İnsan ruhunun sürekli değişen toplum ve kültür yapılarıyla ilişki içinde biçimlenmesi, ruhun hakikatlerini anlama çabasının daima belli bir başarısızlığa uğramasının en temel nedenidir belki de. Söz konusu hakikatleri anlamak amacıyla icat edilmiş bir dizi kavramın (Oidipus, arzu, ölüm ve yaşam dürtüleri, id/ego/süperego, narsisizm vb.) işaret ettiği ve tarih/toplum aşırı olduğu düşünülen özelliklerin sağladığı şey de genel bir çerçeve ya da biçimden fazlası değildir. Varlığımın, hakkında hiçbir şey bilmediğim ve ama yine de beni olduğum kişi yapan bilinçdışı veçhesine nüfuz etmek üzere tasarlanmış bir yol haritası gibi. Bana hem en yakın hem de radikal biçimde dışsal, “bende benden fazla olan” o parçamı ancak belirli somut tezahürleri aracılığıyla tanıyabilirim demektir bu. Kendinde, bildiğini bilmediği bu esrarlı bilgi düzenini taşıyor olmak insanın en çetin açmazıdır. Bir çoklukla, farklı ve zıt unsurların aynı anda bir arada bulanabilmesiyle karakterize insan ruhunun belirli bir tarihsel ve toplumsal/kültürel bağlama özgü güncel ve baskın biçimi (söz konusu tezahürler) kimi zaman histeri olur, kimi zaman narsisizm ya da obsesif nevroz vb., vb.
Burada yine de bir sorun vardır. Söz konusu tezahür –ne denli eksiksiz olsa da– bir temsil olduğu için, bizi ruhsal hakikatlerden uzaklaştıran bir işlev de üstlenir. Ama o temsillere –semptomlar kadar rüya, sürçme ve sakarlıklara yani– tutunmaktan ve güvenmekten başka çaremiz de yoktur. Freud’un rüyaların daima analiz edilemeyen bir merkezinin/çekirdeğinin artakalacağını söylerken kastettiği şey de budur. O somut tezahürlere içkin bir paradokstur bu: Bir dolayım inşa ettikleri ölçüde yolumuza çıkmış ve bizi yanıltan birer engel ya da sapak gibidirler de artık. Somut toplumsal ve kültürel koşullar ruhun bazı niteliklerini vurgular ve aşikar kılarken bazılarının bastırılmasına ya da silikleşmesine yol açar. Zamanın ruhu böyle ortaya çıkar. Bu anlamda denebilir ki, belirli kişilik yapıları ve nevroz biçimleri –zahmetli bir savunma kipi oluşturarak– bir yandan benliği aşındırır ve yorarken bir yandan da modern toplum yaşamında ayakta kalmanın bir yolu olur çıkarlar. Semptomların bir yandan toplum ve ailenin baskı ve taleplerinin içimizde ortaya çıkardığı çatışma, ketlenme ve büzüşmeleri, diğer yandan ise kendi dürtü ve arzularımızı kodlayan/temsil eden özgül uzlaşma oluşumları olması bu anlamdadır.
Bir süredir sıkıntılı ve donmuş bir alacakaranlık kuşağına sıkışıp kalmışmış bir insanlık durumu bizimkisi. Hiçbir şeyin bir arada, birbiriyle bağlantılı ve bir bütünlük hissi verecek şekilde ortaya çıkamadığı bir müphemlik ve askıda oluş hali. Bütün eklemlerin ve dikişlerin bir bir koptuğu, çoktan geçmişini ve geleceğini kaybetmiş, ama yine de kaçınılamaz bir zaman. Şimdiki zaman ve var olan gerçeklik, kendinde bir ağırlık ve sabitlik noktası oluşturacak tözünden mahrum olduğu ölçüde hiçbir şeyi zapt edemeyerek daha çok dağılıyor. Parçalanmış ve içi boşalmış bir zaman bu. Ruhun/benliğin vahşice parçalanması ve içinin boşalması. Kapitalizm bir de böyle işliyor işte.
İnsanlığın alacakaranlık kuşağı ya da borderline insanlık durumu. Hepimiz aynı kurbanlık statüsündeyiz artık. Sanki gerçekte köklerin ya da herhangi bir geçmişin artık söz konusu bile olamadığı uçucu bir momentte mütemadiyen geriye doğru saplanmaktan, kendini geriye doğru sabitlemeye çalışmaktan bitap düşmek, nedir ki başka? Boşu boşuna ve ama delice bir çabayla uyanık kalmaya çalıştıkça rüyalarımızı kaybediyoruz bu arada, rüyalarımızın derinliğini. Rüya için hiç mecalimiz kalmamış, rüya görme kapasitemizi kaybetmişsek –içimizdeki o korkunç boşluk!– en baştan başlamamız gerekir artık. En başa dönmemiz; kendimizi yeniden bulmak/yaratmak için.
Önümüze konup duran korku/umut ya da özgürlük/güvenlik gibi ikiliklerin hiçbir geçerliliği kalmamış demektir bu. Ya da, en temel dayanaklarını kaybetmiş insanlık durumumuzun ızdırabı ve açmazı bunların çok ötesindedir.
Zamanımızın en esaslı meselesi hayatlarımızın boş, beyhude ve anlamsız bir yığına dönüşmesi, biçimini kaybetmesidir. Bu boşluk ve ölülük algısı sadece gündelik hayatlarımızla da sınırlı değildir üstelik. Asıl, benliklerimizi kat eden ve kabuğun/yüzeyin gerisinde hiçbir şeyin mevcut olmadığı dehşetiyle –bu korkunç bilgiyle- katmerlenen bir cansız olma hali bu. Yoksa, bir tür ruhsal intiharla çoktan lanetlenmiş olmasaydık yani, dünyanın onca zulmü ve adaletsizliği karşısında nasıl böyle kayıtsız kalabilirdik ki?
Psikiyatri/psikoloji kliniğinde “borderline kişilik bozukluğu” olarak adlandırılan durum, bu yaygın eğilimin –zamanımızın hakim semptomunun– en uç noktada ete kemiğe büründürülmesidir belki de. İç dünyasındaki parçalanma ve boşluğu daha derinden duyan, onun yükü ve acısına tahammül edemeyen ve canlı/var olduğunu kendine ‘göstermek’ için türlü eziyetlerin içinden geçen zamanımızın trajik öznesi.
Ruhsal olarak canlı kalmak deneyimlerimizi anlamlı kılmakla eşdeğerdir. Ruhsal ölü olmaksa benliğin duygusal çekirdeğinin kara bir deliğe dönüşmesiyle aynı şeydir. Günümüzde suçluluk ve utancın yerini nefret, kin ve haset duygularının almasının kökeninde de aynı şey vardır belki de. Benliğin kendi içine çökmesi ve parçalanması çünkü, hammaddesinden, kurucu bileşenlerinden, utanç ve suçluluktan yoksun kalmasıyladır biraz da. O durumda ölümcül nefret, kendini canlı hissetmenin biricik yolu olur çıkar. Çünkü deneyimlerimizde yeni anlamlar bulma ve yaratıcı temsiller oluşturma kapasitesinin, yani ruhsal canlılık duygusunun yaslandığı temel kaidenin harcı gerçeğe sadakat ve hakikat sevgisidir. Hiçbir sevgi bağına ve ilişkisine yer bırakmayan zamanımızın yaygın nefret kısır döngüsü ya da nefrete saplanma hali ile ruhsal ölülük –suçluluk ve utanç kapasitesinin yokluğu– ve sahtekarlığın aynı anda bulunuşu sebepsiz değil demek. Dahası insanlığın totalitarizm heves ve özlemleri ve cehalet tutkusu da, günümüzün bu korkunç bileşimi yani, aynı ruhsal boşluk ve ölülüğü ikame etme amacına matuf acıklı semptomlardır belki de.