Eylül’ü hatırlatan hoyrat bir tarafgirlikle seferber etmesine rağmen– kazanılmış bir referandum “zafer”inin yasallığı ve meşruiyetinin sağladığı sayısal ve moral güçle muhalefetin o saldırı karşısında sinmesi de artık mümkün olamayacaktır.

İhtimalleri tartışmanın şu anda gereği yok. Evet-hayır oylarının genel oranından, oy dağılımının bölgeler, hatta yöreler bazında nasıl şekillendiğine kadar pek çok faktörün önümüzde olacağı 16 Nisan’ın hemen ertesinde, bu tartışmayı o veriler ışığında hızla sonuçlandırmak zorunda olduğumuz için sadece zihnen buna hazır olmamız yeterlidir şu noktada.

* * *

Zihinlerimiz sonucun evet çıkması ihtimaline şüphesiz çok daha hazırlıklı. Ama bunun “sağlıklı” bir hazırlıklı oluş olduğunu da söyleyemeyiz.

Özellikle daha en baştan hayır cephesinde yer almış olanlardaki bu zihni bulanıklığın en önemli “dışsal” nedeni, on beş yıldır süren ve şu son beş-altı yılında saldırganlık dozunu sürekli arttırmış AKP iktidarının bütün bunlara rağmen –bütün bunlar sayesinde de denilebilir– “başarılı” olabilmesinin/sayılmasının yol açtığı yılgınlık ve kötümserliktir. “İçsel” nedenin en esaslı bileşeni ise, AKP’nin bir hükümet etme biçimi olmaktan ziyade –muhafazakâr/Sünni bir hayat tarzını ve bu tarzı içselleştirmiş kesimleri– diğerlerini ikinci sınıf vatandaş konumuna iterek tam manasıyla egemen hale getirme “misyonu”na karşı aynı kapsamda bir alternatif sunamamış olmak. Muhalefetin bütün bileşenlerinin, AKP’nin gerek –otoriterlik dozu giderek artan– hükümet etme biçimine gerekse o hayat tarzı üzerinden yaptığı çok yönlü dayatmalara karşı ürettiği “yeni” bir söz, yaklaşım olamadı. Demokratik hükümete ve “çağdaş yaşam” tarzına dair oluşmuş literatürün kanıksanmış argümanlarına sığınmaktan başka bir şey yapamayan muhalefet, bu fersiz, soluk görünümüyle bizzat kendi kendini moralsizleştirdiği gibi; AKP cenahının tüm eskiliğine karşın kendisini “yeni” sıfatıyla donatabilmesini dahi mümkün kıldı. Muhafazakâr ve özellikle Sünni muhafazakâr hayat tarzının ve bunun egemenliğini kurumlaştıracak devlet biçiminin daraltıcı, bunaltıcı ve –asıl önemlisi insanî değer ve nitelikleri törpüleyici, hatta boğucu oluşuna dair– hem tarihen hem de günümüzde defalarca kanıtlanmış inanca dayalı haklılık duygusunun “tamlığı” ile köhne bir hayat tarzına kuşandırılmış bir otoriterlik karşısında sadece savunmaya çabalamaktan ibaret bir tavrın yakıcı eksikliği arasındaki zıtlık, bu çatışma “hayır cephesi”nde şimdiye kadar öfke nefret ve umutsuzluk karışımı yoğun bir gerilim potansiyeli oluşturdu.

16 Nisan referandumu nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, şimdiye kadar dizginlenmiş bu gerilim bir biçimde “boşalacaktır.” “Hayır”ın hele ciddi bir farkla “zafer” kazanması halinde kolayca kapılınacak bir iyimserlik havası içinde yeni, yaratıcı bir alternatif oluşturma mecrasına yönelme ihtimali de fazladır bu boşalmanın. Bu durumda yenilmiş bir evet cephesinin değil bir iç savaşı zorlamak kendi bütünlüğünü korumasının bile pek mümkün olamayacağı da dikkate alındığında, sözünü ettiğimiz ihtimalin belirme “şansı” daha da fazla olacaktır. “Evet”in ciddi bir farkla “zafer” kazanması halinde ise Erdoğan’ın 16 Nisan sonrası için şimdiden hazır olduğunu ilan ettiği “sürpriz”lerinin ne mahiyette olduğunu bilen ve zaten bekleyen o gerilim potansiyelinin bölünerek ama taşıdığı öfke, nefret ve umutsuzluk yüküyle şimdiye kadar çerçevesi içinde durduğu parti yapılarından “huruç ederek” eyleme geçmesi de pekâlâ mümkündür.

Referandumun evet ve hayır arasındaki farkın kıl payı denilebilecek şekilde olması ile sonuçlanması –ki en güçlü olasılık bu gibi görünüyor şu anda– Türkiye, şu yukarda başlıcalarını ana hatlarıyla işaret ettiğimiz ihtimallerin tümünün devrede olduğu, önümüzdeki –en az– birkaç yıla yayılacak, toplumun bütün dokularında yaşanacak bir kaos sürecine girmeye hazır olmalıdır.

Bu kaos sürecinin sonunda nasıl bir Türkiye çıkar bilemeyiz. Ama bu sürecin son iki yüz yılımızın müktesebatı bağlamında ayrışmış cepheler arası bir kesin hesaplaşma süreci olarak yaşanacağını biliyoruz. Tarafların omurgasını oluşturan kesimler de ayrışmanın eski ve yeni Anayasa ya da Başkanlık rejimi ile parlamenter rejim arasında değil, işte bu iki yüz yıldır bir uzlaşma zemini oluşturamamış olan, tarihimizdeki –çatışan– iki ana mecra bazında olduğunun bilinci –tam demesek bile– sezgisi ve bilgisi ile tavır alıyorlar zaten.


Birikim'in Notu: Birikim'in 336. sayısında (Nisan 2016) Geçen Ayın Birikimi sütununda yer alacak olan bu yazı kısaltılarak internete aktarılmıştır.